Bu modülde görülecek kriz örnekleri henüz sadece proje grubuna açıktır. İlerleyen süreçte genel kullanıma açılacaktır.
Ana Sayfa - 1945 Türk Boğazları ve Kars-Ardahan Krizi
ÖZET
Türk dış politikası krizleri içerisinde 1945 Sovyet Talepleri Krizi, en uzun döneme yayılan krizdir. Kriz, 12 Haziran 1945’te başlamış, 1947 Truman Doktrini ile etkisini azaltmış ancak Stalin’in ölümü sonrasında Rus yöneticilerin 30 Mayıs 1953’te yaptıkları yarı resmi deklarasyon ile sona ermiştir.
Sovyet Talepleri Krizi, Soğuk Savaş’ın ortaya çıkışının ilk işaretlerinin hissedildiği, uluslararası sistemdeki değişim ve bloklaşma hareketlerinin ortaya çıkmaya başladığı bir dönemde meydana gelmiştir. Sovyet talepleri Krizi, Türkiye açısından her alanda büyük bir değişime işaret etmektedir. Sovyet Talepleri Krizi, Türkiye’nin hem iç, hem de dış politikasında önemli değişiklerin yaşanmasına neden olmuştur. Toprak talepleri, Türkiye’nin batı bloğunda yer almasının önünü açtığı gibi, ülke içerisinde çok partili hayata geçilmesini de sağlamıştır.
1945 Sovyet Talepleri Krizi, Türkiye’nin SSCB karşısındaki güç asimetrisini kendi lehine kullanmasının çok önemli bir örneğidir. Türkiye karşısında oldukça büyük ve güçlü bir ülke olan SSCB, askeri ve siyasi gücünün etkisiyle bir şantaj stratejisi uygulamış ancak bu strateji yetersiz kalmıştır. Türkiye, Montrö’nün yenilenmesi gibi taleplerin antlaşmanın tarafları ile görüşebileceğini belirterek bu konuya olumlu yaklaşırken Kars ve Ardahan’ın Rusya’ya verilmesini ise kesin bir dille reddetmiştir. Kriz dönemi boyunca yaşanan “notalar savaşı” ise Türkiye’nin bu konuyu uluslararası bir sorun olarak değerlendirmesi ve diğer ülkeleri soruna dahil etmesi, desteklerini alması sayesinde başarı ile yürütülmüştür. 1945 Sovyet Talepleri Krizi ve kriz yönetim süreci Türkiye’nin büyük başarılarından biridir.
This paper/presantation is supported by the Scientific and Technological Research Council of Turkey-TÜBİTAK 1001 Project (Project No.:112K172)
Ana Sayfa - 1994 Ege Denizi Casus Belli Krizi
Ana Sayfa - 1996 Kardak Krizi
[Sedat Ergin] "Ne kadar kaygılısınız? Sıcak çatışma olasılığı sizi tedirgin ediyor mu?"
[Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel] "Bu ihtilafların küçüğü, büyüğü olmaz. Küçüğünde de büyüğünde de kaygılı olurum. Umarım ki olmasın, o yola girmesin."
Sedat Ergin, "Yunanistan'a Son Uyarı", Hürriyet, 31 Ocak 1996.
Ana Sayfa - 2003 Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Krizi
Ana Sayfa- 1987 Ege Denizi Kıta Sahanlığı Krizi
Ana Sayfa - 1974-1976 Ege Denizi Kıta Sahanlığı Krizi
24 Kasım 2015 tarihinde Türkiye hava sahasını Yayladağı-Hatay civarında ihlal eden 2 Rus yapımı uçaktan birinin uyarılarıa cevap vermemesi ve ihllaleri sürdürmesi sonrasında Türk F-16 uçakları tarafından düşürülmesi.
24 KASIM 2015 ANADOLU AJANSI SU-24 UÇAĞININ DÜŞÜRÜLMESİ İLE İLGİLİ HABERLER
AA6880166F GENBT
tur
Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde, Türkiye sınırı yakınında milliyeti bilinmeyen bir savaş uçağı düştü.
(Görüntülü)
Muhabir: Mustafa Yıldız
Yayınlayan: Levent Harman
24.11.2015 09:57:01
{AAAUYDU_6880166_241120150957010000_F_GEN_20151124000000}
AA6880325B POLBT
tur
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun, Suriye sınırındaki gelişmelerle ilgili Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu ile görüşerek bilgi aldığı bildirildi.
Muhabir: Kurbani Geyik
Yayınlayan: Zafer Çakmak
24.11.2015 10:06:28
{AAAUYDU_6880325_241120151006280000_B_POL_20151124000000}
AA6880382B POLBT
tur
Başbakan Davutoğlu'nun talimatıyla Dışişleri Bakanlığı tarafından da NATO, BM ve ilgili ülkeler nezdinde gerekli girişimlerde bulunulacağı bildirildi.
Muhabir: Kurbani Geyik
Yayınlayan: Orhan Topal
24.11.2015 10:16:11
{AAAUYDU_6880382_241120151016110000_B_POL_20151124000000}
AA6880384U GENBT
tur
Suriye sınırında savaş uçağı düştü
- Uçağın Bayırbucak bölgesine düşüş anı görüntülendi
(Fotoğraflı - Görüntülü)
HATAY (AA) - Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde, Türkiye sınırı yakınında milliyeti bilinmeyen bir savaş uçağı düştü.
Savaş uçağının, Hatay'ın Yayladağı ilçesinin karşısındaki Bayırbucak bölgesine düşüş anı görüntülendi.
Pilotların paraşütle atlaması da görüntülere yansıdı.
Uçağın düştüğü bölgeden yoğun duman yükseldiği görüldü.
Muhabir: Erdal Türkoğlu
Yayınlayan: Ahmet Ekici
24.11.2015 10:17:30
{AAAUYDU_6880384_241120151017300000_U_GEN_20151124000000}
AA6880729U POLBT
tur
Suriye sınırındaki gelişmeler
- Başbakan Davutoğlu'nun, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar ve Dışişleri Bakanı Sinirlioğlu ile görüşerek bilgi aldığı bildirildi
- Davutoğlu'nun talimatıyla Dışişleri Bakanlığınca NATO, BM ve ilgili ülkeler
nezdinde gerekli girişimlerde bulunulacağı belirtildi
ANKARA (AA) - Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun, Suriye sınırındaki gelişmelerle ilgili Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ve Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu'ndan bilgi aldığı bildirildi.
Başbakanlık kaynaklarından alınan bilgiye göre, Başbakan Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar ve Dışişleri Bakanı Sinirlioğlu ile görüştü. Davutoğlu'nun, görüşmede, Suriye'deki gelişmelerle ilgili bilgi aldığı belirtildi.
Bu arada Başbakan Davutoğlu'nun talimatıyla Dışişleri Bakanlığınca NATO, BM ve ilgili ülkeler nezdinde gerekli girişimlerde bulunulacağı kaydedildi. Çankaya Köşkü'nde pazar günü gerçekleştirilen güvenlik toplantısında, sınır ihlallerine karşı her türlü önlemin alınması yönünde talimat verilmişti.
Muhabir: Kurbani Geyik
Yayınlayan: Eda Özdener
24.11.2015 10:27:53
{AAAUYDU_6880729_241120151027530000_U_POL_20151124000000}
AA6880935B GENBT
tur
Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde, Türkiye sınırı yakınında düşen savaş uçağının, Türk hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle angajman kuralları çerçevesinde vurularak düşürüldüğü bildirildi.
Muhabir: Erdal Türkoğlu
Yayınlayan: Zekeriya Kaya
24.11.2015 10:36:50
{AAAUYDU_6880935_241120151036500000_B_GEN_20151124000000}
AA6881043B GENBT
tur
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye sınırında sınır ihlali yapan uçağın düşürülmesi hadisesini yakınen takip ederek, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar'dan olaya ilişkin bilgi aldı.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Orhan Topal
24.11.2015 10:43:38
{AAAUYDU_6881043_241120151043380000_B_GEN_20151124000000}
AA6881070B GENBT
tur
Cumhurbaşkanlığı kaynakları, Türkiye'nin hava sahasını ihlal ettiği ve uyarılara da aldırmadığı için angajman kuralları çerçevesinde düşürülen uçağın Su 24 tipi Rus uçağı olduğunu kaydetti.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Orhan Topal
24.11.2015 10:45:03
{AAAUYDU_6881070_241120151045030000_B_GEN_20151124000000}
AA6881303B GENBT
tur
Genelkurmay Başkanlığından, Türk hava sahasını ihlal eden milliyeti bilinmeyen bir uçağın beş dakika içerisinde 10 kez ikaz edilmesine rağmen ihlale devam ettiği, söz konusu uçağa angajman kuralları çerçevesinde Hava Kuvvetleri Komutanlığına ait iki F-16 uçağı tarafından müdahalede bulunulduğu bildirildi.
Muhabir: Sarp Özer
Yayınlayan: Zafer Çakmak
24.11.2015 11:01:09
{AAAUYDU_6881303_241120151101090000_B_GEN_20151124000000}
AA6881360U GENBT
tur
Suriye sınırında düşürülen savaş uçağı
- Sınır ihlali yapan uçağın düşürülmesi hadisesini yakından takip eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar'dan bilgi aldı
- Cumhurbaşkanlığı kaynakları, Türkiye'nin hava sahasını ihlal ettiği ve uyarılara da aldırmadığı için angajman kuralları çerçevesinde düşürülen uçağın Rus uçağı olduğunun tahmin edildiğini belirtti
ANKARA (AA) - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suriye sınırında sınır ihlali yapan uçağın düşürülmesi hadisesini yakından takip ederek bir dizi telefon görüşmesi yaptı. Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı telefonla arayarak olaya ilişkin bilgi verdi. Başka yetkililerden de bilgi alan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuyu Başbakan Ahmet Davutoğlu ile de görüşeceği öğrenildi. Kaynaklar, Türkiye'nin hava sahasını ihlal ettiği ve uyarılara da aldırmadığı için angajman kuralları çerçevesinde düşürülen uçağın Rus uçağı olduğunun tahmin edildiğini belirtti.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Yahya Oğuz
24.11.2015 11:06:12
{AAAUYDU_6881360_241120151106120000_U_GEN_20151124000000}
AA6881431U GENBT
tur
Suriye sınırında düşürülen savaş uçağı
- Genelkurmay Başkanlığı:
- "Saat 09.20 civarında Hatay
Yayladağı bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden milliyeti bilinmeyen bir uçak beş dakika içerisinde 10 kez ikaz edilmesine rağmen Türk hava sahasını ihlal etmiştir"
- "Söz konusu uçağa angajman kuralları çerçevesinde 24 Kasım 2015 saat 09.24'te bölgede hava devriye görevinde bulunan iki adet F-16 uçağımız tarafından müdahalede bulunulmuştur"
ANKARA (AA) - Genelkurmay Başkanlığından, Türk hava sahasını ihlal eden milliyeti bilinmeyen bir uçağın beş dakika içerisinde 10 kez ikaz edilmesine rağmen ihlale devam ettiği, söz konusu uçağa angajman kuralları çerçevesinde Hava Kuvvetleri Komutanlığına ait iki F-16 uçağı tarafından "müdahalede bulunulduğu" bildirildi.
Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinden yapılan açıklamada, bugün saat 09.20'de Hatay Yayladağı bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden milliyeti bilinmeyen bir uçağın beş dakika içinde 10 kez ikaz edildiği belirtildi.
Söz konusu uçağın ikazlara rağmen Türk hava sahasını ihlal ettiği bildirilen açıklamada, "Söz konusu uçağa angajman kuralları çerçevesinde 24 Kasım 2015 saat 09.24'te bölgede hava devriye görevinde bulunan iki F-16 uçağımız tarafından müdahalede bulunulmuştur" ifadesi kullanıldı.
Muhabir: Sarp Özer
Yayınlayan: Doğan Sarıtaş
24.11.2015 11:12:37
{AAAUYDU_6881431_241120151112370000_U_GEN_20151124000000}
AA6881724R GENBT
tur
Suriye sınırında düşürülen savaş uçağı
- Rusya Savunma Bakanlığı, Suriye'de görev yapan Su-24 tipi savaş uçağının düşürüldüğünü doğruladı
MOSKOVA (AA) - Rusya Savunma Bakanlığı, Suriye'de Su-24 tipi Rus savaş uçağının muhtemelen yerden açılan ateş sonucu düşürüldüğünü açıkladı.
Bakanlıktan yapılan açıklamada, uçağın 6 bin metre irtifada bulunduğu ve pilotların paraşütle atladığı belirtildi. Pilotların akıbetinin araştırıldığı
bildirildi.
Açıklamada, Su-24'ün, tüm uçuşu süresince sadece Suriye hava sahasında bulunduğu öne sürülerek bunun radarlarla tespit edildiği savunuldu. Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı kaynakları, Su 24 tipi Rus uçağının, Türk hava sahasını ihlal ettiği ve uyarılara da aldırmadığı için angajman kuralları çerçevesinde düşürüldüğünü açıklamıştı.
Muhabir: Hakan Ceyhan Aydoğan
Yayınlayan: Tolga Özgenç
24.11.2015 11:27:42
{AAAUYDU_6881724_241120151127420000_R_GEN_20151124000000}
AA6882116B GENBT
tur
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nu kabulü başladı.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Zafer Çakmak
24.11.2015 11:53:35
{AAAUYDU_6882116_241120151153350000_B_GEN_20151124000000}
AA6882168U GENBT
tur
Angajman kurallarını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Suriye sınırında düşürülen uçağın pilotlarından birinin muhalifler tarafından bulunduğu iddia edildi
BAYIRBUCAK (AA) - Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde angajman kurallarını ihlal etmesi nedeniyle düşürülen savaş uçağının pilotlarından birinin, muhalifler tarafından bulunduğu öne sürüldü.
AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, angajman kurallarını ihlal etmesi dolayısıyla düşürülen savaş uçağı, Türkmendağı bölgesinde rejim birlikleri ile
muhalifler arasında çatışmaların devam ettiği ara bölgeye düştü. Uçağın iki pilotu da paraşütle atlayarak bu bölgeye indi.
Uçağın düşmesinin ardından helikopterlerin bölgede arama çalışması başlattığı görüldü.
Pilotlar için bölgede arama çalışması başlatan muhalifler, pilotlardan birini bulduklarını öne sürdü. Muhalif birlikler, telsiz görüşmelerinde de bunu anonslarla duyurdu.
Sultan Abdulhamit Han Tugayı sözcüsü Mustafa Abdullah, AA muhabirine yaptığı açıklamada, söz konusu uçağın rejim birlikleri ile aralarındaki sıcak çatışmaların sürdüğü ve iki tarafın da giremediği bölgeye düştüğünü, paraşütle atlayan pilotlardan birinin ellerinde olduğunu bildirdi.
Muhabir: Behçet Alkan
Yayınlayan: Doğan Sarıtaş
24.11.2015 11:55:45
{AAAUYDU_6882168_241120151155450000_U_GEN_20151124000000}
AA6882353R GENBT
tur
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Başbakan Davutoğlu'nu kabulü başladı
ANKARA (AA) - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nu kabulü başladı.
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde basına kapalı gerçekleşen kabulde, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Davutoğlu'nun yeni hükümete ilişkin kabine listesini Cumhurbaşkanı Erdoğan'a sunması bekleniyor.
Erdoğan, 17 Kasım Salı günü AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Davutoğlu'nu 64. Cumhuriyet Hükümetini kurmakla görevlendirmişti.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Hamdi Çelikbaş
24.11.2015 12:05:17
{AAAUYDU_6882353_241120151205170000_R_GEN_20151124000000}
AA6882528R GENBT
tur
Rus savaş gemisi Çanakkale Boğazı'ndan geçti
(Fotoğraflı - Görüntülü)
ÇANAKKALE (AA) - Rus Donanmasına ait bir savaş gemisi, Çanakkale Boğazı'ndan geçti.
Marmara Denizi yönünden gelerek, boğaza giren 156 borda numaralı savaş gemisi "Yamal", Ege Denizi'ne doğru seyrini sürdürdü.
Geminin rotası hakkında bilgi verilmedi.
Muhabir: Mehmet Bayer
Yayınlayan: Duygu Can
24.11.2015 12:16:08
{AAAUYDU_6882528_241120151216080000_R_GEN_20151124000000}
AA6882699R GENBT
tur
Angajman kurallarını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı uçaklarca Suriye sınırında müdahalede bulunulan uçağın sınır ihlali yaptığı, iz analizinden de ortaya çıktı (Fotoğraflı)
ANKARA (AA) - Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı uçaklarca Suriye sınırında müdahalede bulunulan savaş uçağının sınır ihlali yaptığı, iz analizinden de ortaya çıktı.
Askeri kaynaklardan alınan bilgiye göre, milliyeti bilinmeyen uçağın Türk hava sahasındaki ihlali, uçağın iz analizinden anlaşılıyor.
Hatay Yayladağı bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden söz konusu uçak ikazlara rağmen ihlalini sürdürüyor. Uçağın iz analizinde de Yayladağı bölgesindeki ihlal açık şekilde ortaya konuyor.
Söz konusu uçağa, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulmuştu.
Muhabir: Sarp Özer
Yayınlayan: Orhan Topal
24.11.2015 12:26:53
{AAAUYDU_6882699_241120151226530000_R_GEN_20151124000000}
AA6882747U GENBT
tur
Muhalif birlikler stratejik Kızıldağ tepesini ele geçirdi
- Sultan Abdulhamid Han Tugayı Sözcüsü Abdullah: "Rejimin eline geçen Kızıldağ, bütün noktalarıyla bizlerin kontrolüne geçti"
BAYIRBUCAK (AA) - Suriye'nin Bayırbucak Türkmen bölgesinde, rejim birliklerinin eline geçen Kızıldağ'ın yeniden Türkmenlerin kontrolüne geçtiği bildirildi.
Bölgedeki Türkmen birliklerinden Sultan Abdulhamid Han Tugayı Sözcüsü Mustafa Abdullah, AA muhabirine yaptığı açıklamada, cuma günü rejim birliklerinin kontrolüne geçen Türkmen Dağı'nın en stratejik tepesi olan Kızıldağ'da bu sabah
saatlerinden itibaren geniş çaplı operasyon başlattıklarını belirtti. Kızıldağ bölgesinde 3 gündür şiddetli çatışmalar yaşandığını ifade eden Abdullah, şunları kaydetti:
"Kızıldağ bölgesinde 3 gündür devam eden operasyonlar sonrasında bugün saat 06.00 sıralarında geniş çaplı operasyon başlatıldı. 6 şehit ve 14-15 yaralımız var. Rejimin eline geçen Kızıldağ, bütün noktalarıyla bizlerin kontrolüne geçti. Sıcak çatışmalar devam ediyor, inşallah ilerleyişimiz devam edecek. Çatışmalar sırasında bir tank, 3 doçka ve bir buldozer ele geçirdik.
Rejim askerleri, Şii milisler ve Mihraç Ural teröristlerinden yüzlerce ölü Kızıldağ'da kaldı. Operasyonlar devam ederken Türkiye sınırını ihlal eden Rus savaş uçağı düşürüldü, pilotlar paraşütle atladı. Rejim ile bizim aramızda kalan, iki tarafın da giremediği, sıcak çatışmaların devam ettiği alana inen pilotlardan birisi mücahitlerimizin eline geçti."
Türkmen birlikleri, geçtiğimiz günlerde büyük oranda kontrolünü kaybettiği Kızıldağ tepesi ve çevresine geniş çaplı saldırı başlatmıştı.
Muhabir: Behçet Alkan
Yayınlayan: Bülent Erdeğer
24.11.2015 12:35:14
{AAAUYDU_6882747_241120151235140000_U_GEN_20151124000000}
AA6883104U GENBT
tur
Angajman kurallarını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Kremlin Basın Sözcüsü Peskov:
- "Resmin tamamını görmeden
herhangi bir yorumda bulunmak, varsayım ve değerlendirme yapmak için erken"
- "Biz uçağın Suriye hava sahasında olduğunu kesin olarak biliyoruz"
- "Rusya Devlet Başkanı Putin'in uçak olayıyla ilgili Rusya
Güvenlik Konseyini topladığı haberleri gerçeği yansıtmıyor"
MOSKOVA (AA) - Kremlin Basın Sözcüsü Dmitriy Peskov, Suriye sınırında angajman kurallarını ihlal ettiği için düşürülen Rus savaş uçağına ilişkin değerlendirme yapmak için erken olduğunu söyledi.
Peskov, konuyla ilgili gazetecilere yaptığı açıklamada, bunun çok ciddi bir olay olduğunu belirterek, "Resmin tamamını görmeden herhangi bir yorumda bulunmak, varsayım ve değerlendirme yapmak için erken. Bu nedenle sabırlı olmak gerekiyor. Bu çok ciddi bir olay, ancak tam bilgiye sahip olmadan bir şey söylemek mümkün değil ve bu yanlış olurdu" dedi.
Rusya Savunma Bakanlığından uçağın düşme nedenine ilişkin kesin açıklama yapılmadığını aktaran Peskov, "Biz uçağın Suriye hava sahasında olduğunu kesin olarak biliyoruz. Savunma Bakanlığının açıklamasında 'muhtemelen vuruldu' ifadesi kullanılıyor" diye konuştu.
Peskov, "Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in uçak olayıyla ilgili Rusya Güvenlik Konseyini topladığı haberlerinin gerçeği yansıtmadığını" belirterek, Putin'in bugün Soçi'de Ürdün Kralı Abdullah ile yapacağı görüşmede bu konuya değinebileceğini kaydetti.
Genelkurmay Başkanlığınca, Türk hava sahasını ihlal eden uçağa, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklanmıştı.
Muhabir: Hakan Ceyhan Aydoğan
Yayınlayan: Feyzullah Yarımbaş
24.11.2015 13:04:51
{AAAUYDU_6883104_241120151304510000_U_GEN_20151124000000}
AA6883247B GENBT
tur
NATO: (Sınır ihlali yapan uçağın düşürülmesi) Durumu yakından takip ediyoruz. Türk yetkililer ile irtibat halindeyiz.
Muhabir: Hasan Esen
Yayınlayan: Yusuf Kaya
24.11.2015 13:17:10
{AAAUYDU_6883247_241120151317100000_B_GEN_20151124000000}
AA6883251F POLBT
tur
Başbakan Ahmet Davutoğlu, saat 13.40'ta Çankaya Köşkü'nde basın toplantısı düzenleyecek. Davutoğlu'nun yeni kabineyi açıklaması bekleniyor.
Muhabir: Sultan Çoğalan
Yayınlayan: Dilara Küçükerdoğan
24.11.2015 13:18:01
{AAAUYDU_6883251_241120151318010000_F_POL_20151124000000}
AA6883395B GENBT
tur
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Başbakan Davutoğlu'nu kabulü sona erdi.
Muhabir: Dilara Küçükerdoğan
Yayınlayan: Dilara Küçükerdoğan
24.11.2015 13:29:37
{AAAUYDU_6883395_241120151329370000_B_GEN_20151124000000}
AA6883430R GENBT
tur
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Başbakan Davutoğlu'nu kabulü sona erdi
ANKARA (AA) - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nu kabulü sona erdi.
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde basına kapalı gerçekleşen kabul, yaklaşık 1,5 saat sürdü.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Sefa Salantur
24.11.2015 13:34:25
{AAAUYDU_6883430_241120151334250000_R_GEN_20151124000000}
AA6883482F GENBT
tur
NATO, Türkiye'nin talebi üzerine TSİ 18.00'de olağanüstü toplanacak
Muhabir: Hasan Esen
Yayınlayan: Yusuf Kaya
24.11.2015 13:41:34
{AAAUYDU_6883482_241120151341340000_F_GEN_20151124000000}
AA6883558U GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Panov, Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı
ANKARA (AA) - Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Sergey Panov, Türk hava sahasını ihlal ettiği için düşürülen uçakla ilgili çağrıldığı Dışişleri Bakanlığı'na geldi. Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov'un, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un Türkiye ziyareti öncesi hazırlıklar için İstanbul'da olması nedeniyle Dışişleri Bakanlığı'na Müsteşar Sergey Panov geldi.
Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Vekili Ahmet Muhtar Gün'ün Panov ile Türk hava sahasını ihlal ettiği için düşürülen savaş uçağı konusunu görüşeceği öğrenildi. Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden Rus Su 24 tipi savaş uçağına, devriye görevindeki 2 F-16 savaş uçağı tarafından müdahalede bulunulmuştu. Uçak, Hatay'ın Yayladağı ilçesinin karşısında, Suriye toprakları içindeki Bayırbucak bölgesine düşmüştü.
Muhabir: Ekip
Yayınlayan: Ogün Duru
24.11.2015 13:47:37
{AAAUYDU_6883558_241120151347370000_U_GEN_20151124000000}
AA6883659R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Esed güçleri, uçağın düşürüldüğü bölgeye karadan saldırı başlattı
(Fotoğraflı - Görüntülü)
HATAY (AA) - Esed rejimi, Türk Hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürüldüğü Suriye'nin Bayırbucak bölgesine karadan bombardıman başlattı. Rejim güçleri, Suriye'nin Lazkiye kentine bağlı Keseb bölgesinden, uçağın düşürüldüğü Kızıldağ çevresine havan ve top atışı yapıyor.
Patlama sesleri, Hatay'ın Suriye sınırındaki Yayladağı ilçe merkezinden de duyuluyor.
Bayırbucak Türkmen bölgesinde, rejim birliklerinin kontrolü sağladığı Kızıldağ, yeniden Türkmenlerin kontrolüne geçmişti.
Muhabir: Salim Taş
Yayınlayan: Ömer Erdem
24.11.2015 13:51:50
{AAAUYDU_6883659_241120151351500000_R_GEN_20151124000000}
AA6883662U GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- NATO, Türkiye'nin talebi üzerine TSİ 18.00'de olağanüstü gündemle toplanıyor
BRÜKSEL (AA) - NATO'nun, Türkiye'nin talebi üzerine Türk hava sahasını ihlal ettiği için düşürülen savaş uçağı gündemi ile TSİ 18.00'de olağanüstü toplanacağı bildirildi.
AA muhabirinin konuya dair sorusuna verilen yazılı cevapta, "NATO durumu yakından takip ediyor. Türk yetkililer ile irtibat halindeyiz" ifadesine yer verildi. Sözlü olarak AA muhabirine yapılan açıklamada da "NATO, 17.00'de (TSİ 18.00) Türkiye'nin talebi üzerine olağanüstü toplanacak" denildi.
Olay sonrası, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun talimatıyla Dışişleri Bakanlığınca NATO, BM ve ilgili ülkeler nezdinde gerekli girişimlerde bulunulacağı kaydedilmişti.
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, ekim ayında bir Rus uçağının Türk hava sahasını ihlali ile ilgili olarak, "NATO, Müttefik ülkeleri herhangi bir tehdide karşı savunmaya hazır. Türkiye de bu ülkelerden biridir" demişti.
Muhabir: Hasan Esen
Yayınlayan: Yusuf Kaya
24.11.2015 13:52:15
{AAAUYDU_6883662_241120151352150000_U_GEN_20151124000000}
AA6883828R GENBT
tur
Rus savaş gemisi Çanakkale Boğazı'ndan geçti
(Fotoğraflı - Görüntülü)
ÇANAKKALE (AA) - Rus Donanmasına ait bir savaş gemisi, Çanakkale Boğazı'ndan geçti.
Ege Denizi yönünden gelerek boğaza giren 158 borda numaralı "Tsezar Kunikov" adlı gemi, Marmara Denizi'ne doğru seyrini sürdürdü. Geminin rotası hakkında bilgi verilmedi.
Muhabir: Mehmet Bayer
Yayınlayan: Duygu Can
24.11.2015 14:03:00
{AAAUYDU_6883828_241120151403000000_R_GEN_20151124000000}
AA6884160R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Hatay'ın Yayladağı ilçesinde vücuduna metal parça isabet eden 2 kişi yaralandı
- Parçaların düşürülen uçaktan kopmuş olabileceği ihtimali üzerinde duruluyor
(Fotoğraflı)
HATAY (AA) - Hatay'ın Yayladağı ilçesinde vücuduna metal parça isabet eden 2 kişi yaralandı; parçaların Türk hava sahasını ihlal etmesi nedeniyle düşürülen savaş uçağından kopmuş olabileceği tahmin ediliyor.
Alınan bilgiye göre, Suriye sınırı yakınındaki Dutlubahçe Mahallesi'nde vücuduna metal parça isabet etmesi sonucu yaralanan 2 kişi, yakınları tarafından Yayladağı Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı.
Yolda yürürken metal parça isabet etmesi sonucu sağ bacağından yaralanan Mevlüt Horoz ve evinin önünde otururken sol kulağına parça isabet eden Ahmet Taşdemir, hastanede tedavi altına alındı.
Horoz ve Taşdemir, tedavilerinin ardından taburcu edildi. Metal parçaların, Türk hava sahasını ihlal etmesi nedeniyle Suriye sınırında düşürülen savaş uçağından kopmuş olabileceği ihtimali üzerinde duruluyor.
Muhabir: Ramazan Özdemir
Yayınlayan: Doğan Sarıtaş
24.11.2015 14:24:50
{AAAUYDU_6884160_241120151424500000_R_GEN_20151124000000}
AA6884414R GENBT
tur
Sınırı ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- NATO Konseyi Türkiye'nin talebi üzerine olağanüstü toplanacak BRÜKSEL (AA) - NATO Konseyi, Türk hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağını düşürülmesi nedeniyle olağanüstü toplanacak.
Türkiye'nin talebiyle TSİ 18.00'de yapılacak toplantıya NATO Genel Sekreteri ve üye ülkelerin büyükelçileri katılacak.
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, ekim ayında bir Rus uçağının Türk hava sahasını ihlali ile ilgili olarak, "NATO, Türkiye dahil Müttefik ülkeleri herhangi bir tehdide karşı savunmaya hazırdır" ifadesini kullanmıştı.
Genelkurmay Başkanlığınca, Türk hava sahasını ihlal eden uçağa, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklanmıştı.
Bu arada AB Komisyonu sözcülerinden Alexander Winterstein, düşürülen Rus savaş uçağı ile ilgili, "Bu aşamada gelişmeleri yakından takip ediyor ve tam olarak ne yaşandığını saptamaya çalışıyoruz" dedi.
Muhabir: Ata Ufuk Şeker
Yayınlayan: Feyzullah Yarımbaş
24.11.2015 14:37:36
{AAAUYDU_6884414_241120151437360000_R_GEN_20151124000000}
AA6885023B GENBT
tur
Başbakan Davutoğlu: "Türkiye ve çevresinde barışı ikame etmek, bütün bu ateş çemberinin içinde ülkemizin demokrasisini, huzurunu, güvenliğini teminat altına almak için ne gerekiyorsa yapacağımızdan bütün dünyanın haberdar ve emin olması lazım."
Muhabir: Sarp Özer
Yayınlayan: Atakan Çelik
24.11.2015 15:00:01
{AAAUYDU_6885023_241120151500010000_B_GEN_20151124000000}
AA6885175B GENBT
tur
Başbakan Davutoğlu: "Sınırlarımızın güvenliği, ülkemizin bu ateş çemberi içinde bekası, vatandaşlarımızın hayatı ve izzeti söz konusu olduğunda her türlü fedakarlığı yapacağımızı ve her türlü tedbiri alacağımızı da cümle alemin bilmesini isteriz. Bugün Türk hava sahasını ihlal eden uçaklara dönük olarak silahlı kuvvetlerimizin anında gösterdiği tepkiyi de bu çerçevede ele almak lazım. Biz hiçbir şekilde herhangi bir ülkenin toprağında gözü olan bir yaklaşımı benimsemiyoruz. Ama herkesin de bilmesi lazım ki defaatle uyarılara rağmen, geçen pazar günü Çankaya'da yaptığımız güvenlik zirvesinde bir kez daha teyit etmemize rağmen hava ve kara sınırlarımızı kim ihlal ederse ona karşı her türlü tedbiri almak hem uluslararası hakkımızdır hem de ulusal görevimizdir."
Muhabir: Selma Kasap
Yayınlayan: Zafer Çakmak
24.11.2015 15:07:20
{AAAUYDU_6885175_241120151507200000_B_GEN_20151124000000}
AA6885361B GENBT
tur
Başbakan Davutoğlu: "Bütün dünyaya, uluslararası kamuoyuna şu çağrıda bulunuyorum; gelin Suriye'deki ateşi söndürelim. Suriye'deki ateşi söndürmek yerine Bayırbucak Türkmenlerine, Halep Araplarına ya da Azaz'daki Araplara, Kürtlere, Türkmenlere ateş yağdıran kim olursa olsun, ister Suriye rejimi ister terör örgütleri isterse dışarıdan müdahale eden unsurlar, onlara karşı da mesajımız açıktır. Suriye halkı diğer bütün halklar gibi barış ve onur içinde yaşamayı hak eden bir halktır."
Muhabir: Selma Kasap
Yayınlayan: Zafer Çakmak
24.11.2015 15:14:43
{AAAUYDU_6885361_241120151514430000_B_GEN_20151124000000}
AA6885394R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
LONDRA (AA) - İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesini "çok ciddi bir olay" olarak nitelendirdi. İngiltere Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, ivedi olarak daha fazla detay arayışı olunduğu kaydedildi.
Bakanlık açıklamasında, "Bunun çok ciddi bir olay olduğu açık. Ancak, olay hakkında daha kesin bilgi sahibi olmadan daha fazla yorumda bulunmak mantıksız olur" denildi.
Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde, Türkiye sınırı yakınında bir savaş uçağı, Türk hava sahasını ihlal ettiği için Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 uçağı tarafından vurularak düşürülmüştü. Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden uçağın beş dakika içinde 10 kez ikaz edildiğini açıklamıştı.
Muhabir: İnci Gündağ
Yayınlayan: Taner Aydin
24.11.2015 15:16:40
{AAAUYDU_6885394_241120151516400000_R_GEN_20151124000000}
AA6886273B GENBT
tur
Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında bu akşam yapılacak güvenlik toplantısında bölgedeki son gelişmeler değerlendirilecek.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Zafer Çakmak
24.11.2015 16:03:59
{AAAUYDU_6886273_241120151603590000_B_GEN_20151124000000}
AA6886274R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- BM Cenevre Ofisi Sözcüsü Fevzi: "Bu, (Suriye'deki krizi) sorunları daha karmaşık hale getirebilir"
CENEVRE (AA) - Birleşmiş Milletler (BM) Sözcüsü Fevzi, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesinin, Suriye'deki krizi daha karmaşık hale getirebileceğini söyledi.
BM Cenevre Ofisi Sözcüsü Ahmed Fevzi, basın toplantısında, Rus uçağının düşürülmesinin Suriye'deki krize etkisinin ne olacağı sorusuna, "Bu, (Suriye'deki krizi) sorunları daha karmaşık hale getirebilir" dedi.
Fevzi, "Hepimiz, bu bölgede ve hayatlarımızda terörün bittiğini görmek istiyoruz. Bu nedenle de ülkeler gerekli bütün önlemleri alma kararı aldı ancak bu yapılırken de uluslararası insani hukuka uyulması ve insan haklarının ihlal edilmemesi gerekiyor" ifadelerini kullandı.
Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden Rus Su 24 tipi savaş uçağına, devriye görevindeki 2 F-16 savaş uçağı tarafından müdahalede bulunulmuştu. Uçak, Hatay'ın Yayladağı ilçesinin karşısında, Suriye toprakları içindeki Bayırbucak bölgesine düşmüştü.
Muhabir: Betül Yürük
Yayınlayan: Yusuf Kaya
24.11.2015 16:04:05
{AAAUYDU_6886274_241120151604050000_R_GEN_20151124000000}
AA6886442R GENBT
tur
Cumhurbaşkanlığında güvenlik toplantısı
- Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında, bu akşam yapılacak güvenlik toplantısında bölgedeki son gelişmeler değerlendirilecek
- Toplantıya Başbakan Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar, bazı bakanlar ve MİT Müsteşarı Fidan katılacak ANKARA (AA) - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında, bu akşam yapılacak güvenlik toplantısında bölgedeki son gelişmeler değerlendirilecek.
Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde Erdoğan başkanlığında gerçekleşecek toplantıda, bölgedeki son gelişmeler ele alınacak.
Toplantıya Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, bazı bakanlar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan katılacak.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Hamdi Çelikbaş
24.11.2015 16:16:06
{AAAUYDU_6886442_241120151616060000_R_GEN_20151124000000}
AA6886555U GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- AB Konseyi Başkanı Tusk: "Rus jetinin düşürülmesinin ardından bu ortamda, herkes serinkanlı ve sakin kalmalı"
BRÜKSEL (AA) - Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Donald Tusk, Rus jetinin düşürülmesinin ardından "serinkanlı ve sakin" kalınması çağrısı yaptı. Tusk, Türk hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağının düşürülmesinin ardından resmi Twitter hesabından yaptığı açıklamada, "Rus jetinin düşürülmesinin ardından bu ortamda, herkes serinkanlı ve sakin kalmalı" dedi.
AB Komisyonu sözcülerinden Alexander Winterstein da, düşürülen Rus savaş uçağı ile ilgili, "Bu aşamada gelişmeleri yakından takip ediyor ve tam olarak ne yaşandığını saptamaya çalışıyoruz" ifadesini kullandı.
Öte yandan NATO Konseyi, Türk hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağının düşürülmesi nedeniyle olağanüstü toplanacak. Türkiye'nin talebiyle TSİ 18.00'de başlayacak ve NATO Genel Sekreteri ile üye ülkelerin büyükelçilerinin katılacağı toplantıda, Türkiye, uçağın düşürülmesi ile ilgili bilgilendirme yapacak.
Birleşmiş Milletler (BM) Sözcüsü Ahmed Fevzi ise, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesinin, Suriye'deki krizi daha karmaşık hale getirebileceğini söyledi.
Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden Rus Su 24 tipi savaş uçağına, devriye görevindeki 2 F-16 savaş uçağı tarafından müdahalede bulunulmuştu. Uçak, Hatay'ın Yayladağı ilçesinin karşısında, Suriye toprakları içindeki Bayırbucak bölgesine düşmüştü.
Muhabir: Hasan Esen
Yayınlayan: Yusuf Kaya
24.11.2015 16:24:50
{AAAUYDU_6886555_241120151624500000_U_GEN_20151124000000}
AA6886606U GENBT
tur
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov'un yarın Türkiye'de olması bekleniyor
ANKARA (AA) - Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un, geçen hafta duyurulan Türkiye ziyaretini yarın gerçekleştirmesi öngörülüyor.
Diplomatik kaynaklar, Türkiye-Suriye sınırında Türk hava sahasını ihlal eden Rus yapımı Su-24 tipi savaş uçağının düşürülmesinin ardından, Lavrov'un İstanbul'a yapacağı ziyaretin iptal edilip edilmediğini sorusuna, ziyaretle ilgili hazırlığın devam ettiği yanıtını verdi. Kaynaklar, Rus makamlardan iptal konusunda herhangi bir bildirim almadıklarını kaydetti.
Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği Basın Sözcüsü İgor Mityakov da AA muhabirinin sorusu üzerine, "Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği olarak ziyaretin hazırlıklarına devam ediyoruz. Bize iletilen bir iptal kararı bulunmuyor"
açıklamasında bulundu.
Rusya Savunma Bakanlığı, bugün Suriye'de Rus hava kuvvetlerine ait Su-24 tipi bir savaş uçağının düşürüldüğünü açıklamıştı. Türkiye ve Rusya Dışişleri Bakanlıkları geçen hafta yaptıkları açıklamada, Lavrov'un 25 Kasım'da Türkiye'ye geleceğini, İstanbul'da Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu ile Türkiye-Rusya Üst Düzey İşbirliği Konseyi'nin alt organı Ortak Stratejik Planlama Grubu toplantısına başkanlık edeceğini duyurmuştu. Taraflar görüşmelerde ikili ve bölgesel meselelerin ele alınacağı bildirmişti.
Muhabir: Nazlı Yüzbaşıoğlu
Yayınlayan: Ogün Duru
24.11.2015 16:26:48
{AAAUYDU_6886606_241120151626480000_U_GEN_20151124000000}
AA6886663R GENBT
tur
Dışişleri Bakanlığında devir teslim
- Feridun Sinirlioğlu, görevi Mevlüt Çavuşoğlu'na devretti
(Fotoğraflı - Görüntülü)
ANKARA (AA) - Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun açıkladığı 64. Hükümette Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Mevlüt Çavuşoğlu, görevi Feridun Sinirlioğlu'dan devraldı.
Dışişleri Bakanı olarak 30 Ağustos 2015'ten beri görev yapan Sinirlioğlu, bakanlığın girişinde karşıladığı Çavuşoğlu'na görevi devretti. Kendisini karşılayan bakanlık personeliyle tokalaşan Çavuşoğlu'na çalışanlar adına çiçek verildi. İkili daha sonra makam odasına çıkarak bir süre görüştü. Ardından Çavuşoğlu, Cumhurbaşkanlığı Külliyesine gitmek üzere bakanlıktan ayrıldı.
Sinirlioğlu, devrettiği görevi 3 ay önce yine Çavuşoğlu'ndan devralmıştı.
Muhabir: Ahmet Esad Şani
Yayınlayan: Feyzullah Yarımbaş
24.11.2015 16:30:40
{AAAUYDU_6886663_241120151630400000_R_GEN_20151124000000}
AA6886729R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Savaş uçağının düşürülmesini ve paraşütle atlayan pilotları görüntüleyen AA kameramanı Erdal Türkoğlu ile foto muhabiri Fatih Aktaş, gözlemlerini anlattı
- Türkoğlu:
- "Birden havada bir alev topu gördük. Alev topu yavaş yavaş düşerken uçak olduğunu fark ettik ve kayda başladık"
(Fotoğraflı - Görüntülü)
ADANA (AA) - Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesini ve paraşütle atlayan pilotları görüntüleyen Anadolu Ajansı (AA) kameramanı Erdal Türkoğlu ile foto muhabiri Fatih Aktaş, uçağın düşüş anındaki gözlemlerini anlattı.
Türkoğlu, Suriye tarafındaki gelişmeleri izlemek üzere sabah saatlerinde Yayladağı ilçe merkezinden sınıra yakın bölgeye gittiklerini söyledi. Bölgede bulundukları sırada uçak sesi duyduklarını anlatan Türkoğlu, "Birden havada bir alev topu gördük. Alev topu yavaş yavaş düşerken uçak olduğunu fark ettik ve kayda başladık" diye konuştu.
Yanında AA foto muhabiri Fatih Aktaş'ın da olduğunu belirten Türkoğlu, uçağın düşüşünü ve paraşütle atlayan pilotları görüntülediklerini söyledi. Türkoğlu, uçağın düştüğü noktadan yoğun duman yükseldiğini belirtti. Erdal Türkoğlu, Suriye tarafındaki gelişmeleri, çok sayıda gazeteci ile Yayladağı ilçesi Çedenelik mevkisinden takip ettiklerini sözlerine ekledi.
Uçağın düşüşünü ve paraşütle atlayan pilotları fotoğraflayan Fatih Aktaş da ilk önce Suriye tarafından uçak sesi geldiğini belirterek, "Suriye'den gelen uçak sesinin ardından Türkiye tarafından da uçak sesi gelmeye başladı ve kısa süre havada ateş topu belirdi. O andan itibaren hemen deklanşöre bastım ve uçak yere düşene kadar takip ettim. Ardından da pilotların paraşütle inişini fotoğrafladım" dedi.
Muhabir: Bekir Ömer Fansa
Yayınlayan: Doğan Sarıtaş
24.11.2015 16:33:14
{AAAUYDU_6886729_241120151633140000_R_GEN_20151124000000}
AA6886992R GENBT
tur
Cumhurbaşkanı Erdoğan, MGK Genel Sekreteri Hacımüftüoğlu'nu kabul etti
ANKARA (AA) - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Seyfullah Hacımüftüoğlu'nu kabul etti. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ndeki kabul, basına kapalı gerçekleşti.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Yahya Oğuz
24.11.2015 16:48:27
{AAAUYDU_6886992_241120151648270000_R_GEN_20151124000000}
AA6887203R POLBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu:
- "Suriye sınırındaki endişe verici olayları ülkemiz adına büyük bir dikkat ve kaygıyla izliyorum"
ANKARA (AA) - CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Suriye sınırındaki endişe verici olayları, Türkiye adına büyük bir dikkat ve kaygıyla izlediğini bildirdi.
Kılıçdaroğlu, twitter hesabından, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesine ilişkin paylaşımda bulundu. Kemal Kılıçdaroğlu, "Suriye sınırındaki endişe verici olayları, ülkemiz adına büyük bir dikkat ve kaygıyla izliyorum" ifadesini kullandı.
Muhabir: Mehmet Tosun
Yayınlayan: Ersin Altınsoy
24.11.2015 17:01:21
{AAAUYDU_6887203_241120151701210000_R_POL_20151124000000}
AA6887336U GENBT
tur
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Türkiye ziyaretini iptal etti
ANKARA/MOSKOVA (AA) - Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov'un yarın gerçeklemesi beklenen Türkiye ziyaretini iptal ettiği bildirildi. Diplomatik kaynakların ve Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği Basın Müşaviri İgor Mityakov'un, AA'ya ziyarete ilişkin hazırlıkların sürdüğünü ve Rus tarafının iptale ilişkin herhangi bir bildirimde bulunmadığı bilgisi vermesinin ardından, taraflardan yeni bir açıklama geldi.
Lavrov, Soçi'de gazetecilere yaptığı açıklamada Türkiye ziyaretini iptal ettiğini duyurdu. Rus Bakan ayrıca, Türkiye'deki terör tehdidinin Mısır'dan daha az olmadığını ileri sürerek Rus vatandaşlarına Türkiye'yi ziyaret etmemelerini tavsiye etti.
Rusya Savunma Bakanlığı, bugün Suriye'de Rus hava kuvvetlerine ait Su-24 tipi bir savaş uçağının düşürüldüğünü açıklamıştı. Türkiye ve Rusya Dışişleri Bakanlıkları geçen hafta yaptıkları açıklamada, Lavrov'un 25 Kasım'da Türkiye'ye geleceğini, Türkiye-Rusya Üst Düzey İşbirliği Konseyi'nin alt organı Ortak Stratejik Planlama Grubu toplantısına katılacağını duyurmuştu.
Muhabir: Selen Temizer
Yayınlayan: Ogün Duru
24.11.2015 17:07:14
{AAAUYDU_6887336_241120151707140000_U_GEN_20151124000000}
AA6887453R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Rusya Devlet Başkanı Putin, Rus hava kuvvetlerine ait uçağın hava sahası ihlalinde bulunmadığını iddia etti
MOSKOVA (AA) - Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Türk hava sahasını ihlal ettiği için düşürülen savaş uçağının Türkiye sınırına 1 kilometre uzaklıkta vurulduğunu savundu.
Putin, Rusya'nın Soçi kentinde Ürdün Kralı Abdullah ile görüşmesinde basın mensuplarının sorularını cevapladı. Türk hava sahasını ihlal eden bir savaş uçağının Türk hava kuvvetlerince düşürülmesine ilişkin soru üzerine Putin, uçağın 6 bin metre irtifada Türkiye sınırına 1 kilometre uzaklıkta vurulduğunu, pilotların Türkiyeiçin tehdit oluşturmadığını savundu. Putin, Rus uçağının Türkiye sınırına 4kilometre uzağa düştüğünü ifade etti.
Türkiye'yi sadece yakın bir komşu değil, dost bir ülke olarak da gördüklerini dile getiren Putin, "Bugün yaşananların kime lazım olduğunu bilmiyorum ama bize lazım değildi. Olayı dikkatli bir şekilde analiz edeceğiz, butrajik olayın Türk-Rus ilişkileri için ciddi sonuçları olacaktır" dedi.
Putin, Türkiye'nin Rusya ile gerekli irtibatı kurmak yerine, NATO'yu toplantıya çağırdığını iddia etti. Olayın terörle mücadelenin dışına çıktığını ileri süren Putin, "Bugün terör işbirlikçileri tarafından sırtımızdan vurulduk. Olanları başka şekilde açıklayamam" suçlamasında bulundu.
Putin, Rus uçaklarının Lazkiye'nin kuzeyinde DAEŞ'e karşı operasyon yürüttüğünü öne sürdü. Rusya'nın ABD ile havada istenmeyen kazaların önlenmesi için anlaşma
imzaladığını anımsatan Putin, Türkiye'nin de ABD'nin terörle mücadele koalisyonunda yer almasına rağmen bu olayın yaşandığını söyledi.
Putin, DAEŞ'in, Türkiye topraklarına petrol ve petrol ürünü sevk ederek kazanç elde ettiğini ileri sürdü. Her ülkenin kendi bölgesel çıkarları olmasına saygıyla yaklaştıklarını kaydeden Putin, "Ama bugünkü gibi suçların yaşanmasına tahammül edemeyiz" ifadesini kullandı.
Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklamıştı. Milliyeti bellli olmayan uçak, müdahalenin ardından Suriye topraklarına düşmüştü.
Muhabir: Hakan Ceyhan Aydoğan
Yayınlayan: Tolga Özgenç
24.11.2015 17:14:57
{AAAUYDU_6887453_241120151714570000_R_GEN_20151124000000}
AA6887769U POLBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- BMGK dönem başkakı İngiltere'nin BM Daimi Temsilcisi Rycroft, konu hakkında konsey üyelerinden henüz toplantı talebi gelmediğini söyledi
-Rycroft:
- "Birleşik Krallık, Türkiye'nin kendi hava sahasını koruma hakkını savunuyor"
NEW YORK (AA) - Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) dönem başkanı İngiltere'nin Daimi Temsilcisi Matthew Rycroft, Türk hava sahasını ihlaleden savaş uçağının düşürülmesi konusunda konsey üyelerinden henüz toplantıtalebi gelmediğini söyledi.
BM Genel Merkezi'nde gazetecilerin sorularını yanıtlayan Rycroft, gelişmelerden endişe duyduğunu belirtti.
"Birleşik Krallık, Türkiye'nin kendi hava sahasını koruma hakkını savunuyor" diyen Rycroft, BMGK üyesi ülkelerden şu ana kadar konuyla ilgili aciltoplantı talebi almadıklarını kaydetti.
Rycroft, Türkiye, Rusya ve diğer ülkelerle iletişim halinde olduklarını ifade ederek, konu hakkında Türkiye'den geçtiğimiz saatlerde bir mektup ulaştığını bildirdi.
Rusya'nın BM Daimi Temsilcisi Vitaly Churkin, konuyu BMGK gündemine getirmeyi planlayıp planlamadıklarına yönelik bir soruya, "Şu an için bilmiyorum. Belki de" yanıtını verdi. Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden Rus Su24 tipi savaş uçağına, devriye görevindeki 2 F-16 savaş uçağı tarafındanmüdahalede bulunulmuştu. Uçak, Hatay'ın Yayladağı ilçesinin karşısında, Suriye toprakları içindeki Bayırbucakbölgesine düşmüştü. Genelkurmay Başkanlığı damüdahalenin, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından gerçekleştiğini bildirmişti.
Muhabir: Mustafa Çağlayan
Yayınlayan: Barışkan Ünal
24.11.2015 17:35:22
{AAAUYDU_6887769_241120151735220000_U_POL_20151124000000}
AA6887771B POLBT
tur
Başbakan Davutoğlu'nun, İngiltere Başbakanı David Cameron ile telefonda görüştüğü, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesine ilişkin görüş alış verişinde bulunduğu bildirildi.
Muhabir: Kurbani Geyik
Yayınlayan: Yusuf İzzettin Çelebi
24.11.2015 17:35:51
{AAAUYDU_6887771_241120151735510000_B_POL_20151124000000}
AA6887823R GENBT
tur
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde güvenlik toplantısı
- Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığındaki güvenlik toplantısı başladı
ANKARA (AA) - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında bölgedeki son gelişmelere ilişkin güvenlik toplantısı başladı.
Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre, Erdoğan başkanlığında yapılan toplantıya, Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay BaşkanıOrgeneral Hulusi Akar, bazı bakanlar ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan katılıyor. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde basına kapalı gerçekleşen toplantı saat 17.30'da başladı.
Muhabir: İlhan Toprak
Yayınlayan: Şükran Yücel
24.11.2015 17:39:45
{AAAUYDU_6887823_241120151739450000_R_GEN_20151124000000}
AA6887960B GENBT
tur
ABD Savunma Bakanlığı yetkilileri, Türk pilotların Rus uçağını 10 kez uyardığını doğruladı
Muhabir: Tuğrul Çam
Yayınlayan: Kamuran Akkuş
24.11.2015 17:49:02
{AAAUYDU_6887960_241120151749020000_B_GEN_20151124000000}
AA6888078B GENBT
tur
Türkiye'nin BM Daimi Temsilciliği, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi konusunda BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve BM Güvenlik Konseyi'ni mektupla bilgilendirdi.
Muhabir: Mustafa Keleş
Yayınlayan: Osman Kurt
24.11.2015 17:58:08
{AAAUYDU_6888078_241120151758080000_B_GEN_20151124000000}
AA6888105R POLBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Başbakan Davutoğlu, İngiltere Başbakanı Cameron ile telefonla görüştü
- Davutoğlu ve Cameron'un görüşmede, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili görüş alışverişinde bulunduğu belirtildi.
ANKARA (AA) - Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun, İngiltere Başbakanı David Cameron'ı telefonla arayarak, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili görüş alışverişinde bulunduğu bildirildi.
Başbakanlık Basın Müşavirliğinden yapılan açıklamaya göre, Başbakan avutoğlu, İngiltere Başbakanı Cameron ile telefonla görüştü. İki liderin görüşmede, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili görüş alışverişinde bulunduğu ifade edildi.
Açıklamada, şunlar kaydedildi:
"Sayın Başbakanımız, konu hakkında BM ve NATO makamlarının ayrıntılı olarak ayrıca bilgilendirileceğini ifade etmiş ve ayrıca ülkemizdeki P5 ülkeleri büyükelçilerine Dışişleri Bakanlığımızca bilgi verildiğini söylemiştir. İngiltere Başbakanı Cameron, paylaştığı bilgiler için Sayın Başbakanımıza teşekkür etmiştir. İki lider, 29 Kasım Pazar günü Brüksel'de yapılacak Türkiye-AB zirvesi sırasında görüşmek üzere mutabık kalmışlardır."
Muhabir: Kurbani Geyik
Yayınlayan: Bekir Nazım Ada
24.11.2015 18:01:28
{AAAUYDU_6888105_241120151801280000_R_POL_20151124000000}
AA6888186R GENBT
tur
Türk Hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Litvanya Dışişleri Bakanı Linkevicius:
"Rus uçağın vurulması, ciddi bir olay ancak Rusya'nın sürekli hava sahasını ihlal ettiğinden, beklenmedik bir olay değil"
VİLNİUS (AA) - Litvanya Dışişleri Bakanı Linas Linkevicius, Türk hava sahasını ihlal ettiği için düşürülen savaş uçağına ilişkin, "Rus uçağın vurulması, ciddi bir olay ancak Rusya'nın sürekli hava sahasını ihlal ettiğinden, beklenmedik bir olay değil" dedi.
Litvanya ulusal haber ajansı BNS'nin haberine göre Linkevicius, Türk hava sahasını ihlal eden bir savaş uçağının Türk hava kuvvetlerince düşürülmesine ilişkin olarak, "Birkaç aydır Rus savaş uçaklarının Suriye'de Türkiye sınırına yakın alanlarda yoğun bir askeri faaliyet içinde olduğunu biliyoruz. Türkiye'den gelen haberlere göre de tekrar tekrar sınır ihlalleri yaşanmıştı" diye konuştu.
Bölgede daha önce de Rusya'ya ait bir insansız hava aracının vurularak düşürüldüğünü hatırlatan Linkevicius, "Türkiye gelecekte de benzer olaylar yaşanması halinde hava sahasını savunacağını, uçakları düşüreceğini söylemişti" görüşünü dile getirdi.
Linas Linkevicius, "Rus uçağın vurulması, ciddi bir olay ancak Rusya'nın sürekli hava sahasını ihlal ettiğinden, beklenmedik bir olay değil" ifadelerini kullandı.
Linkevicius, "Şimdiden taraflardan birini suçlamak sorumsuzluk olur. Bununla birlikte gerilim, müttefik sınırlara çok yakın hava sahasında Rusya'nın gerçekleştirdiği hava saldırılarıyla tırmandırılıyor" diye konuştu. Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklamıştı.
Muhabir: Rustam Mikayilli
Yayınlayan: Osman Kurt
24.11.2015 18:07:11
{AAAUYDU_6888186_241120151807110000_R_GEN_20151124000000}
AA6888232U GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Türkiye, olaya ilişkin BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi'ni bilgilendirdi
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (AA) - Türkiye'nin BM Daimi Temsilciliği, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi konusunda BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun ve BM Güvenlik Konseyi'ni mektupla bilgilendirdi.
Türkiye'nin BM Daimi Temsilcisi Halit Çevik imzasıyla ve acil koduyla gönderilen mektupta bu sabah hangi ülkeye ait olduğu bilinmeyen 2 adet SU-24 tipiuçağın Yayladağı-Hatay bölgesinde Türk hava sahasına yaklaştığı, uçakların beşdakika içinde 10 kez rotalarını değiştirmeleri konusunda uyarıldığı kaydedildi.
İki uçağın da 19 bin feet yükseklikte uyarılara aldırmayarak yerel saatle 09.24.05'te 17 saniye süreyle Türk hava sahasını ihlal ettikleri belirtilen mektupta Türk hava sahasını ihlal eden uçaklardan birinin bölgede devriye görevi yapan F-16 savaş uçaklarınca angajman kuralları gereği Türk havasahasında vurulduğu ve uçağın sınırın Suriye tarafına düştüğü ifade edildi. Türkiye'nin angajman kurallarını birçok kez diğer ülkelerle paylaştığı vurgulanan mektupta Türkiye'nin uluslararası hukuk altında vatandaşlarını ve sınırlarını korumak için gerekli önlemleri almakta tereddüt etmeyeceği belirtildi.
Mektupta BM Güvenlik Konseyi ve Genel Sekreterliği'nden herhangi bir talepte bulunulmadı.
Muhabir: Mustafa Keleş
Yayınlayan: Kamuran Akkuş
24.11.2015 18:10:26
{AAAUYDU_6888232_241120151810260000_U_GEN_20151124000000}
AA6888252U GENBT
tur
Türk Hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Türkiye'nin talebi üzerine olağanüstü NATO Konseyi toplantısı başladı
BRÜKSEL (AA) - NATO Konseyi, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi nedeniyle Türkiye'nin talebi üzerine olağanüstü toplandı. Türkiye'nin talebiyle TSİ ile 18.00'de başlayan toplantıya, NATO Genel Sekreteri ile üye ülkelerin büyükelçileri katıldı.
Toplantıda Türkiye, uçağın düşürülmesiyle ilgili bilgilendirme yapacak ve uçağın Türk hava sahasını ihlal ettiğini gösteren radar izleri, üye ülkelerle paylaşılacak.
NATO'dan gün içinde yapılan açıklamada, "NATO durumu yakından takip ediyor. Türk yetkililerle irtibat halindeyiz" ifadesi kullanılmıştı. Olay sonrası Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun talimatıyla Dışişleri Bakanlığınca NATO, BM ve ilgili ülkeler nezdinde gerekli girişimlerde bulunulacağı kaydedilmişti. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Ekim ayında bir Rus uçağının Türk hava sahasını ihlali hakkında, "NATO, müttefik ülkeleri herhangi bir tehdide karşı savunmaya hazır. Türkiye de bu ülkelerden biridir" demişti.
Muhabir: Hasan Esen
Yayınlayan: Barışkan Ünal
24.11.2015 18:11:38
{AAAUYDU_6888252_241120151811380000_U_GEN_20151124000000}
AA6888398U GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- ABD Savunma Bakanlığı, düşürülen uçağın 10 kez uyarıldığını doğruladı
WASHINGTON (AA) - ABD öncülüğündeki koalisyonun DAEŞ'e karşı yürüttüğü Doğal Kararlılık Operasyonu Sözcüsü Albay Steve Warren, Türk hava sahasını ihlaleden savaş uçağının düşürülmesi konusunda, savaş uçağının 10 kez uyarıldığınıkendilerinin de duyduğunu bildirdi.
Warren, Bağdat'tan video konferans yoluyla gazetecilere yaptığı açıklamada, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili soruları da yanıtladı.
"Türk hükümeti, kendilerinin iki F16 sınır kontrol uçağının, iki Rus SU 24 tipi uçakla angaje olduğunu duyurdu, bir Rus uçağı düşürüldü" ifadesini kullanan Warren, uçağın ABD'ye ait radarlarda görünüp görünmediğinin sorulması üzerine de, "Tabii ki o bölgedeki tüm uçakları takip edebilecek radarlarımız ve diğer imkanlarımız var. Henüz tüm bilgileri ve detayları toparlama aşamasındayız. Uzak ve dağlık bir bölge. Sınırların nereden geçtiğini tam olarak kestirmek güç"diye konuştu.
Radarlarında savaş uçağını gördüklerini yineleyen Warren, "Havadaki durumun tamamen farkındaydık" dedi.
-"Olay biten her şeyi duyabiliyorduk"
Warren, savaş uçaklarına Türk pilotların 5 dakika içinde 10 uyarı yapmasıyla ilgili olarak da, "Olan biten her şeyi duyabiliyorduk. Bunlar açık kanallar. Bunları diğerlerinin de duyduğuna eminim" dedi ve Türk pilotların 10 kez uyarı yaptığını doğruladı.
Sözcü Warren, başka bir soru üzerine, "Tek söyleyebileceğim, olay sınırda meydana geldi. Onun ötesinde şu anda yaptığımız, tüm verileri toparlamak ve incelemek" ifadesini kullandı.
Tüm dataları incelemek için biraz zamana ihtiyaç duyduklarını belirten Warren, "Bu işler, filmlerde göründüğü gibi kolay değil. Tam olarak olayın neredemeydana geldiğini öğrenmek için zamana ihtiyacımız var" şeklinde konuştu.
-"Olay Türkler ve Ruslar arasında yaşandı"
Warren, Türkiye'de bulunan ABD'ye ait F-15 uçaklarının bir kısmının DAEŞ'e karşı operasyonlar düzenlediğini, diğerlerinin de Türkiye'nin hava devriyesine yardımcı olduğunu dile getirerek, F-15 uçaklarının hiçbirinin olay sırasında yakında bulunmadığını bildirdi.
Bu tür olayların çok hızlı geliştiğini ifade eden Albay Warren, bölgede ne bir Amerikan uçağı ne de Amerikalı personel bulunduğunu kaydetti. Warren, "Bu olay tamamen Türkler ve Ruslar arasında meydana geldi" dedi.
-"Rusların söyledikleriyle yaptıklarının uyuşmaması hakkında endişeliyiz"
Rusya'nın Suriye'de DAEŞ'i hedef aldığını iddia ettiğini ama vurulan yerlerin birçoğunun DAEŞ'e ait olmadığını vurgulayan Warren, bugünkü olayın yaşandığı yerde de DAEŞ'e ait unsur bulunmadığını söyledi.
Warren, "Rusların söyledikleriyle yaptıklarının uyuşmaması hakkında endişeliyiz. Ruslar, terörle mücadele ettiklerini söylüyorlar ama rutin olarak yaptıkları, amaçları Esed rejimini güçlendirmek ve ömrünü uzatmak. Saldırılarının çoğu rejimin çıkarlarını sağlamaya yönelik" ifadesini kullandı.
Muhabir: Tuğrul Çam
Yayınlayan: Barışkan Ünal
24.11.2015 18:26:53
{AAAUYDU_6888398_241120151826530000_U_GEN_20151124000000}
AA6888614R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- İspanya Dışişleri Bakanı Margallo:
- "Ne olursa olsun Türk hava sahasının ihlal edilmesi kabul edilemez"
MADRİD (AA) - İspanya Dışişleri Bakanı Jose Manuel Garcia Margallo, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili olarak, "Ne olursa olsun Türk hava sahasının ihlal edilmesi kabul edilemez" dedi. Gazetecilere yaptığı değerlendirmede bulunan Margallo, hem Türkiye hem de Rusya'ya "sakin olunması" çağırısını yaptı.
"Her iki ülke de ortak düşmanın DAEŞ olduğunu hatırlamalı" diyen Margallo, bugünkü olayın bir daha tekrarlanmaması için Türkiye ve Rusya'nın uluslararası anlaşmaların gerekliliğini yerine getirmelerini istedi. Margallo, ayrıca, Rusya'ya "DAEŞ'e karşı uluslararası koalisyona dahil ol" çağrısında bulundu.
Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklamıştı.
Muhabir: Şenhan Bolelli
Yayınlayan: Barışkan Ünal
24.11.2015 18:43:25
{AAAUYDU_6888614_241120151843250000_R_GEN_20151124000000}
AA6888750R GENBT
tur
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ndeki güvenlik toplantısı Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığındaki toplantı sona erdi
ANKARA (AA) - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında bölgedeki son gelişmelere ilişkin güvenlik toplantısı sona erdi. Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre Erdoğan başkanlığında yapılan toplantıya, Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, bazı bakanlar ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan katıldı. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde basına kapalı gerçekleşen toplantı 1 saat 15 dakika sürdü.
Muhabir: İlhan Toprak
Yayınlayan: Kamuran Akkuş
24.11.2015 18:58:09
{AAAUYDU_6888750_241120151858090000_R_GEN_20151124000000}
AA6888763R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier:
- "İki başkentin doğrudan birbirleriyle diyalog kurmalarını ve reaksiyon ve karşı reaksiyonlara ilişkin hem Ankara hem de Moskova'nın sorumluluklarını bileceklerini ümit ediyorum"
- Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov:
- "Uçağın düşürülmesiyle nedeniyle NATO ve Rusya arasında bunalım olursa, bu iyi olmaz, olumlu sonuç da getirmez"
BERLİN (AA) - Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, Türk hava sahasını ihlal eden uçağın düşürülmesine ilişkin, "İki başkentin doğrudan birbirleriyle diyalog kurmalarını ve reaksiyon ve karşı reaksiyonlara ilişkin hem Ankara hem de Moskova'nın sorumluluklarını bileceklerini ümit ediyorum" dedi.
Steinmeier, başkent Berlin'de yaptığı açıklamada, olayın nasıl geliştiğini henüz tam olarak bilmediğini ifade etti. Moskova ve Ankara'daki açıklamaların "bunun ciddi bir olay olduğunu gösterdiğini" ifade eden Steinmeier, "Şimdi bir çok şey Moskova ve Ankara'daki tepkilerin nasıl olacağına bağlı. İlk olarak, iki başkentin doğrudan birbirleriyle diyalog kurmalarını, ikinci olarak da reaksiyon ve karşı reaksiyonlara ilişkin hem Ankara hem de Moskova'nın sorumluluklarını bileceklerini ümit ediyorum" diye konuştu.
Steinmeier, "Suriye'deki iç savaşta geriliminin düşürülmesi amacıyla Viyana'da güçlükle başlatılan görüşmelerin bu olaydan zarar görmemesini umduğunu" belirterek, "Yaptığımız iki Viyana görüşmesiyle henüz daha yeni başlayan yolda ilerlemenin mümkün kılınması için, iki başkentte de ihtiyatlı olunması ve mantığın hakim olmasını umuyorum" ifadesine yer verdi.
Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini, Twitter hesabından yaptığı açıklamada, konuyla ilgili NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ile görüştüğü bilgisini vererek, Türkiye ve Rusya arasında herhangi bir gerginlikten kaçınılmasına ihtiyaç olduğunu kaydetti.
- Hollanda
Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders, konuyu, "çok ciddi bir olay" olarak nitelendirdi.
Bakanlığın Twitter hesabından yaptığı açıklamada Koenders, "Tüm gerçeklerin açıklığa kavuşması önemli" ifadesini kullandı.
- Bulgaristan
Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov, "Uçağın düşürülmesiyle nedeniyle NATO ve Rusya arasında bir bunalım olursa bu iyi olmaz olumlu sonuç da getirmez" yorumunda bulundu.
Çin'de bulunan Borisov, Bulgaristan Ulusal Radyosu'na (BNR) yaptığı açıklamada, pazar günü Türkiye ile AB arasında Brüksel'de yapılacak zirveye işaret ederek, "Olay kötü bir zamanda oldu" dedi.
Bulgaristan Parlamentosu İçişleri Komisyonu Başkanı Atanas Atanasov da, olayın "merkez üssüne" yakın olan Bulgaristan için de risk yarattığına işaret ederek, "Titizlikle araştırma yapılması şart. Suriye'de Rusya'nın kime bomba attığı merak konusudur" diye konuştu.
Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden Rus Su 24 tipi savaş uçağına, devriye görevindeki 2 F-16 savaş uçağı tarafından müdahalede bulunulmuştu. Uçak, Hatay'ın Yayladağı ilçesinin karşısında, Suriye toprakları içindeki Bayırbucak bölgesine düşmüştü. Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklamıştı.
Muhabir: Ekip
Yayınlayan: Barışkan Ünal
24.11.2015 19:01:09
{AAAUYDU_6888763_241120151901090000_R_GEN_20151124000000}
AA6888920B GENBT
tur
Başbakan Ahmet Davutoğlu, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg'i telefonla arayarak, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili görüş alışverişinde bulundu.
Muhabir: Hatice Özdemir
Yayınlayan: Ömür Melih Üzelce
24.11.2015 19:34:02
{AAAUYDU_6888920_241120151934020000_B_GEN_20151124000000}
AA6888928R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- BMGK Dönem Başkanı İngiltere'nin Daimi Temsilcisi Matthew Rycroft:
- "Bugünkü toplantıda bu konu gündeme getirilmedi. Biz İngiltere olarak Türk meslektaşlarımızla her seviyede temas halindeyiz"
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (AA) - Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi konusunun BM Güvenlik Konseyi'ndeki (BMGK) toplantıda gündeme gelmediği bildirildi.
BMGK Dönem Başkanı İngiltere'nin Daimi Temsilcisi Matthew Rycroft, Konsey'deki Sudan ve Güney Sudan toplantısının ardından gazetecilere yaptığı açıklamada, savaş uçağının düşürülmesi konusunda BM Güvenlik Konseyi Başkanı olarak bir talep olması halinde toplantı yapabileceklerini ancak henüz herhangi bir talep gelmediğini söyledi.
Bu olayın Suriye krizine siyasi çözüm bulunması konusundaki çabaların iki katına çıkarılması gerektiğini gösterdiğini anlatan Rycroft, bu olayların tekrar yaşanmaması için de önlem alınması gerektiğini ifade etti.
Rycroft, "Bugünkü toplantıda bu konu gündeme getirilmedi. Biz İngiltere olarak Türk meslektaşlarımızla her seviyede temas halindeyiz" dedi.
Muhabir: Mustafa Keleş
Yayınlayan: Kamuran Akkuş
24.11.2015 19:34:46
{AAAUYDU_6888928_241120151934460000_R_GEN_20151124000000}
AA6888942R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Rusya Savunma Bakanlığı:
"Türk Hava Kuvvetleri'nin tutumunu dostane olmayan bir hareket olarak görüyoruz"
MOSKOVA (AA) - Rusya Savunma Bakanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesini "dostane olmayan bir hareket" olarak nitelendirdi. Bakanlıktan yapılan açıklamada, "Türk Hava Kuvvetleri'nin tutumunu dostane olmayan bir hareket olarak görüyoruz" ifadeleri kullanıldı.
Açıklamada, olaydan sonra Rusya Savunma Bakanlığı'nın, Türkiye ile telefon bağlantısı kurma girişiminde bulunduğunu ancak başarılı olamadığı öne sürüldü.
Rusya'nın Suriye'deki hava saldırılarına devam edeceğinin bildirildiği açıklamada, "Bakanlığımız, bu tür olaylara karşılık verilmesi için bir dizi tedbir üzerinde çalışıyor" ifadeleri kullanıldı.
Öte yandan, Türkiye'nin Moskova'daki askeri ataşesinin bakanlığa çağrılarak resmi protesto notası verildiği belirtildi. Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklamıştı. Milliyeti belli olmayan uçak, müdahalenin ardından Suriye topraklarına düşmüştü.
Muhabir: Hakan Ceyhan Aydoğan
Yayınlayan: Kamuran Akkuş
24.11.2015 19:38:53
{AAAUYDU_6888942_241120151938530000_R_GEN_20151124000000}
AA6888977R GENBT
tur
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'ndeki güvenlik toplantısı
- Toplantıda, Suriye başta olmak üzere bölgedeki son gelişmeler doğrultusunda genel güvenlik konuları ele alındı.
- Türkiye'nin sınır güvenliği ve Suriye'nin Bayırbucak bölgesindeki son durumun değerlendirildiği toplantıda, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının angajman kuralları çerçevesinde düşürülmesi meselesi görüşüldü.
ANKARA (AA) - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında yapılan güvenlik toplantısında Suriye başta olmak üzere bölgedeki son gelişmeler doğrultusunda genel güvenlik konuları ele alındı.
Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından edinilen bilgiye göre toplantıda, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde Erdoğan başkanlığında gerçekleşen toplantıda,
Türkiye'nin sınır güvenliği masaya yatırıldı. Bu çerçevede, Suriye sınırında Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının angajman kuralları çerçevesinde
düşürülmesi meselesi görüşüldü.
Toplantıda, Suriye'nin Bayırbucak bölgesindeki son durumunun da masaya yatırıldığı kaydedildi.
Toplantıya Başbakan Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, ilgili bakanlar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan katıldı.
Muhabir: Kadir Karakuş
Yayınlayan: Kamuran Akkuş
24.11.2015 19:44:56
{AAAUYDU_6888977_241120151944560000_R_GEN_20151124000000}
AA6888989B POLBT
tur
Cumhurbaşkanı Erdoğan: "(Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi) Biz buna şahit olmak istemeyiz ama böyle bir durumla karşı karşıya bırakılmanın ne yazık ki ıstırabını yaşıyoruz. Bu hadise tamamen Türkiye'nin önceden ilan ettiği angajman kuralları çerçevesinde gerçekleşmiştir. Türkiye'nin komşularıyla başka herhangi bir ülkeye karşı düşmanlığı asla söz konusu değildir.
Suriye'de bugüne kadar çok daha vahim olaylar yaşanmamasının sebebi Türkiye'nin soğuk kanlı tutumudur. Bu son hadisenin önüne geçmek için de elimizden gelen gayreti gösterdiğimizden kimsenin şüphesi olmasın. Türkiye'nin kendi sınırlarını
koruma hakkına da herkes saygı göstermelidir."
Muhabir: Ferdi Türkten
Yayınlayan: Ömür Melih Üzelce
24.11.2015 19:48:15
{AAAUYDU_6888989_241120151948150000_B_POL_20151124000000}
AA6889022U GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Başbakan Davutoğlu, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ile telefonla görüştü
- Davutoğlu ve Stoltenberg'in görüşmede, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili görüş alışverişinde bulunduğu bildirildi
ANKARA (AA) - Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg'i telefonla arayarak, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili görüş alışverişinde bulunduğu bildirildi.
Başbakanlık Basın Müşavirliğinden yapılan açıklamaya göre, Başbakan Davutoğlu, NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ile telefonla görüştü. Görüşmede, sabah Su 24 tipi uçağın hava sahası ihlali sonrası kaydedilen gelişmeler hakkında görüş alışverişinde bulunulduğu belirtildi.
Açıklamada şunlar kaydedildi:
"Sayın Başbakanımız, söz konusu olaya ilişkin detaylı bilgilerin bugün talebimiz üzerine Brüksel'de gerçekleştirilecek NATO Konseyi toplantısında da müttefiklerimizle paylaşılacağını ifade etmiştir. NATO Genel Sekreteri bilgilendirme için Sayın Başbakanımıza teşekkür ederek ülkemizin güvenliğine dair NATO bünyesinde yürütülen çalışmalar hakkında bilgi vermiş, ittifak dayanışması çerçevesinde sürdürülen bu çalışmalara dair konuların önümüzdeki günlerde Brüksel'de düzenlenecek NATO Dışişleri Bakanları toplantısında ele alınacağını belirtmiştir."
Muhabir: Hatice Özdemir
Yayınlayan: Osman Kurt
24.11.2015 20:01:23
{AAAUYDU_6889022_241120152001230000_U_GEN_20151124000000}
AA6889027F GENBT
tur
NATO Genel Sekreteri Stoltenberg: "(Rus uçağının Türkiye hava sahasını ihlal etmesi) Elimizde olan bilgi diğer müttefikler ile uyumlu ve Türkiye'nin bilgilerinin doğru olduğunu gösteriyor"
(Fotoğraflı - Görüntülü)
Muhabir: Yusuf Kaya
Yayınlayan: Yusuf Kaya
24.11.2015 20:03:26
{AAAUYDU_6889027_241120152003260000_F_GEN_20151124000000}
AA6889044F GENBT
tur
NATO Genel Sekreteri Stoltenberg: "Rusya'nın Suriye'de gerçekleştirdiği saldırıların çoğunda hedefler DAEŞ olmayan yerler oldu"
Muhabir: Ata Ufuk Şeker
Yayınlayan: Yusuf Kaya
24.11.2015 20:06:24
{AAAUYDU_6889044_241120152006240000_F_GEN_20151124000000}
AA6889046R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- İngiltere Başbakanlık Sözcüsü:
- "Cameron Davutoğlu'nu,
olayın mahiyetinin tam anlaşılabilmesi ve gerilimin tırmanmasınının önüne nasılgeçilebileceğinin görülmesi için Türkler ile Rusların bu konuda doğrudan iletişimhalinde kalması konusunda teşvik etti"
LONDRA (AA) - İngiltere Başbakanı David Cameron'ın, Türk hava sahasını ihlal eden uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak Başbakan Ahmet Davutoğlu'yla yaptığı görüşmede, "gerilimin tırmanmasından kaçınılması için Türkiye'yi Rusya ile doğrudan iletişim halinde kalmaya teşvik ettiği" bildirildi.
İngiltere Başbakanlık Sözcüsü, İngiliz basınına yaptığı açıklamada, Cameron ile Davutoğlu arasında, Türk hava sahasını ihlal eden uçağın düşürülmesiyle ilgili olarak 10 dakikalık telefon görüşmesi yapıldığı kaydetti. Görüşmede Cameron'ın Türkiye'yi Rusya ile doğrudan temas hallinde kalmaya teşvik ettiğini belirten sözcü, "Cameron Davutoğlu'nu, olayın mahiyetinintam anlaşılabilmesi, gelecekte tekrarından kaçınılabilmesi ve gerilimintırmanmasının önüne nasıl geçilebileceğinin görülmesi için Türkler ile Ruslarınbu konuda doğrudan iletişim halinde kalması konusunda teşvik etti" diye konuştu.
-"İzlenmesi gereken prosedürler var"
Sözcü, İngiliz savaş uçaklarının da Güney Kıbrıs'taki Akrotiri havaüssünden Irak'taki DAEŞ hedeflerini vurmaya giderken Türk hava sahasını kullandığını ancak bunun için Türkiye'den izin alındığını vurguladı. DAEŞ'e karşı mücadele veren uluslararası koalisyonun bazı üyelerinin Suriye'de hava operasyonları yürüten Rusya'ya "iletişim kanallarını" açık tutmakonusundaki kaygılarını daha önce ilettiğini anlatan sözcü, şunları söyledi: "Şu anda önemli olan bu olayla ilgili bütün gerçeklerin ortaya çıkması. Biz Türkiye'nin hava sahasını koruma hakkına saygı duyuyoruz. Bir ülkenin hava sahasında uçmak için izlenmesi gereken prosedürler var. İzin almaya çalışmanız ve izin almanız durumunda da ilgili ülkenin yerdeki yetkilileri ile pilotlarınız arasında iletişim olması lazım. Bütün bu adımların izlenmesi lazım."
Başbakanlık Sözcüsü, Rus savaş uçağının düşürülmesinin İngiltere'nin DAEŞ'e karşı Suriye'deki operasyonlara katılma planlarını nasıl etkileyebileceğiyle ilgili soruya da "Bu olay DAEŞ'in İngiltere'ye teşkil ettiği tehdidi ve İngiltere'nin DAEŞ'e karşı mücadele eden koalisyon içinde Suriye'de de yer alması ihtiyacını değiştirmiyor" yanıtını verdi.
Sözcü, "Türklerle birlikte DAEŞ'e karşı yapılabilecekleri ele almaya açığız" ifadesini kullandı.
Muhabir: Tayfun Salcı
Yayınlayan: Kamuran Akkuş
24.11.2015 20:07:07
{AAAUYDU_6889046_241120152007070000_R_GEN_20151124000000}
AA6889185R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- ABD Başkanı Obama:
- "Türkiye, her ülke gibi toprağını ve hava sahasını savunma hakkına sahiptir"
- "Önemli olan hem Türkler hem de Rusların tam olarak ne olduğunu ortaya çıkarmak için birbirleriyle konuşmalarını sağlamak ve gerilimin yükselmesini engelleyecek tedbirler almak"
- "Bu olayın, Rusya'nın operasyonlarının Türkiye sınırlarının çok yakınında devam etmesi ve sadece Türkiye değil başka ülkeler tarafından da desteklenen ılımlı muhaliflerin hedef alınmasıyla ilgili devam eden soruna işaret ettiğini
düşünüyorum"
- Fransa Cumhurbaşkanı Hollande:
- "Çok fazla zarar verecek gerginlikleri engellemeliyiz"
WASHINGTON (AA) - ABD Başkanı Barack Obama, Türk hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağının düşürülmesi hakkında, "Türkiye, her ülke gibi toprağını ve hava sahasını savunma hakkına sahiptir" dedi.
Obama, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ile Beyaz Saray'da yaptığı görüşmenin ardından düzenlenen ortak basın toplantısında Türk hava sahasını ihlal eden uçağın düşürülmesiyle ilgili soruyu yanıtladı. Olayın detayları hakkında bilgi almaya çalıştıklarını aktaran Obama, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile gelecek günlerde iletişim içinde olacağını bildirdi.
"Türkiye, her ülke gibi toprağını ve hava sahasını savunma hakkına sahiptir" diyen Obama, şöyle devam etti:
"Şu anda önemli olan hem Türkler hem de Rusların tam olarak ne olduğunu ortaya çıkarmak için birbirleriyle konuşmalarını sağlamak ve gerilimin yükselmesini engelleyecek tedbirler almak. Bu olayın, Rusya'nın operasyonlarının Türkiye sınırlarının çok yakınında devam etmesi ve sadece Türkiye değil başka ülkeler tarafından da desteklenen ılımlı muhaliflerin hedef alınmasıyla ilgili devam eden soruna işaret ettiğini düşünüyorum. Rusya enerjisini DAEŞ'e karşı yönlendirseydi bazı karmaşık hata ve gerilimlerin çıkma ihtimali daha az olurdu."
Obama, DAEŞ'e karşı oluşturulan uluslararası koalisyona Rusya'nın da katılmasını daha önce istediklerini hatırlatarak, Rusya'nın ise DAEŞ ile mücadele yerine Esed rejimini güçlendirmeye odaklandığını söyledi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile G20 toplantısı sırasında Antalya'da yaptığı görüşmeyi anımsatan Obama, Rusya'nın DAEŞ ile mücadeleye odaklanması halinde çok geniş işbirliği imkanları bulunduğunu, bunu Putin'e de söylediğini aktardı.
Obama, "Eğer öncelikleri, gelecekte kapsamlı bir Suriye hükümetinin üyeleri olacak ılımlı muhaliflere saldırmaksa Rusya bizim ya da koalisyon üyelerinin desteğini alamayacak" ifadesini kullandı.
Obama, Suriye'deki siyasi süreç konusunda ne kadar erken bir uzlaşı olursa bugünkü uçak düşürülmesi gibi olayların meydana gelme ihtimalinin o kadar azalacağını dile getirdi.
- Hollande
Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ise uçağın düşürülmesiyle ilgili "Çok fazla zarar verecek gerginlikleri engellemeliyiz" dedi. Hollande, konu üzerine NATO'nun kararının beklenmesi gerektiğini vurgulayarak, "Türkiye'nin hava sahasının ihlal edilip edilmediğini ve gerçekten ne olduğunu bu şekilde öğrenebiliriz" ifadesini kullandı.
Asıl amacın "teröre ve DAEŞ'e karşı savaşmak" olduğunu belirten Hollande, "Biz, Türkiye, Rusya, hepimiz bunu yapmalıyız" diye konuştu. Hollande, Suriye'deki iç savaşa bir an önce çözüm bulunması gerektiğini vurgulayarak, Türkiye sınırlarını ihlal eden uçağın düşürülmesiyle "risklerin de ortaya çıktığını" söyledi.
Bu hafta Rusya'ya gideceğini belirten Hollande, "Daha önce de yaptığım gibi Putin'e saldırıların sadece DAEŞ'e karşı olması gerektiğini söyleyeceğim" ifadesini kullandı.
Muhabir: Tuğrul Çam
Yayınlayan: Feyzullah Yarımbaş
24.11.2015 20:29:50
{AAAUYDU_6889185_241120152029500000_R_GEN_20151124000000}
AA6889351U GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg:
- "Elimizde olan bilgi, diğer müttefikler ile uyumlu ve Türkiye'nin bilgilerinin doğru olduğunu gösteriyor"
- "Sakin olunması ve tansiyonun düşürülmesi çağrısı yapıyorum. Diplomasi ve gerilimin düşürülmesi durumun çözümü için önemli"
(Fotoğraflı - Görüntülü)
BRÜKSEL (AA) - NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesiyle ilgili olarak, "Elimizde olan bilgi, diğer müttefiklerle uyumlu ve Türkiye'nin bilgilerinin doğru olduğunu gösteriyor" dedi.
NATO Konseyi'nin Türkiye'nin talebi üzerine yaptığı olağanüstü toplantı, yaklaşık bir saat sürdü. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ile üye ülkelerin büyükelçilerinin katıldığı toplantıda, Türkiye, uçağın düşürülmesiyle ilgili bilgilendirme yaparak, uçağın Türk hava sahasını ihlal ettiği gösteren radar
izleri ve diğer bilgileri üye ülkelerle paylaştı.
Stoltenberg, toplantı sonunda düzenlediği basın toplantısında, daha önce Rusya'nın NATO sınırı yakınlarındaki askeri faaliyetlerine yönelik endişesini dile getirdiğini hatırlatarak, "Daha önce defalarca Türkiye ile dayanışma içinde olduğumuzu ve NATO müttefiki Türkiye'nin toprak bütünlüğünü desteklediğimizi deklare ettim. NATO'nun güneydoğu sınırındaki gelişmeleri takip etmeye devam edeceğiz" diye konuştu.
Ankara ve Moskova arasında daha fazla temas kurulmasını isteyen NATO Genel Sekreteri, "Sakin olunması ve tansiyonun düşürülmesi çağrısı yapıyorum. Diplomasi ve gerilimin düşürülmesi durumun çözümü için önemli" ifadesini kullandı. Stoltenberg, Türkiye'nin, uçağın Tük hava sahası üzerinde düşürüldüğü yönündeki açıklamasına dair soruya, "Elimizde olan bilgi, diğer müttefiklerle uyumlu ve Türkiye'nin bilgilerinin doğru olduğunu gösteriyor" yanıtını verdi. Gerilimin artması durumunda NATO'nun pozisyonun ne olacağına dair bir soru üzerine Stoltenberg, "Bu ciddi bir durum. Hepimiz gerilimin düşmesine katkı sağlamalıyız. Ankara ve Moskova arasındaki irtibatı memnuniyetle karşılıyorum" değerlendirmesinde bulundu.
Stoltenberg, benzer olayların gelecekte yaşanmaması için de mekanizmaların güçlendirilmesine çalışılması gerektiğini söyledi.
-"Rusya'nın da hedefinde DAEŞ olmalı" Stoltenberg, ayrıca, "Rusya'nın da hedefinde DAEŞ olmalı. Rusya'nın Suriye'de vurduğu yerlerde DAEŞ bulunmuyor. Ortak düşman DAEŞ'le mücadeleyi güçlendirecek her türlü çabayı memnuniyetle karşılarız" dedi. Stoltenberg, Rusya ile NATO arasında şu ana kadar doğrudan irtibat olmadığını ancak Ankara üzerinden dolaylı bir temasın bulunduğunu kaydetti. Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklamıştı.
Muhabir: Hasan Esen
Yayınlayan: Barışkan Ünal
24.11.2015 20:49:33
{AAAUYDU_6889351_241120152049330000_U_GEN_20151124000000}
AA6889393U GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Rusya Devlet Başkanlığı Sözcüsü Peskov, Putin'in Türkiye'ye askeri tehdit yöneltmediğini söyledi
ANKARA (AA) - Rusya Devlet Başkalığı Sözcüsü Dimitri Peskov, Putin'in hava sahasını ihlal ettiği için Türkiye'nin Rus savaş uçağını düşürmesinin ardından yaptığı açıklamaların askeri tehdit anlamına gelmediğini belirtti.
Rus haber ajansı Itar-Tass'a göre Peskov, Putin'in Türkiye'ye "kaçınılmaz sonuçlar" hakkında uyarıda bulunduğunu ifade ederek "Elbette Devlet Başkanı Putin, askeri imalarda bulunmuyordu, bunu dikkate almalıyız" dedi. Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklamıştı. Uçak, müdahalenin ardından Suriye topraklarına düşmüştü.
Muhabir: Ayşe Aktaş
Yayınlayan: Feyzullah Yarımbaş
24.11.2015 20:56:52
{AAAUYDU_6889393_241120152056520000_U_GEN_20151124000000}
AA6889494R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- BM Genel Sekreter Sözcüsü Dujarric:
"Genel Sektreter, ilgili tüm taraflara tansiyonun düşürülmesi için alınması gereken tüm acil önlemlerin alınması talebinde bulundu"
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (AA) - Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreter Sözcüsü Stephane Dujarric, Türk hava sahasını ihlal eden uçağın düşürülmesine ilişkin, BM Genel Sekreteri'nin ilgili taraflara tansiyonun düşürülmesini çağrısında bulunduğunu bildirdi.
BM Genel Sekreter Sözcüsü Dujarric, günlük basın toplantısında yaptığı açıklamada, bir soru üzerine Türk hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağının düşürülmesi konusuna da değindi.
Konuyla ilgili açıklamasında, BM Genel Sekreteri'nin Rus askeri uçağının düşürülmesi konusundaki gelişmeleri "ciddi kaygılarla" izlediğini belirten Sözcü Dujarric, Genel Sekreter'in olayla ilgili ayrıntılı bir incelemenin yaşananları açıklığa kavuşturacağı ve benzer eylemlerin yeniden tekrarlanmasını önleyeceği umudunu taşıdığını belirtti.
Dujarric, "Genel Sekreter ilgili tüm taraflara tansiyonun düşürülmesi için alınması gereken tüm acil önlemlerin alınması talebinde bulundu" dedi. Dujarric ayrıca Genel Sekreter'in askeri harekatlarda bulunan taraflara, özellikle hava harekatlarında, sivillerin korunması başta olmak üzere istenmeyen sonuçların önlenmesi için operasyonel tedbirleri en üst seviyeye çıkarmaları ve daha dikkatli davranmaları isteğinde bulunduğunu hatırlattı. Açıklamasında, "Genel Sekreter'in bugünkü uyarı niteliğindeki gelişmelerin bir kez daha bölgedeki şiddet içeren aşırılığa karşı mücadelede uluslararası birlik ve işbirliğine olan ihtiyacın altını çizdiğine inandığını" belirten Dujarric, "bununla birlikte Genel Sekreter'in Suriye'deki trajik olayın acil bir çözüme ihtiyacı olduğu" inancını yineledi.
Muhabir: Selçuk Acar
Yayınlayan: Ertuğrul Cingil
24.11.2015 21:10:17
{AAAUYDU_6889494_241120152110170000_R_GEN_20151124000000}
AA6889523R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Olay anında bölgede uçan Hollandalı bir pilot, Rus uçağına yapılan uyarıları duyduğunu dile getirdi
LAHEY (AA) - Türk hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağının düşürüldüğü anda bölgede olan Hollandalı bir sivil pilot, Türkiye'nin düşürülen uçağa yaptığı ikazları duyduklarını ancak ikazlara herhangi bir cevap verilmediğini söyledi.
Hollanda'da yayın yapan RTL 4 televizyonuna konuşan ismi açıklanmayan pilot, uçağın düştüğü anda bölgede uçuş halinde olduklarını kaydetti.
Olay anında kendilerine de F-16 uçaklarının uçuşu dolayısıyla alçak uçmaları yönünde uyarı yapıldığını belirten pilot, şöyle konuştu: "Kalkıştan hemen sonra acil durum frekansından Türk Hava Kuvvetleri'nin çağrısını duyduk. Türk hava sahasına girmek üzere olan uçak (Rus uçağı) onlarca kez Türkler tarafından uyarıldı. Ama Ruslar bir kez bile cevap vermedi." Türk F-16'larının geçişinden sonra normal rotalarında uçuşa devam ettiklerini kaydeden pilot, F-16'ların Suriye tarafına geçmediğini ifade etti.
Pilot, radarında görmediğini dile getirdiği Rus uçağının Türkiye hava sahasında düşürüldüğünden emin olduğunu dile getirerek, "Türklerin iletişim çabasında bir eksiklik yoktu" değerlendirmesinde bulundu. ABD öncülüğündeki koalisyonun DAEŞ'e karşı yürüttüğü Doğal Kararlılık Operasyonu Sözcüsü Albay Steve Warren de, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi konusunda, savaş uçağının 10 kez uyarıldığını kendilerinin de duyduğunu bildirmişti.
Suriye'nin Bayırbucak bölgesinde Türk hava sahasını ihlal eden Rus Su 24 tipi savaş uçağına, devriye görevindeki 2 F-16 savaş uçağı tarafından müdahalede bulunulmuştu. Uçak, Hatay'ın Yayladağı ilçesinin karşısında, Suriye toprakları içindeki Bayırbucak bölgesine düşmüştü. Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklamıştı.
Muhabir: Yasin Yağcı
Yayınlayan: Yusuf Kaya
24.11.2015 21:20:23
{AAAUYDU_6889523_241120152120230000_R_GEN_20151124000000}
AA6889988R GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Suriyeli muhalif gruplar, Bayırbucak'ta askeri bir helikopteri imha ettiklerini açıkladı
- Rusya Genelkurmay Başkanlığı, bir kurtarma
helikopterinin açılan ateş sonucu hasar aldığını ve bir askerin öldüğünü duyurdu
BEYRUT/LAZKİYE (AA) - Suriyeli muhalifler, Bayırbucak'ın Kafarya bölgesinde bir askeri helikopteri füzeyle vurarak imha ettiklerini açıkladı.
Lazkiye'deki yerel kaynaklardan alınan bilgiye göre, 1. Sahil Tümeni'ne bağlı birlikler Bayırbucak'taki Türkmendağı ile Cebel Ekrad arasındaki Kafarya bölgesinde bir askeri helikopteri inişe geçtiği esnada "tow" füzesiyle vurdu. Kaynaklar, helikopterdeki personelin de yaşamını yitirdiğini belirtirken, helikopterin hangi devlete ait olduğu henüz açıklanmadı.
- "Kurtarma helikopterimiz vuruldu"
Öte yandan Rusya Genelkurmay Başkanlığı Ana Harekat Direktörlüğü Başkanı Korgeneral Sergey Rudskoy, Türk hava sahasını ihlal ettiği için Türkiye tarafından düşürülen Su-24 tipi uçağın pilotlarını aramak için görevlendirilen helikopterin, muhalifler tarafından açılan ateş sonucu hasar aldığını söyledi. Rudskoy, basına yaptığı açıklamada, Mi-8 tipi helikopterde bulunan bir askerin olay sırasında öldüğünü, tarafsız bölgeye iniş yapmak zorunda kalan helikopterdeki mürettebatın geri kalanının tahliye edildiğini kaydetti. Korgeneral Rudskoy ayrıca, kendi verilerine göre, "Rus uçağını düşüren Türk savaş uçaklarının Suriye hava sahasını ihlal ettiğini" ileri sürdü. Genelkurmay Başkanlığı, Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağına, beş dakika içinde 10 kez ikaz edilmesinin ardından, Hava Kuvvetleri Komutanlığına bağlı iki F-16 tarafından müdahalede bulunulduğu açıklamıştı.
Muhabir: Halit Süleyman
Yayınlayan: Barışkan Ünal
24.11.2015 22:59:57
{AAAUYDU_6889988_241120152259570000_R_GEN_20151124000000}
AA6890102U GENBT
tur
Türk hava sahasını ihlal eden savaş uçağının düşürülmesi
- Başbakan Davutoğlu, Almanya Şansölyesi Angela Merkel ile telefonla görüştü
- Görüşmede, SU-24 tipi uçağın Türk hava sahasını ihlali sonrası kaydedilen gelişmeler hakkında görüş alışverişinde bulunulduğu bildirildi
ANKARA (AA) - Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun, Almanya Şansölyesi Angela Merkel'i telefonla aradığı ve SU-24 tipi uçağın Türk hava sahası ihlali sonrasında yaşanan gelişmeler hakkında bilgi verdiği belirtildi.
Başbakanlık Basın Müşavirliğinden yapılan açıklamaya göre, Davutoğlu, Merkel ile telefonla görüştü. İki liderin görüşmesinde SU-24 tipi uçağın Türk hava sahasını ihlali sonrası kaydedilen gelişmeler hakkında görüş alışverişinde bulunulduğu ifade edildi. Açıklamada şöyle denildi: "Şansölye Merkel, Sayın Başbakanımıza bilgiler için teşekkür etmiştir.
Sayın Başbakanımız ve Şansölye Merkel, bu konu ve pazar günü Brüksel'de tertiplenmesi öngörülen Türkiye-AB Zirvesi hakkında önümüzdeki günlerde yeniden temas etme hususunda mutabık kalmışlardır."
Muhabir: Hatice Özdemir
Yayınlayan: Kamuran Akkuş
24.11.2015 23:23:45
{AAAUYDU_6890102_241120152323450000_U_GEN_20151124000000}
AA6890238U GENBT
tur
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD Başkanı Obama ile görüştü
- Erdoğan ile Obama arasında gerçekleşen telefon görüşmesinde, Türk hava sahasını ihlal eden Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi konusu ele alındı
- Obama, Türkiye'nin ulusal egemenliğini savunma hakkının ABD ve NATO tarafından desteklendiğini ifade ederken, iki lider benzer hadiselerin tekrarlanmamasını güvence altına alacak düzenlemeleri yapmanın, gerilimi düşürmenin önemi hususunda hemfikir olduklarını belirtti
İSTANBUL (AA) - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ABD Başkanı Barack Obama bir telefon görüşmesi yaptı.
Cumhurbaşkanlığı'ndan yapılan yazılı açıklamaya göre, Erdoğan ile Obama arasında bu akşam gerçekleşen görüşmede, Türk hava sahasını ihlal eden bir Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi konusu ele alındı. Obama, Türkiye'nin ulusal egemenliğini savunma hakkının ABD ve NATO tarafından desteklendiğini ifade etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Obama, benzer hadiselerin tekrarlanmamasını güvence altına alacak düzenlemeleri yapmanın, gerilimi düşürmenin önemi hususunda hemfikir olduklarını belirtti.
İki lider, Suriye'de siyasi geçiş sürecini sağlamak üzere DAEŞ'e karşı ortak mücadeleyi sürdürme konusundaki kararlılıklarını da teyit etti.
Muhabir: Andaç Hongur
Yayınlayan: Nurettin Coşkun
24.11.2015 23:50:10
{AAAUYDU_6890238_241120152350100000_U_GEN_20151124000000}
2015 Süleyman Şah Türbesi Krizi
ÖZET
22 Şubat 2015 tarihinde Türkiye'nin Suriye topraklarında gerçekleştirmiş olduğu "Şah Fırat Operasyonu" ile Süleyman Şah Türbesi'ni Türkiye-Suriye sınırı yakınındaki Eşme Köyü'ne nakletmesi ile ortaya çıkan kriz durumu. Söz konusu operasyon Suriye merkezi yönetimi haberdar edilmeden, bir anlaşma yapılmadan gerçekleştirilmiş olduğu için Türkiye-Suriye ilişkilerinde yeni bir uyuşmazlık-çatışma-kriz yaratmıştır. 1921 Ankara Anlaşması, 1923 Lozan Barış Antlaşması gereğince söz konusu bölge Türkiye'ye aittir. 2010 sonrasında Suriye'de başlayan iç çatışmalar sonucunda Suriye yönetiminin bölgedeki kontrolünü yitirmesiyle S
Düzenlenen operasyona gerekçe olarak "askeri gereklilikler" gösterilmiş, bu ise Türkiye'de hükümete sert eleştirilerin yapılmasına neden olmuştur.üleyman Şah Türbesi'nin güvenliği tehdit altına girmiştir. Yapılan askeri operasyon sonucunda türbede bulunan sandukalar ve değerli emanetler Suriye sınırında bulunan Eşme Köyü'ne getirilmiş ve burada hazırlanan geçici türbede muhafaza edilmiştir.
Yapılan açıklamalarda güvenliğin yeniden tesisi ile türbenin önceki yerine nakledileceği belirtilmiştir. Suriye merkezi yönetiminin bilgi ve oluru olmadan gerçekleştirilen yer değişikliği ve askeri operasyon Suriye'nin tepkisini çekmiştir. Diğer yandan Suriye topraklarında bir Suriye vatandaşına ait araziye türbenin geçici olarak yerleştirilmiş olması ve güvenli bölge tesis edilmesi özel hukuk açısından da tartışmalı bir durum yaratmıştır.
Düzenlenen askeri operasyon sırasında bölgedeki Suriyeli Kürt gruplarla işbirliği yapılmış olması ve bu grupların PKK ile bağları ise başka bir tartışma konusunu oluşturmuştur.
Krizin Arka Planı: 2010 yılından itibaren Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin bozulması yeni krizlere zemin hazırlamıştır. Bunlardan biri de Suriye sınırları içerisinde yer alan ve hukuki - siyasi olarak antlaşmalarla Türkiye'ye ait olan Süleyman Şah Türbesi'nin statüsüne ilişkindir. 2010-2015 zaman diliminde Suriye'de ortaya çıkan istikrarsızlıklar ve iç çatışmalar Süleyman Şah Türbesi'nin güvenliğinin sağlanması açısından belirgin risk, tehlike ve tehditlerin varlığına işaret etmiştir. Bölgede Suriye merkezi yönetiminin denetiminin olmaması ve çatışmaların seyrine göre farklı silahlı grupların, aşiretlerin bölgede etkinlik kurmaları Süleyman Şah Türbesi'nin güvenliğini de tehdit eder hale gelmiştir. Özellikle IŞİD'in bölgedeki varlığını arttırmış olması ve Türkiye'nin de bu örgütün hedefi haline gelmesi kaygıları arttırmıştır. 2014 yılında Türkiye'nin Süleyman Şah Türbesi'nin güvenliğini sağlamak amacıyla çeşitli önlemler almaya ihtiyaç duyduğu gözlenmektedir. Nitekim TBMM 2 Ekim 2014 tarihinde kabul etmiş olduğu tezkere ile hükümete yetki vermiştir. Karar aşağıdaki gibidir:
".... Öte yandan, uluslararası hukuk uyarınca Türk toprağı kabul edilen Süleyman Şah Saygı Karakolu’na dönük güvenlik riski de artmıştır.
Yukarıda belirtilen tüm gelişmeler, Türkiye’nin rejimin ve terör gruplarının gerçekleştirebileceği her türlü saldırıdan, ayrıca Suriye’deki belirsizlik ve kaos ortamından en fazla etkilenebilecek ülke konumunda olduğunu teyit etmektedir.
Bu çerçevede, ulusal güvenliğimizi tehlikeye atabilecek her türlü tehdide ve eyleme karşı, uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımız doğrultusunda gerekli önlemlerin tespiti ve uygulanması önem taşımaktadır. Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik terör tehdidi ve her türlü güvenlik riskine karşı uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli her türlü tedbiri almak, Irak ve Suriye’deki tüm terörist örgütlerden ülkemize yönelebilecek saldırıları bertaraf etmek ve kitlesel göç gibi diğer muhtemel risklere karşı güvenliğinin idame ettirilmesini sağlamak, kriz süresince ve sonrasında hasıl olabilecek gelişmeler istikametinde Türkiye’nin yüksek menfaatlerini etkili bir şekilde korumak ve kollamak, gelişmelerin seyrine göre ileride telafisi güç bir durumla karşılaşmamak için süratli ve dinamik bir politika izlenmesine yardımcı olmak üzere hudut, şümul, miktar ve zamanı Hükümetçe takdir ve tayin olunacak şekilde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerektiği takdirde sınır ötesi harekât ve müdahalede bulunmak üzere yabancı ülkelere gönderilmesi ve aynı amaçlara yönelik olmak üzere yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması, bu kuvvetlerin Hükümetin belirleyeceği esaslara göre kullanılması ile risk ve tehditlerin giderilmesi için her türlü tedbirin alınması ve bunlara imkân sağlayacak düzenlemelerin Hükümet tarafından belirlenecek esaslara göre yapılması için, Anayasanın 92’nci maddesi uyarınca Hükümete bir yıl süreyle izin verilmesi, Genel Kurulun 2.10.2014 tarihli 2’nci Birleşiminde kabul edilmiştir."[1] Tezkerede dikkati çeken iki önemli husus gözükmektedir. Bunlardan ilki “uluslararası hukuk uyarınca Türk toprağı kabul edilen Süleyman Şah Saygı Karakolu’na dönük güvenlik riski”nden söz edilmesi, diğeri ise “…gelişmelerin seyrine göre ileride telafisi güç bir durumla karşılaşmamak için süratli ve dinamik bir politika izlenmesine yardımcı olmak üzere…” ifadeleridir. Hükümetin diğer faktörler yanında Süleyman Şah Türbesi’ne yönelik tehdit algılamalarını giderecek önlemleri 2015 yılından önce planlamaya başladığı söylenebilir.[2]
Çatışma - Kriz ilişkileri açısından değerlendirildiğinde Süleyman Şah Türbesi'ne ilişkin iki ülke arasında doğrudan bir uyuşmazlığın bulunmadığı söylenebilir. Kriz öncesi evrede, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin 2010 yılında gerginleşmesinden önce bu konudaki görüş alışverişinin Süleyman Şah Türbesi'nin kurulacak Teşrin Barajı dolayısıyla yeniden su altında kalmasına ilişkin riskler konusundadır. Ancak iki ülke arasında imzalanan anlaşma ile Süleyman Şah Türbesi ve müştemilatının tahkim edilmesine karar verilmiş ve proje çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Bu niteliğiyle söz konusu kriz Suriye - Türkiye ilişkilerinde tekrarlayan çatışma içerisinde ortaya çıkan bir kriz özelliği göstermemektedir.
Türkiye'nin askeri gereklilikleri gerekçe göstererek Süleyman Şah Türbesi'ni Türkiye sınırına yakın Eşme Köyü'ne taşımak için askeri operasyon düzenlemesi Suriye açısından krizin tetikleyicisi eylem olmuştur. Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun ifadesiyle Şah Fırat Operasyonu sırasında 39 tank, 57 zırhlı araç, 100 araç ve 572 personelle Suriye'ye girilmiştir. Dış politika krizi olması bakımından değerlendirildiğinde Türkiye krizi tetikleyen aktör olarak Suriye topraklarında bir askeri operasyon düzenlemeden önce gerekli diplomatik süreçleri tüketmemiştir. Dolayısıyla kriz zamansal sınıflandırma açısından ani kriz niteliğindedir. Tetikleyici eyleme ilişkin karar Türkiye' tarafından mevcut tüm seçenekler değerlendirilerek alındığı ve olası riskler düşünüldüğü için niyet bakımından tasarlanmış kriz özelliği göstermektedir. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın'ın yaptığı açıklamada aşağıdaki ifadelere yer verilmektedir:“...Şimdi operasyonun karar saatini, gününü sizle tabi ki paylaşamam, bununla ilgili bildiğiniz gibi değerlendirmeler her gün yapılır, anlık yapılır. Konuyla ilgili Cumhurbaşkanımızın sevk ve idaresinde, Başbakanımızın koordinasyonunda, Genelkurmay Başkanlığımızın başkanlığında bu karar verildi, bu operasyon yapıldı. Tabii ki bunun bir arka planı var, yani bu karar Cumartesi öğleden sonra verilmedi, şüphesiz bunun bir arka planı var. Bu bölgedeki dinamik güvenlik unsurlarını analiz etmek suretiyle verilmiş bir karardır ve biz isabetli olduğu konusunda en ufak bir tereddüde sahip değiliz."[3]
Diğer yandan Süleyman Şah Türbesi'nin taşınması ve sonrasındaki uygulamalar Türkiye - Suriye ilişkilerinde bu konudaki uyuşmazlığın, dolayısıyla krizin de sürdüğünü göstermektedir. Halihazırda bu niteliğiyle gelişen kriz özelliğine de sahiptir.
Türkiye açısından fiili durum yaratmasına gerekçe oluşturan gelişme Suriye topraklarında iç çatışmalar dolayısıyla Süleyman Şah Türbesi'nin ve burada bulunan askeri personelinin güvenliğini sağlamakta tehditlerin artmış olmasıdır.[4] Süleyman Şah Türbesi'ne yönelik bir saldırının [ki bu saldırının IŞİD kaynaklı olacağı ileri sürülmüştür] gerçekleşmesi durumunda Türkiye'nin kime tepki göstereceğinin belli olmaması istemediği ve kontrol edemeyeceği bir çatışmaya sürüklenebileceği endişesi yaratmıştır. Bu ise askeri ve siyasi karar alıcılar bakımından alınan kararın stresini arttırmıştır. Kriz öncesi evrede siyasi karar alıcıların Suriye yönetimi ile doğrudan iletişim kanallarını kullan[a]mamış olması, diplomatik ilişkilerin kopmuş olması askeri operasyondan Suriye yönetimini haberdar etmeyi engellemiştir.[5] Askeri operasyon sonucunda ortaya çıkan krizde Türkiye'nin muhatabı Suriye olduğu için devletten devlete yaşanan bir krizden söz edilebilir. Kriz sürecinde siyasal karar alıcının operasyonu meşrulaştırmak için ileri sürmüş olduğu gerekçe "askeri gereklilik" olmuştur. Ancak bu gerekliliğin hangi somut bilgilere/verilere dayandırılmış olduğu açık değildir. Tehditin Türkiye açısından yaratmış olduğu önem derecesi ise algısal güvenliğin yanı sıra toprak bütünlüğünü ilgilendirmesi dolayısıyla yüksektir. Yani gerekli önlem alınmadığı, tepki gösterilmediği takdirde gerçekleşecek tehdit / saldırı doğrudan ülke bütünlüğü ve güvenliğine yönelik olarak değerlendirilmiştir. Eğer iddia edildiği gibi Süleyman Şah Türbesi ve güvenliği sağlayan askeri birliğe yönelik bir IŞİD saldırısı riski gerçekleşmiş ve bunun sonucunda Türk askerinin saygınlığını, etkisini zayıflatacak bir eylem gerçekleşmiş olsaydı [örneğin çatışma sırasında Türk askerinin esir alınması, medya önünde infaz edilmesi gibi senaryolar] bu durumda Türkiye'nin bölgesel alt sistemdeki saygınlık ve etkisinde de bir zayıflamanın olacağı düşünülmüştür.
Genelkurmay Başkanlığı'nın operasyon sonrasında basına yapmış olduğu açıklama aşağıdaki gibidir:
"Uluslararası Antlaşmalar ile Türk toprağı olan Süleyman Şah Saygı Karakolu'ndaki manevi değeri yüksek ecdat yadigarı emanetler, Suriye'de ortaya çıkan güvenlik sorunları ve askeri zaruretler nedeniyle, haklarımız saklı kalmak üzere geçici olarak yine Suriye topraklarında bulunan Suriye Eşmesi Köyüne taşınmak üzere getirilmiştir. Geride değerli emanet bırakılmamıştır. Suriye Eşmesi'nde naaşın nakledileceği bölge birliklerimiz tarafından kontrol altına alınmış, bayrağımız göndere çekilmiştir. Şah Fırat Operasyonu sırasında herhangi bir çatışma yaşa
Türkiye'nin gerçekleştirmiş olduğu fiili durum yaratma şiddet içermeyen askeri eylem şeklinde kurgulanmış ve operasyon sırasında herhangi bir şiddet [askeri nitelikte çatışma] gerçekleşmemiştir. nmamış, başlangıç evresindeki intikal esnasında bir personelimiz geçirdiği bir kaza sonucu şehit olmuştur."[6]
Operasyon sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan ise aşağıdaki açıklamayı yapmıştır:
"Sevk ve idaresini bizzat takip ettiğim, Sayın Başbakanımızın ve Genelkurmay Başkanımızın harekat merkezinden bizzat yürüttüğü bu operasyon, ecdadımızın bizlere emaneti olan Süleyman Şah Türbesi'ni, savaş şartlarının hakim olduğu Suriye'de daha güvenli bir mevkiye nakletmeyi amaçlamıştır. Gece boyu gerçekleştirilen Şah Fırat operasyonuyla Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu'ndaki tüm emanetler ve orada görev yapan askerlerimiz, salimen ülkemize getirilmiş bulunmaktadır. Operasyon, devletimizin kararı ve uygulamasıyla başarılı bir şekilde tamamlanmıştır. Süleyman Şah'ın naaşı, askerlerimiz tarafından kontrol altına alınan ve şu anda bayrağımızın dalgalandırıldığı, Suriye sınırları içinde sınırımıza 200 metre mesafede bulunan Eşme bölgesine nakl-i kubur ile getirilecektir. Daha önce iki defa yeri değiştirilmiş olan Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu, yine uluslararası hukuk ve anlaşmaların bir gereği olarak yeni mekanında bayrağımızı dalgalandırmaya ve ecdadımızın hatırasını yaşatmaya devam edecektir."[7] Türkiye'nin Suriye sınırları içerisinde gerçekleştirdiği operasyon iki ülke arasındaki ahdi hukuku ve siyasi ilişkileri ilgilendirdiği ve bu statüde tek yanlı bir değişiklik yaratmış olduğu için Suriye açısından bakıldığında Türkiye'yi "saldırgan ülke" pozisyonuna sokmaktadır. Suriye'nin kriz sürecinde Türkiye'ye tepkisi mevcut koşullarda sözlü, diplomatik-siyasi tepki göstermekten öteye gitmemiştir. Bununla birlikte Suriye Hükümeti BM Genel Sekreteri’ne göndermiş olduğu mektup ile Türkiye'nin Suriye'de gerçekleştirmiş olduğu operasyona tepki göstermiş ve 1921 Anlaşmasının ihlali olarak yorumlamıştır.[8]
Operasyon sırasında bölgede faaliyet gösteren koalisyon güçleri ve Özgür Suriye Ordusu'nun durumdan haberdar edildiği ve operasyonu Türkiye'nin tek başına yürütmüş olduğu açıklanmıştır. Oysa ilerleyen süreçte Türk askeri birliklerinin Suriye topraklarına girişi ve çıkışı süresince PYD/YPG güçlerinden destek aldığı görülmüştür. Basında çıkan haberlerde[9] operasyon sırasında yerel Kürt (PYD /YPG) gruplarının askeri birliklerin geçiş koridorunu açtıkları ve geçişi kolaylaştırdıklarına ilişkin bilgilere yer verilmiştir.
Şah Fırat Operasyonu taktiksel olarak Türkiye'nin askeri güvenlik bağlamındaki zorunlulukları ile bağlantılandırılmış ve bu endişeler operasyon ile giderilmiş olsa da bir krizin yanı sıra Suriye - Türkiye ilişkilerinde yeni bir [çok] uyuşmazlık yaratmıştır. Dolayısıyla kriz yönetimi açısından alınan operasyon kararının rasyonel bir karar olmadığı, kriz yönetim süreçleri açısından da tartışmalı olduğu söylenebilir.
Operasyonun Etki ve Sonuçları:
[1]TBMM 1071 Nolu Tezkere Kararı için bkz.; https://www.tbmm.gov.tr/tbmm_kararlari/karar1071.html
[2] 2014 yılında internet üzerinden sızdırılan bazı dinleme kayıtlarında Suriye’deki riskler ve alınacak olası önlemlere ilişkin diyaloglarda Süleyman Şah Türbesi’ne yönelik olası saldırıların da dillendirildiği görülmektedir. Bu konuda bkz.; Bomba Ses Kaydı: Seçim İçin Savaş Planı”, Cumhuriyet, 27 Mart 2014, http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/54767/Bomba_ses_kaydi__Secim_icin_savas_plani.html
[3]Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın: “Şah Fırat Operasyonu Türkiye’nin Kendi Kararıdır ve Kendi Kabiliyetleriyle Hayata Geçirilmiştir”, http://www.tccb.gov.tr/haberler/410/2808/cumhurbaskanligi-sozcusu-kalin-sah-firat-operasyonu-turkiyenin-kendi-kararidir-ve-kendi-kabiliyetleriyle-hayata-gecirilmistir.html
[4] Bu gerekçenin “Süleyman Şah Türbesi ve Saygı Karakolu’nun bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti toprağını savunmadıkları, PKK/PYD ile IŞİD terör örgütlerini muhatap aldıkları iddiasıyla Bakanlar Kurulu üyeleri hakkında birer gensoru açılmasına ilişkin” önergenin 24 Mart 2015 tarihli toplantısında TBMM’de görüşülmesi sırasında muhalefetin sert eleştirilerine muhatap olduğu görülmektedir. Önerge hakkındaki tartışmalar için bkz.; https://www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem24/yil5/ham/b08201h.htm
[5]Genelkurmay Başkanlığı'nın açıklaması için bkz.; http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/02/22/genelkurmay-baskanligindan-operasyon-aciklamasi
[6]Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın basın açıklaması sırasında sorulan bir soruya verdiği cevapta Suriye yönetiminin de verilen bir nota ile duruma ilişkin olarak bilgilendirildiğini ifade etmektedir. Bkz.; “Sayın Başbakanımızın dün açıkladığı gibi operasyonun selameti açısından müttefiklerimize bilgi verilmiş, Suriye rejimine de bir nota iletilmiştir. Fakat bahsettiğiniz diğer örgütlerle herhangi bir temas, koordinasyon, yardımlaşma söz konusu değildir." Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın: “Şah Fırat Operasyonu Türkiye’nin Kendi Kararıdır ve Kendi Kabiliyetleriyle Hayata Geçirilmiştir”, http://www.tccb.gov.tr/haberler/410/2808/cumhurbaskanligi-sozcusu-kalin-sah-firat-operasyonu-turkiyenin-kendi-kararidir-ve-kendi-kabiliyetleriyle-hayata-gecirilmistir.html
Suriye'nin durumdan haberdar edilmesinin 21 Şubat 2015 tarihinde Suriye'nin İstanbul Konsolosluğu'na verilen nota ile gerçekleştiği görülmektedir. Ancak notanın bilgi amaçlı olduğu ve cevabı beklenmeden operasyonun gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Bu durum Suriye'nin Genel Sekreter'e göndermiş olduğu mektupta özellikle vurgulanmıştır. Bkz.; "Identical letters dated 23 February 2015 from the Permanent Representative of the Syrian Arab Republic to the United Nations addressed to the Secretary-General and the President of the Security Council", https://documents-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N15/051/57/pdf/N1505157.pdf?OpenElement
[7]Cumhurbaşkasın Erdoğan'ın açıklaması için bkz.; http://www.sabah.com.tr/gundem/2015/02/22/erdogandan-sah-firat-kutlamasi
[8]Mektubun orjinali için bkz.; "Identical letters dated 23 February 2015 from the Permanent Representative of the Syrian Arab Republic to the United Nations addressed to the Secretary-General and the President of the Security Council", https://documents-dds-ny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N15/051/57/pdf/N1505157.pdf?OpenElement
[9]Uğur ERGAN / Selçuk ŞEN, "YPG: Şah Fırat Operasyonu'na destek verdik", Hürriyet, http://www.hurriyet.com.tr/ypg-sah-firat-operasyonuna-destek-verdik-28271808
1935 BULGARİSTAN KRİZİ
Genel olarak uluslararası sitemin yapısına bakıldığında klasik güç dengesine dayanmaktadır. Sistem düzeyi açısından bakıldığında İngiltere’nin gücünü sorgulayan yeni aktörlerin sistem içerisinde varlığını güçlendirdiği görülmektedir.
İki savaş arası olan bu dönemde uluslararası sistemdeki revizyonist-statükocu rekabeti Balkanlar bölgesi özelinde de yaşanmaktadır.1920’lerden itibaren İtalya’nın revizyonist politikaları Yugoslavya, Yunanistan ve Arnavutluğu tehdit etmeye başlamıştır. İtalya’nın bu politikaları Balkan bölgesini istikrarsızlaştırmış ve özellikle On iki Adalar’ı elinde bulundurması dolayısıyla sınır komşusu olan Türkiye’de 1930’lardan itibaren Türk karar alıcıları açısından ulusal güvenlik tehdidi olarak görülmüştür.[2]
İtalya’ya karşı Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya statükocu kampta yer alırken, Bulgaristan giderek revizyonist politika izlemeye başlamıştır. Türkiye bu dönemde Balkan ülkeleri ile antlaşmalar yaparak Balkan bölgesinde istikrarı korumaya yönelik politikaları izlemiştir.[3]Arnavutluk ile 15 Aralık 1923'te, Bulgaristan ile 18 Ekim 1925'te Ankara'da Dostluk Antlaşması ve Yugoslavya ile 28 Ekim 1925'te Ankara'da Barış ve Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.[4] Balkan ülkeleri revizyonist ülkelerin artan tehdidi karşısında 9 Şubat 1934 yılında Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya Balkan Antantı’nı imzalamışlardır.[5] Türkiye bu tarihten sonra Balkan bölgesinde istikrarı korumak için Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa ile anlaşmalar yapmıştır.[6] Ancak, Bulgaristan revizyonist ülkelerle yakınlaşmış ve Balkan Antantı’nı kendi ulusal güvenliği açısından engel ve tehdit olarak algılamıştır. Balkan Antantı bölgesel barışı korumada başarılı olamamıştır. Türkiye dışında imzacı ülkelerden bazıları savaşa dahil olmuşlardır. Yunanistan ve Yugoslavya Antant üyeleri olarak bu süreçte işgale uğramıştır.
Diğer yandan, dönemin siyasi karar alma sürecinin dayanmış olduğu hukuksal zemini 1924 Anayasası belirlemektedir. Bu anayasaya göre dış politikaya ilişkin kararlar yürütme erkini tarafından alınmaktadır. Yürütme erkini elinde bulunduranlar tek parti yöneticileri olmalarından ötürü, bu dönemde yürütmenin yasama üzerinde etkisi söz konusudur.[7] Tek parti döneminde TBMM’nin dış politika konusundaki yetkileri savaş ilanı ve antlaşma yapma gibi yetkilerle sınırlıdır.[8] Kurtuluş Savaşı sonrası Atatürk’ün orduyu iç ve dış politikadan uzak tutmak istemesi sonucu bu dönemde ordunun dış politikada üzerindeki etkisi teknik meseleler ile sınırlı kalmıştır.[9]
Dış politika kararlarını alınması ve uygulanması sürecinde siyasal karar alıcıların tercihlerini kolaylaştıracak bilgi ve deneyim ise kamu bürokrasisi içerisinde bulunmaktadır. Hariciye Vekaleti (Dışişleri Bakanlığı) dış politikanın diplomatik, siyasi ve kimi zaman hukuki kısmını şekillendirirken, Milli Müdafaa Vekaleti (Savunma Bakanlığı), Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) dış politikanın güvenlikle olan kısmını destekleyen bilgi ve seçenekleri üreterek Hükümetin dış politikasının oluşumunda yardımcı olurlar. Daha alt seviyede olmakla birlikte kimi zaman hükümetin dış politika kararlarını verirken ihtiyaç duyduğu bilgiyi istihbarat ile ilgilenen Milli Amele Hizmet Teşkilatı (Milli İstihbarat Teşkilatı) sağlayabilmektedir.[10]1924 Anayasası’nda cumhurbaşkanının yetkileri yabancı devletlere atanacak Türkiye Cumhuriyetinin siyasi temsilcilerini tayin etmek ve yabancı devletlerin siyasi temsilcilerini kabul etmek ile sınırlıdır. Ancak, tek parti döneminde cumhurbaşkanının dış politikada merkezi rolü olduğu görülmektedir.[11]Bu dönemde ebedi şef olarak kabul edilen Mustafa Kemal Atatürk’ün hem iç hem dış politika karar alma mekanizmalarında büyük etkisi söz konusudur. Atatük dış politika çizgisinin ana hatlarını Başbakan İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a danışarak Atatürk belirlemektedir.[12] Dar bir kadro tarafından alınan kararlar, CHP Meclis Grubu’nda onaylandıktan sonra TBMM’ye getirilerek meşruluk kazandırılmaktadır.[13]
1930’lara gelindiğinde modernleşme reformları büyük ölçüde tamamlanmış, rejim konsolide olmuştur. Bu dönemde kırsal kesimin modernize olması amacıyla ‘Halkodaları’ ve ‘Köy Enstitüleri’ kurulmuştur. 1929 ve 1930 dünya ekonomik bunalımı Türkiye’yi de etkilemiş, tarım üretimi gerilemiştir.Bu dönem ekonomi politikaları ile ilgili tartışmalara sahne olmuştur. Muhalefetteki Serbest Cumhuriyet Fırkası liberalizmi savunurken, iktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası devletçiliği savunuyordu.[14]
1935’te yapılan nüfus sayımına Türkiye’nin nüfusu 16.158.567’dir. Toplam nüfusun %76,5’i köyde, % 23,5’i şehirde yaşamaktadır.
Şimdi de krize uyuşmazlık, çatışma, kriz öyküsü ve temel bilgiler açısından bakıldığında şöyle bir tabloyla karşılaşılmıştır.
27 Kasım 1919 tarihinde imzalanan Neuilly Antlaşması ile Bulgaristan’ın askeri gücü sınırlandırılmıştır. 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lozan Antlaşması’nın ‘Trakya Sınırına İlişkin Sözleşmesi’nin 1.maddesine göre Türkiye'nin Yunanistan ve Bulgaristan ile olan sınırlarının her iki yanındaki 30 km’lik bölge askerden arındırılmış ve bu bölge üzerinde hiçbir ülkenin uçağının uçmaması kararlaştırılmıştır.[15]
Lozan sonrası Türkiye ve Bulgaristan’ın birbirlerinden toprak talebinde bulunmamaları ve azınlıklara karşı saygılı tutumları neticesinde iki ülke arasındaki ilişki dostane olarak nitelendirilebilir.[16] 1929 yılında İsmet İnönü, “Bulgaristan ile münasebatımız iyi hissiyat ile meşbudur. Komşu memleketin inkişaf ve saadeti bizim samimi dileğimizdir” diyerek ikili ilişkilerin dostane olduğunu vurgulamıştır.[17] Aynı yıl,Bulgaristan Kralı Boris III “Türk-Bulgar Dostluğu yalnız iki milletin, iki hükümetin menafii iktisadiyesinden ve emniyetlerinin mütekabilen tahtı zamana alınması noktai nazarından değil, belki iki hükümetin Avrupa'dan Asya'ya giden yol üzerinde bulunmaları itibariyle, beynelmilel siyaset sahasında sulhü umuminin muhafazası emrinde kıymet ve ehemmiyeti büyüktür” diyerek Türk-Bulgar ilişkilerinin önemini vurgulamıştır.[18]
Uyuşmazlık evresi:Türkiye-Bulgaristan arasındaki uyuşmazlık süreci Türkiye’nin Balkan ülkeleri ile güvenlik antlaşmaları yapması ile şekillenmiştir. Bulgaristan, 5 Ekim 1930’da ve 20-26 Ekim 1931 tarihlerinde gerçekleşen Balkan Konferanslarına katılmış, ancak 23-26 Ekim 1932 tarihinde gerçekleşen 3. Balkan Konferansından çekilmiştir. Bunun üzerine, 20-24 Eylül 1933 tarihleri arasında Başbakan İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Sofya’yı ziyaret etmiş ve 6 Mart 1929 tarihinde Türkiye ile Bulgaristan arasında imzalanmış olan Tarafsızlık, Uzlaştırma, Yargısal Çözüm ve Hakemlik Antlaşmasının 5 yıllık bir süre için uzatılmasını kabul edilmiştir. Türk heyeti Bulgaristan’ın Balkan Antantı’na katılması için çaba sarf etmiş, ancak Bulgaristan Balkan Antan’na katılmayı reddetmiştir.[19]
7 Mart 1934 tarihinde Türkiye-Yunanistan, Türkiye-Yugoslavya ve Türkiye-Romanya arasında karşılıklı dostluk ve tarafsızlık antlaşması imzalandı.[20] Bulgaristan’ın bu antlaşmaların gizli maddeleri olduğunu iddia etmesi iki ülke arasında karar alıcılardaki algısal güvensizliği pekiştirmiştir. Bulgaristan, Balkan devletlerinin Milletler Cemiyeti’ne üye olduğunu ancak sınırlarını korumak için başka bir yolu tercih ettiklerini, bu antlaşmaların Milletler Cemiyeti’ni kuran ilkelere uygun olmadığını belirterek sınır güvenliği ile ilgili görüş ayrılığı olduğunu göstermektedir.[21]
28 Kasım 1935 tarihinde üçlü Türk-Yugoslav-Rumen askerî anlaşması imzalanmıştır. Bulgar Ordu Bakanlığı bu askeri antlaşmaların Bulgaristan’a Neuilly Antlaşması’nın askerî hükümlerini değiştirme olanağını vermeyeceğini ve Bulgaristan’ın sergileyeceği saldırgan tutum karşısında üç devlet arasındaki koordinasyonu sağlama amacı özelliği taşıyacağını belirtmiştir[22] Bulgaristan giderek revisyonist eğilimler sergilerken Türkiye’nin statükocu kampta yer alması iki ülke arasında uyuşmazlığın devam ettiğinin göstergesidir.
12 Mart 1935 tarihinde Türkiye’nin 1923 Lozan Antlaşması ile askersizleştirilmiş olan Trakya bölgesine asker yerleştirmeye başlar.[23] Bu dönemde Türkiye, Trakya’ya üç piyade ve bir süvari tümeni, kolordu ve tümen topçu birliği, istihkâm ve havacı birlikleri yerleştirmiştir.[24] Balkan bölgesinin giderek istikrarsızlaşması ve İtalyan tehdidi Türkiye’nin silahlanma faaliyetlerinin itici gücünü oluşturur. İtalya’nın 1934 yılından itibaren On iki Adalarda askeri hareketliliği arttırması ve Akdeniz’i Mare Nostrum (Bizim Deniz) olarak tanımlaması Türkiye tarafından ulusal güvenlik tehdidi olarak görülmüştür.[25] Aynı tarihte, Mussolini’nin 2. Beş Yıllık Faşist kongresinde İtalya’nın Asya ve Afrika’da yayılmacı siyaset izleyeceğinin sinyallerini vermesi ve 1935’te Habeşistan’a saldırması Türkiye’nin tedirginliğini arttırmıştır.[26]
Türkiye’nin Trakya bölgesinde silahlanma girişimleri Bulgar karar alıcıları açısından krizi tetikleyen unsur olmuştur. 15 Mayıs 1935 tarihinde İstanbul Bulgar konsolosu Türk ve Yunan hükümetlerinin Bulgaristan’a karşı ortaklaşa harekatta bulunacağına inandıklarını belirtir. Bulgaristan hükümeti, Türkiye’nin Balkan devletleri ile imzaladığı askeri anlaşmalar neticesinde 1925 yılında imzalanan Dostluk Antlaşması’nın yükümlülüklerini yerine getirmeyeceğinden endişe etmektedir.[27] Ordu Kurmaylığı Başkanı Tümgeneral T. Georgiev de konu ile ilgili Bulgaristan’ın tehdit altında olduğunu belirtmiştir.[28] Bulgar yetkililerin bu açıklaması Türkiye’nin silahlanma girişimlerinin Bulgaristan açısından savaş tehdidi olarak algılandığını göstermektedir.
Her ne kadar Bulgar karar alıcılar açısından Türkiye’nin silahlanması krizi tetikleyen unsur olsa da, Bulgar karar alıcılar krizi tırmandırmamayı tercih etmişlerdir. 6 Nisan 1935 tarihinde Bulgaristan’ın Ankara Büyükelçisi Pavlof Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a Bulgaristan’ın Milletler Cemiyeti statükosunu bozmayacağını ve hiçbir ülkeye saldırmaya niyeti olmadığını belirtmiştir.[29]
Bu dönemde Bulgaristan Ordu Kurmaylığı olası savaş durumunda Türk ordusunun durumu ve kapasitesi ile ilgili raporlar yayımlamakta, Bulgar Askerî Kurmaylığı da Doğu Trakya’daki Türk askerinin sayısını ve çalışmaları yakından takip etmektedir.[30] 1937 yılında Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak komutasında Trakya’da kapsamlı manevraları düzenlenir. Edirne Bulgar konsolosunun bu manevraları Bulgar hükümetine güç ve üstünlük gösterisi olarak aktarması Bulgar karar alıcıları açısından krizin devam ettiğinin göstergesidir.[31]
1930’lu yılların ortalarından itibaren Türk dış politikasının ana ekseni yeni bir düzenleme ile Boğazların silahlanmasının meşruiyet kazanması olmuştur. Dolayısı ile Türkiye’nin Bulgaristan ile olan krizi sonlandırma girişimleri 1938’de başlamıştır. Bu tarihte ‘Balkan Diplomasisi’ çerçevesinde Başbakan Celal Bayar ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Yunanistan ve Yugoslavya ziyaretleri sonrasında Bulgaristan’ı ziyaret ederler. Bulgaristan Çar’ı III. Boris ve Başbakan Köseivanof ile görüşmeler yapılır ve ve 31 Temmuz 1938’de Selanik Anlaşması imzalanır. Selanik Anlaşmasına göre Bulgaristan’ın silahlanmasının önündeki sınırlamalar kaldırılmış; Türk-Bulgar ve Bulgar-Yunan sınırları boyunca silahsızlandırılmış olan bölge kaldırılmış ve Balkan Antantı üyeleri ve Bulgaristan birbirlerine kuvvet kullanmama konusunda taahhütte bulunmuşlardır.[32]
Türkiye, Selanik Anlaşması ile Bulgaristan’a karşı düşmanca bir tutum takınmayacağını resmi olarak taahhüt etmiş ve Türkiye’nin silahlanması ile ilgili Bulgar karar alıcıları tarafından algılanan ulusal güvenlik sorunu ortadan kalkmıştır. Diğer bir ifade ile, Selanik Antlaşması Türkiye’nin Bulgar sınırındaki silahsızlandırma halinin kaldırılması durumuna meşruiyet kazandırmış, Bulgaristan’ın silahlanmasının önünün açılması ile 1934 yılında meydana gelen algısal güvenlik krizi son bulmuştur.
Sonuç olarak, Türkiye ve Bulgaristan arasında uyuşmazlık Türkiye’nin Balkan ülkeleri ile güvenlik antlaşmaları imzalaması ile başlamış, krizi ortaya çıkaran mesele Türkiye’nin Trakya’daki topraklarını silahlandırması olmuştur. Kriz ortaya çıkmasından hemen sonra sonlanmamış, Türkiye Boğazların statüsünün değişmesine yönelik bir dış politika çizgisi izlemiştir. Montrö ve Selanik Antlaşması ile Bulgaristan’ın silahlanmasının zımni olarak kabul edilmesi ile kriz sonlanmıştır. Kriz sonrası evrede ise Bulgaristan revizyonist ülkelere yaklaşmıştır.
Kriz yönetim süreciyse şu şekilde analiz edilmektedir. 2Mart 1935 tarihinde Türkiye’nin Trakya bölgesini silahlandırması Bulgar karar alıcılar açısından krizi tetikleyen bir faktör olmuştur. Türkiye 1935-1938 yılları arasında Bulgaristan’a karşı zaman kazanma stratejisi uygulamıştır. Bölgede revisyonist eğilimlerin yükselişe geçtiği 1935-1938 yılları arasındaki Türkiye’nin dış politika önceliği İtalyan tehdidini bertaraf etmek olmuştur. 1936’da İtalya’nın On iki Adalar’da asker sayısını arttırması ve havalimanı yapması Türkiye’nin endişesini arttırıcı bir faktör olmuştur.[33]
Artan güvenlik tehditlerine karşı Türk karar alıcıları Boğazları askerden arındıran 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni değiştirmeye dönük diplomatik girişimlerde bulunmuşlardır. 1933 yılında düzenlenen Londra Silahsızlanma Konferansı’nda bu talebini dile getirseler de, başarılı olamamışlardır. Türkiye 11 Nisan 1936 tarihinde Milletler Cemiyeti’ne üye bütün ülkelere nota göndermiş, Karadeniz ve Akdeniz’de istikrarsızlığın arttığını, ülkelerin deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirdiklerin, silahlanma eğiliminin artış gösterdiğini, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin savaş ve barış durumlarını dikkate aldığını, savaşa yakın kriz durumlarını yok saydığını vurgulayarak boğazların yeni statüye kavuşması gerektiğini belirtmiştir.[34]
Türkiye’nin notası olumlu karşılanmış 26 Haziran 1936 tarihinde İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği ve Balkan ülkeleri ile Montrö Sözleşme imzalanmıştır.[35] Bu sözleşme ile Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin Boğazları, Bozcaada ve Gökçeada’yı silahsızlandıran maddesi kaldırılmıştır.[36] Türkiye revisyonist ülkelere karşı güvenlik tedbirleri aldıktan sonra müzakere yönetimi ile Bulgaristan ile yaşadığı krizi sonlandırma girişiminde bulunmuştur. Bulgaristan’ın silahlanmasının önündeki engelleri kaldıran Selanik Antlaşmasının imzalanması ile Bulgar karar alıcıları açısından kriz sona ermiştir.
1935 krizine çatışma-krizilişkisi açısından bakıldığında tekrarlanmayan çatışma içerisinde ortaya çıkan özelliği göstermektedir. Diğer bir ifade ile, kriz uzun soluklu, zamana yayılmış bir krizdir. Bir çatışma sürecinde ortaya çıkmadığı için özgün, tekrarlanmayan kriz niteliğindedir.Ortaya çıkış şekline göre bakıldığındaysa 1937 krizi gelişen kriz özelliği taşımaktadır. 1931-1934 yılları arasındaki uyuşmazlık sürecinde Bulgar karar alıcılar Türkiye’nin kendi güvenliği ile ilgili atmış olduğu adımların kendine karşı olmadığına ikna olmuş olsaydı uyuşmazlığın krize dönüşmesi engellenebilirdi. Krizi tetikleyen aktör Türkiye (devlet) olmuştur. Yani, Kriz boyunca tetikleyici eylem içeride olmuştur. Krizde taraf aktör sayısı tek taraflı olmuştur. Başka herhangi bir devlet müdahil olmamıştır. Kriz boyunca Türkiye, İtalyan tehdidine karşı güvenlik ve dış politika stratejileri izlemiş, krizi nihayete erdirme yönündeki girişimleri ancak 1938’de başlamıştır.
Krizi tetikleyen eylemin Türkiye’nin Trakya bölgesindeki askeri varlığını arttırması olmasına rağmen o dönemdeki uluslararası ve bölgesel koşullar göz önüne alındığında Türkiye’nin bir kriz yaratma niyetinde olmadığını söylemek mümkündür. Diğer bir ifade ile, Türkiye kendi güvenlik kaygıları sonucu Lozan Antlaşması ile askersizleştirilen bölgede asker konuşlandırarak fiili bir durum meydana getirmiştir. Bulgar karar alıcıların bu fiili durumu kendilerine karşı bir güvenlik tehdidi olarak yorumladıkları için bu kriz algısal güvenlik krizi niteliğindedir.
Krizi genel niteliğine/kategorisine göre değerlendirdiğimizde Bulgaristan krize algısal güvenlik(siz)lik perspektifinden yaklaşmıştır. Türkiye’nin silahlanma politikası kendi güvenliğini sağlamaya dönük olmasına rağmen Neuilly Antlaşması ile silahlanması sınırlanan Bulgaristan açısından kendi güvenliğine tehdit olarak değerlendirilmiştir.Krize içerik açısından bakıldığında ise askeri, güvenlik, diplomatik ve siyasi alanları kapsamaktadır. Sınırın silahlandırılması ile tetiklendiği için askeri ve güvenlik boyutu olan bir krizdir. Türkiye, krizi sonlandırmak amacı ile diplomatik ve siyasi kanalları kullanmıştır.
Krize söz konusu olan tehdidin ciddiyeti sınırlı askeri tehdit olarak gözlemlenmiştir. Revizyonist-statükocu ülkeler arasında gerilimin arttığı ve Bulgaristan dışındaki Balkan ülkeleri arasında siyasi işbirliğinin arttığı bu dönemde silahlanma faaliyetleri Bulgaristan açısından endişe ile izlenmiştir. Uyuşmazlık döneminde Türkiye müzakere yolu ile ikna yöntemine başvurmuş, kriz boyunca zaman kazanma stratejisi uygulamıştır. Bu stratejinin uygulanmasında Türkiye’nin Boğazların statüsünün değişmesi noktasındaki dış politika önceliğinin büyük payı vardır. Bulgaristan’ın kriz yönetim stratejisi de krizi askeri ve siyasi araçları kullanarak tırmandırmadığı için zaman kazanma stratejisi şeklindedir.
Türkiye ve Bulgaristan kriz yönetim tekniği olarak müzakere yönetimini kullanmıştır. Kriz boyunca herhangi bir şiddet unsuru söz konusu değildir. Kriz boyunca üçüncü aktör olarak herhangi bir devlet müdahil olmamıştır. Ancak, Balkan Antantı çerçevesinde Bulgaristan’ın algısal güvenliksizliğini ortadan kaldıracak girişimlere destek verilmiştir. Sonucun şekli resmi antlaşma ile olmuş, kriz sonrası bölgede silahlanma ile ilgili zımni yeni statü meydana gelmiştir.
[1]Baskın Oran, “Uluslararası Ortam ve Dinamikler”, Baskın Oran (der.) Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1: 1919-1980, İstanbul: İletişim Yay., 2001, s. 242.
[2]İlhan Uzgel, “1923-1934 Dönemi”, Oran, Türk Dış Politikası…, s.293.
[3]William Hale, Turkish Foreign Policy since 1774, 3. Baskı, New York: Routledge, 2000, s. 45.
[4]İsmail Soysal, Türkiye'nin Siyasal Andlaşmaları, Cilt 1, Ankara:TTK Yay., 1989, ss. 245-253.
[5]Oran, “Batıda Dış Politika: Denge/İttifak Sorunu”, Oran, Türk Dış Politikası…,.s. 254.
[6]Hale, Turkish Foreign Policy since 1774…, s. 250.
[7]Mümtaz Soysal, Dış Politika ve Parlamento (Yasama-Yürütme Karşılaştırmalı), Ankara: Sevinç Yay., 1964, s.104.
[8]Ramazan Gözen “Türk DIŞ Politikasinda Karar Alma Mekanizması, Turgut Özal ve Körfez Krizi”, Yeni Türkiye, (Türk Siyaseti Özel Sayısı), Sayi:9, Yil:2,1996, ss.286-302.
[9]Mithat Baydur, “Üniformalı Demokrasi”, Yeni Türkiye, Sayı 17, Yıl 3, 1997 s. 1261-1275; Müge Aknur, “TSK’nın Dış Politika Üzerindeki Etkisi”, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil (der) Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, 1. Basım, Ankara: Nobel Yay., 2010, ss. 127-149.
[10]Bu Konuda Bkz,; Erdal İlter, Milli İstihbarat Teşkilatı Tarihçesi, Ankara: MİT Yay., 2002.
[11]Sükrü Karatepe, Tek Parti Dönemi, Istanbul, Agaç Yay., 1993, s.106; Gencay Saylan, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Devlet Yapısının Evrimi”,Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:2, İstanbul, İletisim Yay.,1996, s.390.
[12]İlhan Uzgel, “TDP’nin Oluşturulması”, Oran, Türk Dış Politikası…, s. 74.
[13]Cemil Koçak, “Siyasal Tarih 1923-1950”, Sina Aksin (der.), Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980, Istanbul, Cem Yayinevi, 1992, s.171.
[14]Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 14. Baskı, İstanbul: İletişim, 2003, ss. 283-286.
[15]Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanaklar-Belgeleler, Cilt 8, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1993, ss.60-63.
[16]Lüdmil Petrov, “XX. Yüzyılın Otuzlu Yıllarında Bulgaristan ve Türkiye (Siyasi İlişkiler)”,XX.Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Bulgar Askeri-Siyasi İlişkileri, Ankara: Genelkurmay Yay., 2005, s. 167.
[17]Kazım Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri ve Programları, İstanbul: Ak Yay., 1968, s.118.
[18]Bilal N. Şimşir,Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanları, Cilt 1, Ankara: TTK Yay.,1993, ss. 504-5.
[19]Melek Fırat, “Balkan Antantı”,Oran, Türk Dış Politikası…, ss.350-1.
[20]“Balkan Misakı Dün Mecliste Müzakere Ve Kabul Edildi”, Cumhuriyet, 7 Mart 1934, S. 1.
[21]“Bulgaristan’ın Balkan Misakı’na Karşı Vaziyeti”, Cumhuriyet, 1 Nisan 1934, s. 1.
[22]Sevo Yavaşçev, “Bulgar Genelkurmayının Türkiye ve Türk Ordusuna Karşı Tutumu”, Genel Kurmay Başkanlığı, XX. Yüzyılın İlk Yarısında Türk-Bulgar Askeri ve Siyasi İlişkileri, Ankara: Genel Kurmay Basımevi, 2005, s. 167.
[23]Soner Çağaptay, Islam, Secularism and Nationalism in Modern Turkey: Who is a Turk, New York: Routledge, 2006, s. 141.
[24]Yavaşçev, Bulgar Genelkurmayının Türkiye ve Türk Ordusuna Karşı Tutumu…”, s. 172.
[25]Haluk Ulman, Türk Dış Politikasına Yön Veren Etkenler (1923 - 1968), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 22, S. 3, (Eylül - 1968), s. 252; Oran, Türk Dış Politikası…, s.295.
[26]İlhan Uzgel, “1923-1934 Dönemi”, Oran, Türk Dış Politikası…, ss.295-6.
[27]Yavaşçev, “Bulgar Genelkurmayının Türkiye ve Türk Ordusuna Karşı Tutumu…”, ss. 171-4.
[28]Yavaşçev, Bulgar Genelkurmayının Türkiye ve Türk Ordusuna Karşı Tutumu…”, s. 174.
[29]“Bulgaristan Silahlanmıyacak”, Zaman, 3 Nisan 1935, s. 6.
[30]Yavaşçev, Bulgar Genelkurmayının Türkiye ve Türk Ordusuna Karşı Tutumu…”, s. 177.
[31]Yavaşçev, Bulgar Genelkurmayının Türkiye ve Türk Ordusuna Karşı Tutumu…”, s. 176.
[32]Penelope Kissoudi, The Balkan Games and Balkan Politics in the Inter War Years 1929-1939: Politicians in Pursuit of Peace, New York: Routledge, 2009, s. 161.
[33]İlhan Uzgel, “1923-1934 Dönemi”, Oran, Türk Dış Politikası…,s.296.
[34]Ömer Göksel İşyar, Karşılaştırmalı Dış Politikalar: Yöntemler-Modeller-Örnekler ve Karşılaştırmalı Türk Dış Politikası, 2. Baskı, Bursa: Dora Yay., 2013, s.455.
[35]Şule Güneş, “Türk Boğazları”,ODTÜ Gelişmeleri Dergisi, Cilt 34, 2007, s.2289.
[36]Çağaptay, Islam, Secularism and Nationalism in Modern Turkey…, s. 127.
1992-1993 NAHÇIVAN KRİZİ
Soğuk Savaş’ın son döneminde ABD ve SSCB arasında güç mücadelesinin arttığı “İkinci Soğuk Savaş” yaşanmıştır.[1] 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile iki kutuplu sistem yerini çok kutuplu sisteme bırakmıştır. Bu yeni dünya düzeni içerisinde ABD öncü durumdadır. Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile NATO’nun rolü sorgulanmaya başlamıştır.[2]
Soğuk Savaş sonrası süper güçlerin rekabetinden kaynaklanan güvenlik endişeleri yerini daha küçük devletlerin güvenlik endişelerine bırakmıştır.[3] Diğer bir deyişle, Soğuk Savaş dönemine damgasını vuran nükleer savaş tehdidi yerini iç savaş, mülteci sorunu, terörizm, bölgesel çatışmalar gibi dinamiklere bırakmıştır. Genel olarak uluslararası sitemin yapısına bakıldığında ABD önderliğinde çok merkezli sistem, sistem düzeyi açısından bölgesel alt sistem mevcuttur.
Sovyetler Birliği’nin dağılması ile Kafkasya ve Orta Asya bölgesinde Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan bağımsızlığını kazandı. Bu dönemde Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile bölgede siyasi istikrarsızlık hakim oldu. Bölgeden Sovyet Birliği’nin çekilmesi ile meydana gelen güç boşluğunu diğer devletlerin doldurmaya çalışması ile bölge devletlerarası stratejik ve ekonomik rekabetin odağı oldu. [4]
Ortadoğu’ya yakın olması ve enerji kaynaklarına sahip olması nedeniyle Kafkasya ABD’nin ilgi odağı oldu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bölgede etkisi zayıflasa da Rusya, bölgedeki ayrılıkçı güçleri destekleyerek etki alanının genişletme siyaseti izledi. Dağlık Karabağ savaşında Ermenistan’ı askeri açıdan destekleyerek çatışmaya müdahil oldu. Bununla birlikte, Körfez Krizi sonrasında ABD’nin yayılmacı siyasetinden endişe eden Rusya
Kafkasya bölgesinde ABD ile güç yarışına girdi.[5] Türkiye’nin bölge ile olan ilişkisi 1990’ların ilk başında kültürel temelli olmuş,[6] 1990’ların ortalarında Azerbaycan ve Gürcistan ile enerji anlaşmaları imzalanmıştır.[7] Türkiye 1988’den itibaren cereyan eden Ermenistan-Azerbaycan sorununda Azerbaycan tarafını desteklemiş, Azerbaycan’a siyasi ve diplomatik destekte bulunmuştur. Ermenistan’ın 1991 yılında 1921 Kars Antlaşması ile oluşturulmuş sınırı tanımaması sonucu 1992 yılında Türkiye Ermenistan ile diplomatik ilişkileri kesmiştir.[8] Türkiye, Ermenistan ilişkilerinin yeniden düzelmesi olarak Ermenistan’ın Türkiye üzerindeki toprak taleplerinden vazgeçmesi, soykırım iddialarını bırakması ve Karabağ sorununun çözülmesi şartına bağlamıştır. İran bölgede mezhep temelli dış politika çizgisi izlemiştir. Güney Azerbaycan bölgesi ve Hazar’ın paylaşımı meselesi İran-Azerbaycan ilişkilerinde algısal güvensizlik yaratan bir unsur olmuştur.
Diğer yandan, önemin siyasi karar alma sürecinin dayanmış olduğu hukuksal zemini 1982 Anayasası belirlemektedir. Bu anayasaya göre güçler ayrılığı ilkesi söz konusudur. 1982 Anayasasının çizmiş olduğu çerçeve içerisinde dış politika karar alma mekanizmasının içinde yer alan başat aktör hükümet (Bakanlar Kurulu) olarak karşımıza çıkmaktadır. Hükümet dış politika konularında karar almakta ve bunların uygulanması ile ilgili Dışişleri Bakanlığı’na talimat vermektedir.[9] Dışişleri Bakanlığı yürütmenin aldığı dış politika kararlarını uygulamaktadır. Bununla birlikte, Dışişleri Bakanlığı Milli İstihbarat Teşkilatı dış politika ile bilgi toplamak, bu bilgiler ışığında yaptığı değerlendirmeleri siyasi makamlara sunmakla yükümlüdür.[10]
TBMM’de ise dış politika konuları tartışılmakla beraber TBMM’nin dış politika konusundaki asıl yetkisi meclis araştırması, genel görüşme, gensoru ve meclis soruşturması yollarıyla yürütmenin aldığı kararları denetlemektir. Cumhurbaşkanı yabancı ülkelere temsilci göndermek ve kabul etmek, uluslararası anlaşmaları onaylama ve istisnai hallerde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) kullanılmasına karar verme yetkileri vardır. Cumhurbaşkanının almış olduğu kararların siyasi sorumluluğu ise Bakanlar Kurulu tarafından üstlenilmektedir. TBMM’nin dış politika kararlarını denetlemekle beraber uluslararası hukukun meşru gördüğü durumlarda TSK’nın kullanılmasına veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi bulunmaktadır.
1982 Anayasası çerçevesinde TSK’nın dış politika karar alma sürecindeki rolü danışmanlık, planlama ve savunma gibi yetkilerle sınırlıdır. 1961 Anayasası ile oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ise milli güvenlik ile ilgili aldığı kararları Bakanlar Kurulu’na bildirir. Milli Güvenlik Konseyi (MGK) 1980-1983 döneminde Türkiye’de başat karar alıcı aktör olmuş, 1983 genel seçimlerinin ardından 1989’a kadar MGK üyeleri Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi olarak karar alma mekanizmasında bulunmuşlardır. 1983 yılında kurulan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği (MGKGS) milli güvenlik ile ilgili meselelerde kapsamlı dış politika önerileri oluşturmaktadır. Aynı zamanda, MGKGS, Bakanlar Kurulu ile MGK arasında eşgüdüm sağlamakla görevlidir.[11]
Turgut Özal 1989-1993 yılları arasında cumhurbaşkanlığı yapmış, bu dönemde Yıldırım Akbulut, Mesut Yılmaz ve Süleyman Demirel başbakan sıfatıyla görev yapmışlardır. 1993 yılında Süleyman Demirel cumhurbaşkanı, Tansu Çiller başbakandır. Turgut Özal cumhurbaşkanlığı döneminde bürokrasiyi geri plana iten uygulamalara girmiştir.[12] Bürokrasideki hiyerarşik düzene önem vermeyerek ve geleneksel dış politika söylemini reddederek pragmatik ve ekonomi ağırlıklı dış politika söylemine ağırlık vermiştir.[13] Turgut Özal, cumhurbaşkanlığı döneminde, Dışişleri Bakanlığı, TSK, TBMM gibi kurumların dış politikadaki etkisini azaltarak dış politikanın oluşturulmasında aktif bir rol üstlendi. Çoğu zaman dış politika kararları verirken Dışişleri Bakanlığını dışarıda tutarak ve doğrudan diplomatlar ile ilişki kurarak Bakanlığı’nın dış politikadaki etkisini azalttı.[14] ANAP’ın mecliste çoğunluğa sahip olması ve ANAP tarafından desteklenmesi Cumhurbaşkanı Özal’ın dış politikada aktif tutum sergilemesine zemin hazırlamıştır.[15]
Cumhurbaşkanı Özal bürokrasi temelli dış politika çizgisini göz ardı ederek pragmatik, ekonomi ağırlıklı ve bir dış politika söylemine ağırlık vermiştir. Batı’lı ülkelerle ilişkileri geliştirmekle birlikte Batı eksenli dış politika geleneğinden farklılaşmıştır. Orta Asya, Kafkaslar, Ortadoğu ve Balkanlar ile ilişkileri geliştirerek çok yönlü bir dış politika uygulamıştır.[16] 1 Eylül 1991 TBMM açılış konuşmasında Turgut Özal Türkiye’nin Kafkaslar ve Orta Asya bölgesi için bir lider olabileceğinin altını çizmiştir.[17]
Döneme siyasi açıdan insan hakları ihlalleri, olağanüstü hal uygulamaları ve Kürt sorunu damgasını vurmuştur. Dışa bağımlı, neoliberal ekonomi politikası uygulanmıştır. Güneydoğu bölgesinde GAP aracılığıyla bölgesel kalkınma projesi hayata geçmiştir. Medya, kamuoyu, ordu ve iş dünyası dış politikanın şekillenmesine katkıda bulunan aktörlerdir.[18] 12 Eylül dönemi yasaklarının kalkması ile medyada dış politika daha rahat tartışmaya başlanmış, medya kamuoyunun oluşumunda etkin bir rol üstlenmiştir. Cumhurbaşkanı Özal dış ekonomik politika izlediği için iş dünyasından gelen bakanlar ekonomi kararlarında etki sahibi olmuşlardır. [19]
Döneme siyasi açıdan insan hakları ve Kürt sorunu damgasını vurmuştur. Dışa bağımlı, neoliberal ekonomi politikası uygulanmıştır. 1990 itibarı ile yapılan nüfus sayımında toplam nüfus 56.473.035’dir. Nüfusun %59’u il ve ilçe merkezlerinde %41’i belde ve köylerde yaşamaktadır. Nüfusun 28.607.047’u erkek, 27.865.988’i ise kadınlardan oluşmaktadır.Şimdi de krize uyuşmazlık, çatışma, kriz öyküsü ve temel bilgiler açısından bakıldığında şöyle bir tabloyla karşılaşılmıştır.
3 Aralık 1920’de imzalanan Gümrü Antlaşması ile Türkiye’nin doğu sınırı çizilmiştir. 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması Türkiye’nin doğu sınırlarlarını teyit etmiş ve Nahçıvan’ın statüsünü belirlemiştir. Bu antlaşma ile Sovyetler Birliği ve Türkiye “Nahçıvan kesiminin koruyuculuk hakkını üçüncü bir devlete karşı hiçbir zaman bırakmamak koşulu ile Azerbaycan’ın koruyuculuğunda özerk bir bölge oluşturulması konusunda” anlaşmaya varmışlardır.Bu antlaşma ile Nahçıvan topraklarının Aras talveg çizgisinin doğusu ile Tağna Dağı– Veli Dağ– Bağırsık– Kömürlü Dağ çizgisi arasından sıkışmış üçgen kesiminde, bu toprakların Kömürlü Dağ’dan başlayıp Saray Bulak– Ararat İstasyonundan geçerek Kara Su’nun Aras ile birleştiği yerde sona eren sınır çizgisinin Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan yetkili temsilcilerinden oluşacak bir komisyon eliyle belirlenmesi kararlaştırılmıştır.[20]
Türkiye, ayrıca 13 Ekim 1921 tarihinde Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’la Kars Antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşma, dostluk antlaşmasıdır ve içerik olarak Moskova antlaşması ile benzerlikler gösterir. Bu antlaşma ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Sosyalist Sovyetler Cumhuriyetleri Hükümetleri Nahçıvan bölgesinde Azerbaycan’ın koruyuculuğunda özerk bir ülke oluşturulması konusunda anlaşmışlardır. Bağıtlı Taraflar, toprakları üzerinde, karşı taraf ülkesinin ya da ona bağlı topraklardan birinin hükümeti rolünü üstlenmek savında bulunan örgüt ve grupların kurulmasını ya da yerleşmesini ve öteki ülkeye karşı savaşım amacında olan grupların yerleşmesini hiç bir zaman kabul etmemeyi yükümlenirler.[21]
Ermenistan 23 Ağustos 1990 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Türkiye, Ermenistan’ı bağımsızlığını ilan etmesinden kısa bir süre sonra tanımış ve insani yardım malzemesi göndermiştir. Türkiye’nin, Ermenistan ile komşuluk ilişkilerini geliştirmekteki kararlılığını, Ermenistan’ı Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ne davet ederek sürdürmüştür.[22] Ancak, Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi’nde 1915 yılında yaşanan olayların “soykırım” olarak tanınması için çalışacağını deklare etmiş, bu deklarasyonun Ermenistan Cumhuriyeti’nin anayasasına temel oluşturacağı belirtilmiştir.[23] Ermenistan, Türkiye ile sınırını belirleyen 1921 Kars ve Moskova Antlaşmalarının geçerli olmadığı iddiasını da gündeme taşımıştır.[24] Bağımsızlık Bildirgesi’nde Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi, Batı Ermenistan olarak nitelendirilmiştir.
Ermenistan’ın bağımsızlık sonrası soykırım iddialarını gündeme getirmesi ve Türkiye ile olan sınırı tanımaması Türkiye-Ermenistan ilişkilerini gerginleştiren faktörler olarak ele alınabilir. Türk karar alıcıları bakımından olaya bakıldığında Nahçıvan Krizi 1992’de Ermenilerin Nahçıvan’ın Sederek İdari bölgesini işgal etmesi ile başlamıştır. Sederek,Sharur, Babak, Ordubad, Julfa, Kangarli, Shahbuz ile birlikte Nahçıvan’ı oluşturan 7 bölgeden biridir.[25] Sederek’in Türkiye-Nahçıvan sınırında bulunması sebebiyle Türkiye açısından stratejik önemi haizdir. Sederek’e Ermeni saldırıları Nahçıvan’ın Ocak 1990’da Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını ilanından hemen sonra başladı. Bu tarihte Ermeniler Sederek’e bağlı Kerki köyünü işgal etti.[26]
1992’den itibaren Nahçıvan’da yoğun çatışmalar yaşanmıştır. 3 Mayıs 1992 tarihinde Ermeni çeteler Nahçıvan’a saldırmış, Türkiye sınırına yakın köylere topçu ateşi açmıştır.[27] Saldırılar karşısında Demirel “Anormal bir durum yok. Hudut ihlali var sadece. Kars Valisi ile konuştum. Endişe edilecek bir durum olmadığını söyledi. Alarm yaratmaya neden olacak bir şey yok. Bush ile görüşeceğim” şeklinde konuştu.[28] Ermeni çeteler 7 Mayıs’ta Günnük köyü ve Şuşa kentini ele geçirmiştir.[29] Ermeni saldırıları karşısında Türkiye’nin ilk tepkisi sözsel nitelikte olmuştur. Başbakan Demirel, ABD Başkanı George Bush’u arayarak Nahçıvan’da Ermeni saldırılarının devam etmesi halinde Türkiye’nin garantör ülke olarak sessiz kalmayacağını bildirmiştir.[30]
18 Mayıs 1992 tarihinde Ermeniler, Sederek’e tekrar saldırı düzenlemiştir.[31] Daha önce belirtildiği üzere Sederek’in Türkiye ile Nahçıvan arasındaki sınır bölgesinde olması açısından stratejik önemi haizdir. Sederek’in düşmesi durumunda Türkiye ile Nahçıvan arasında sınır bağı kopmuş olacaktır. Sederek’e saldırılar devam ederken Nahçıvan yarı özerk bölge yönetiminin lideri olan Haydar Aliyev Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ünal Ünsal görüştü. Haydar Aliyev bu görüşmede durumun kritik bir önemi olduğunu ve Sederek’in her an Ermeni güçlerine düşebileceğini belirtti ve Türkiye’den müdahale talebinde bulundu.[32]
Sederek’e gerçekleşen Ermeni saldırıları Türk karar alıcılar açısından krizi tetikleyen bir gelişme olmuştur. Bu tarihten sonra Türk karar alıcılar arasında askeri müdahaleye ilişkin yoğun tartışmalar başladı. Dışişleri Bakan Vekili Onur Kumbaracıbaşı “Nahçıvan Karabağ’a benzemez. İmza koyduğumuz anlaşmalar var. Göz göre göre sınır değişikliğine izin vermeyiz. Ermenilerin daha fazla işin tadını kaçırmalarına izin vermeyeceğiz” şeklinde konuştu.[33] Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin Türkiye’nin Ermenistan’ın Nahçıvan’a dönük saldırılarına daha fazla sessiz kalamayacağını ifade etmiştir. Çetin, Türkiye’nin bu konudaki politikasının “silahla sınır değiştirilemez” şeklinde olduğunu belirtmiştir.[34] Dışişleri Bakanlığı Nahçıvan ile ilgili silah zoruyla oldu-bittilerin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini deklare etmiştir.[35]
18 Mayıs 1992 tarihinde Başbakan Vekili Erdal İnönü “Nahçıvan’ın varlığına neden olmuş anlaşmada imzası bulunan bir ülke olarak, Nahçıvan’ın toprak bütünlüğünün korunması ve orada yaşayan insanların bir kazaya uğramaması için büyük dikkatimiz var” diyerek açıklamada bulunmuştur.[36] Erdal İnönü “Orada [Nahçıvan’da] dışarıdan gelen saldırıların durdurulması, saldırganların geri dönmesi, bütün bunların devletlerin ortak gücü ile yeni bir çatışmaya yol açmadan düzeltilmesini istiyoruz” diye konuştu.[37]İnönü, Ermenistan Dışişleri Bakanı Raffi Ovanisyan’ı telefonla arayarak, Nahçıvan’a yönelik saldırının hemen durdurulması gerektiğini ve saldırıların devam etmesi durumunda sonucun çok ağır olacağını bildirmiştir.[38] Türkiye’nin Nahçıvan’ın toprak bütünlüğü ile ilgili endişesi, Rusya Federasyonu ve ABD temsilcilerine anlatılmıştır.[39]
19 Mayıs 1992 tarihinde Türkiye’nin Ermenistan sınırına bir mekanize tugay ve tümen konuşlandırmıştır.[40] Demirel’in başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nda bir bildiri yayınlanmıştır. Bildiride “Ermenilerin son saldırıları karşısında Türkiye’nin bugüne kadar izlediği dengeli ve müzakereler yoluyla barışın sağlanmasına yönelik politikasının ciddi bir şekilde etkilenmesi kaçınılmaz olacaktır” denilmiştir.[41] Türkiye’nin sınıra asker konuşlandırması ve Ermeni saldırıları karşısında Türkiye’nin politika değişikliğine gideceğini bildirmesi Türkiye’nin krizi tırmandırdığının bir göstergesidir.
Aynı gün Nahçıvan konusu Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmüştür. Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin şu şekilde konuşmuştur:
“Nahçivan Cumhurbaşkanı Sayın Haydar Aliyev ve Sayın Meclis Başkanıyla sürekli görüşmekteyiz. Ermeniler, Nahcivan sınır boyundaki kendi topraklarından top ve roket atışlarıyla, zaman zaman, saldırılarını artırarak sürdürmektedirler, öyle ki, sınıra 20 kilometre mesafedeki Şaror Kaymakamlığı dahi, bu uzun menzilli atışlardan isabet almıştır. Sayın Aliyev, Ermenistan Cumhurbaşkanı Petrosyan’la iki defa telefonla görüştüğünü, Petrosyan'ın, kendisine, top ve roket atışlarının durdurulacağına dair söz verdiğini belirtmiş; ancak, biraz önce kendileriyle yaptığım konuşmada, azalmış olmakla birlikte, tümüyle giderilemediğini söylenmiştir. Durumu yerinde incelemek üzere Nahcivan’a derhal bir heyet göndermekteyiz. Heyetimiz, Nahçıvan’ın maruz kaldığı saldırıyı bütün unsurlarıyla yerinde belirlemeye ve gözlemler yapmaya çalışacaktır.
…
Kafkasya'da, 7 milyonluk Azerbaycan ve 60 milyonluk Türkiye arasında sıkışmış olan 3,5 milyonluk küçük bir ülkenin saldırgan davranışlarına karşı çıkmak için derhal silaha sarılmak cihetine gitmek, gerekirse en son yapılacak işi, en başta yapmak olurdu; bu da, meselenin kendi boyutlarının dışına taşmasına ve genel bir Müslüman - Hıristiyan ihtilafına dönüşmesine yol açabilirdi. Biz, Azerî kardeşlerimizin haklı davalarının sözcülüğünü üstlenerek, hukuk dışı davranan tarafı dünyaya tescil ettirdik ve uluslararası toplumun sorumluluğu üstlenmesini sağlamaya çalıştık. Savaş alanındaki halihazır durum elbette ki geçicidir. Azerbaycan, bu haksız durumun düzeltilmesinde, sadece Türkiye'yi değil, artık, dünyayı da giderek arkasında bulacaktır”.[42]
21 Mayıs 1992 tarihinde Azeriler Ermeniler tarafından ele geçirilen Sederek bölgesindeki Kırmızılar tepesini geri almıştır. Akabinde, bu bölgedeki Mil tepesinin alınması için Azeriler Ermenilerle çatışmaya girmişlerdir. Haydar Aliyev, Türkiye’den asker istemediklerini belirtmiştir. Ancak, durumun belirsizliği karşısında “her gün yeni gelişmeler oluyor. İşler kötüye giderse bu hiç istemeyeceğimiz anlamına gelmesin” diyerek çatışmaların dinamiğine göre Türkiye’den askeri yardıma açık olduklarının sinyallerini vermiştir. [43]
Haydar Aliyev, açıklamasında, Ermenistan Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan’ın iki ülke arasında ateşkes sağlanması için Türkiye’nin müdahale etmeme koşulu getirdiğini belirtmiştir. Aliyev “Petrosyan, Nahçıvan ile Ermenistan’ın işbirliği ile olayların önlenebileceğini söylüyor. Bana açıkça Türkiye’nin olaylara karışmamasını, böyle bir durumun sağlanması durumunda ateşkesi durdurmaya hazır olduklarını söyledi. Ben de kendisine savaşın Ermenistan tarafından başlatıldığını, bunu Nahçıvan’ın üzerine yıkmanın yanlış olacağını hatırlattım ve anlaşma yapmaya hazır olduğumuzu bildirdim. Bu görüşmeden sonra Ermenistan’ın Savunma Bakanı Serkisyan’la telefon bağlantısı kurdum. Aynı sözleri o da söyledi” diye konuştu.[44]
23 Mayıs’ta Ermenilerin Sederek’te başlattığı çatışmalar dururken, Azeri milislerin Ermeni tarafına yaptığı top atışları devam etti.[45] 25 Mayıs’ta Demirel Rusya Federasyonu başkanı Boris Yeltsin ile bir araya geldi. Yeltsin görüşme sonrası Rusya’nın Kafkasya bölgesinden askerlerini çekeceğini ve eski SSCB sınırları içindeki mevcut anlaşmazlıkların politik yollardan çözülmesinden yana olduğu mesajını verdi.[46] Görüşme sonrasında imzalanan Türk-Rus ortak bildirisinde Ermenistan kınandı ve Ermenistan-Nahçıvan sınırında yaşanan çatışmaların endişe verici olduğu vurgulandı.[47]
28 Mayıs 1992 tarihinde Başbakan Demirel Türkiye’yi Nahçıvan’a bağlayan Hasret-Umut köprüsünün açılışında “Kim kuvvet kullanarak kullanarak toprak kazanma yoluna giderse, bilmelidir ki, kendisinden daha kuvvetlisi de vardır ve pişman olacaktır” demesi Türkiye açısından krizin devam ettiğinin bir göstergesidir.[48] Türkiye’nin güç kullanma tehdidine rağmen Nahçıvan’a saldırılar devam etmiştir. 31 Mayıs’ta Ermeniler Nahçıvan’ın Ordubad bölgesinin Çotam, Genze, Soyuk ve Çilid köylerini top ateşine tutmuştur.[49] 6 Ağustos 1992 tarihinde Ermeni çeteleri Nahçıvan’a saldırılarını arttırmışlardır. Ermeni kuvvetleri Nahçıvan’ın doğusundaki Şaşur kentini ve bazı köyleri top ateşine tutmuştur.[50]
6 Nisan 1993 tarihinde Türkiye’nin, Nahçıvan sınırına yine askeri birlik konuşlandırmıştır. Sınırda askeri hareketliliğin artması Ermenistan tarafından endişe ile karşılanmış, Ermenistan’ın Moskova Büyükelçisi Feliks Mamikonyan bu durumun Ermenistan’ı misillemeye zorladığını ve Ermenistan’ın saldırıya uğraması durumunda Rusya’dan askeri yardım almayı düşündüklerini belirtmiştir.[51] Bu açıklama, Türkiye’nin sınır politikasının Ermeni karar alıcılar için kriz yaratan durum oluşturduğunu göstermektedir. Diğer bir ifade ile, Türkiye’nin sınıra asker konuşlandırması Ermenistan’da Türkiye’nin saldırıda bulunacağına ilişkin tehdit algısında artmaya yol açmıştır. Ermenistan Devlet Başkanı Levon-Ter Petrosyan’ın “Bugüne kadar sorunun barışçıl yoldan çözümlenmesi için uluslar arası camianın harcadığı çabalar, Bakü ve Ankara yüzünden sonuçsuz kaldı” şeklindeki açıklaması Türkiye-Ermenistan arasındaki gerginliği yansıtmaktadır. [52]
7 Nisan 1993 tarihinde Kırgızistan gezisinde Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Nahçıvan’a asker gönderilmesini önerdi. Özal “…Ermeni hududunda siz ciddi bir manevra, ciddi bir şey yapsanız, üç tane merminiz de o tarafa düşse…Ne olur? Yani mesele sen fazla ileri gidersen ben buradayım demektir. Bunu lafla değil, fiilen yapmak lazım…” şeklinde konuştu.[53] Yine konu ile ilgili, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Türkiye Daimi Temsilcisi Mustafa Akşin, “Türkiye, Azerbaycan’ın işgaline izin vermeyecek, Azerbaycan’ı savunacak” diye konuştu.[54]
3 Eylül 1993 tarihinde gerçekleşen Çankaya zirvesinde asker gönderme yetkisi için TBMM’ye gidilmesi tartışıldı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Tansu Çiller, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, Milli Savunma Bakanı Nevzat Ayaz, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş’in katıldığı toplantıda Azerbaycan ile karşılıklı güvenlik ve işbirliği anlaşmasının yapılması ve Azerbaycan’a yönelik bir saldırı durumunda Türkiye’nin bölgeye asker göndermesi seçeneği masaya yatırılmıştır. Sonuç olarak, toplantıda Körfez Savaşında olduğu gibi Ermeni saldırılarını durdurmak amacıyla TBMM’den yetki alınması noktasında toplantı yapılmıştır.[55] Aynı tarihte, TSK ait jet uçaklarının Türkiye-Ermenistan sınırında keşif uçuşu yapması, Türk karar alıcıların krize verdiği tepkinin askerileşme derecesini arttırdığını göstermektedir.[56]
11 Eylül 1993 tarihinde Ermenistan sınırına TSK tarafından tank, top, uçaksavar, zırhlı personel taşıyıcı, havan birlikleri ile yığınak yapılmaya başlaması ile Türk karar alıcılar açısından krizin tırmandırmaya devam etmiştir. Ermeni askerleri de sınırın diğer tarafında eş zamanlı olarak siper kazmaya başlaması Türkiye’nin sınırdaki askeri hareketliliğinin Ermenistan tarafından tehdit olarak algılandığı ve bir kriz durumu oluştuğunu göstermektedir.[57]12 Eylül’de Türkiye’nin Nahçıvan-Ermenistan sınırında yerleştirilen tank, top, uçaksavar ve uzun menzilli ağır topların namlularının Ermenistan’a çevrilmesi iki ülke arasında yüksek savaş ihtimali olduğunu göstermektedir.[58]
12 Eylül’de kriz iki taraflı tırmanma seyri gösterse de sonra Nahçıvan’da çatışmalar geçici olarak durmuştur. 1 Haziran 1994 tarihinde Ermeni güçleri Sederek bölgesini topçu ateşine tutmuş, Sederek’in Günnet köyüne girip, bölgeye ait tepeleri ele geçirmişlerdir.[59] Çatışmalar 1996 yılında tekrar şiddetlenmiş, Şubat ayında Nahçıvan’a bağlı Yerashavan köyünde Azeri ve Ermeni birlikleri arasında çatışmada birçok kişi yaşamını yitirmiştir.[60] Ancak, 1994 ve 1996 yıllarında yaşanan çatışmalar Türk ve Ermeni karar alıcılar açısından kriz olarak nitelenmemiştir.
Türk karar alıcılar açısından kriz dönemi 1992-1993 dönemini kapsamaktadır. Türkiye’nin krizi tırmandırması Ermenistan karar alıcılar açısından krizin tetikleyicisi olmuş, sonuç olarak iki ülke savaşın eşiğine gelmiştir. Ancak, krizin tırmanmasından hemen sonra unutulma evresine girdiği gözlemlenmektedir. Bu tarihten sonra Nahçıvan’daki çatışmalar seyrekleşmiş, iki ülkenin gündeminden düşmüştür. Kriz sonrası evrede Ermenistan’ın Nahçıvan’ı işgalinin büyük oranda engellendiği görülmektedir. Ancak, exclave sayılan Karki bölgesi halen Ermenistan işgali altındadır. Karki, hukuken Azerbaycan’ın bir parçası olsa da, de facto olarak Ermenistan’ın kontrolü altında kalmıştır.[61] Ermenilerin Azerbaycan’ın Karki bölgesini işgal etmesi ile birlikte bölgede yaşayan Azeri nüfusu terk etmiş ve bu tarihten sonra Karki, Tigranashen diye anılmaya başlanmıştır.[62]
Nahçıvan konusunda kriz yönetim süreci şu şekilde analiz edilmektedir. Nahçıvan krizi Türkiye’nin garantörlüğünü üstlendiği Nahçıvan’ın toprak bütünlüğünün ihlal edilmesi neticesinde ortaya çıktığından ötürü Türkiye açısından dolaylı kriz niteliğindedir.
1990 yılında Nahçıvan’da gerçekleşen Ermeni saldırıları 1992 yılında yoğunlaşmıştır. Artan Ermeni saldırıları karşısında Türkiye’nin ilk tepkisi sözlü uyarı niteliğinde olmuştur. 18 Mayıs’ta Türkiye ile Nahçıvan sınır bölgesinde yer alan Sederek’e saldırı düzenlenmesi Türk karar alıcıları açısından kriz yaratan durum olarak değerlendirmiştir. Türkiye sınırına asker konuşlandırarak ve gerekirse güç kullanacağını deklare ederek krizi tırmandırmıştır. 3 Eylül 1993 tarihinde iki tarafın da karşılıklı olarak sınırına asker yığması savaşın eşiğine gelindiğinin göstergesidir. Ancak krizin sonuçlanması hukuksal bir düzenleme ile gerçekleşmemiştir. Bu tarihten sonra Nahçıvan’da çatışmalar kısa süreli olarak durmuş, Nahçıvan konusu Türkiye’nin ana gündem maddesinden çıkmıştır. Çatışmaların Türkiye’nin diplomatik ve askeri baskıları neticesinde azalması nedeniyle sonucun niteliği Türkiye açısından üstünlük sağlayıcı ve zımni uzlaşı kategorisinde değerlendirilebilir. 1994 ve 1996 yıllarında milis gruplar arasında küçük çaplı çatışmalar olsa daNahçıvan’ın toprak bütünlüğü korunmuştur.
Nahçıvan krizi çatışma-kriz ilişkisi açısından bakıldığında tekrarlanmayan çatışma; ortaya çıkış şekline göre bakıldığındaysa ani kriz özelliği göstermektedir. Krizi tetikleyen aktörün başından beri Ermenistan (devlet) olmuştur. Yani krizler boyunca tetikleyici eylem dışarıda olmuştur. Krizde taraf aktör sayısı iki taraflı olmuştur. Kriz sürecince herhangi bir devlet ya da örgütün doğrudan müdahalesi olmamıştır.
Kriz çıkaran tarafın niyetine bakıldığında Ermenistan doğrudan Türkiye’nin toprak bütünlüğüne bir tehdit teşkil etmemesine rağmen Türkiye, Nahçıvan’ın toprak bütünlüğünü garanti altına alan uluslararası antlaşmalara taraf olması sonucu Nahçıvan sorununa müdahil olmuştur. Dolayısıyla, Türkiye açısından kriz Nahçıvan’ın toprak bütünlüğünün tehdit edilmiş olması ve saldırıya uğraması ile ortaya çıkmıştır.
Krizi genel niteliğine/kategorisine göre değerlendirdiğimizde Türkiye açısından dolaylı kriz özelliği taşımaktadır. İçerik açısından bakıldığında ise askeri, güvenlik, diplomatik, siyasi ve hukuksal alanları kapsamaktadır. Sederek idari bölgesi Türkiye’nin Nahçıvan sınırında bulunması sebebiyle stratejik öneme sahiptir. Türkiye Nahçıvan’ın toprak bütünlüğünü korumak için diplomatik, siyasi ve askeri yöntemleri denemiştir. Meselenin Türkiye açısından kriz olması Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası antlaşmalardan kaynaklanmaktadır.
Krizin tetikleyicileri sistemdeki dış değişim, siyasi ve dolaylı şiddet olarak tasnif edilebilmektedir.Kriz tetikleyicisinin şekliyse sistemdeki değişim, anlaşma ihlali ve statü ihlali olarak tasnif edilebilmektedir. Kriz yaratan olaya ilk tepki sözlü tepki, siyasi tepki, şiddet içermeyen askeri eylemleri kapsayan çoklu tepki şeklinde olmuştur.
Krize söz konusu olan tehdidin ciddiyeti siyasi, saygınlık ve hak kaybı, toprak kaybı ve varlığa yönelik tehdit şeklindedir. Ermeni saldırıları Nahçıvan’ın toprak bütünlüğünü tehdit etmiştir. Bu tehdit karşısında Türkiye’nin yükümlü olduğu uluslararası antlaşmaları göz ardı ederek sessiz kalması Türkiye’nin imajını zedeleyici sonuçları olabilirdi.
Türkiye kriz boyunca zorlayıcı diplomasi stratejisini uygulamıştır. Türkiye’nin kriz yönetim tekniği 3. aktör desteği ve şiddet içermeyen askeri yöntemlerine başvurduğu görülmektedir. Kriz döneminde Türk yetkililer ABD ve Rusya temsilcileri ile bir araya gelerek Türkiye’nin Nahçıvan’ın statüsü konusundaki endişelerini dile getirmişlerdir. Türkiye en son seçenek olarak sınırına asker yığarak krizi tırmandırma yöntemine başvurmuştur. Ermenistan’ın kriz yönetim stratejisi sınırlı tersine çevrilebilir tepki şeklindedir. Ermenistan krizin ilk safhalarında şiddet içermeyen çözüm yöntemlerini kullanırken, krizin son safhasında şiddet içeren çözümlere başvurmuştur.
Kriz boyunca şiddetin seviyesi ibret verici güç kullanma tehdidi düzeyinde kalmıştır. Kriz boyunca üçüncü aktör olarak Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), ABD ve Rusya dolaylı olarak müdahil olmuştur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Dağlık Karabağ ile ilgili aldığı 822 sayılı kararında Azerbaycan ve Ermenistan’ın kötüye giden siyasi-güvenlik ilişkisinin endişe kaynağı olduğu vurgulanmış ve Ermenistan’ın Kelbecer dahil olmak üzere işgal ettiği diğer Azerbaycan topraklarından çekilmesi talep edilmiştir.[63] Soğuk Savaş döneminde Avrupa’nın bütünlüğünün korunması maksadıyla oluşturulan Helsinki Nihai Senedi’ne dayanan AGİT, 1996 yılında Lizbon zirvesinde Ermenistan ve Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün korunmasını içeren tavsiye kararları almıştır.[64]
Nahçıvan’daki çatışmalar ile eş zamanlı olarak meydana gelen Dağlık Karabağ’daki Azerbaycan-Ermenistan savaşında Rusya Ermenistan’a siyasi ve askeri destek vermiştir. 1991 yılında Rusya-Ermenistan güvenlik antlaşması imzalanmıştır.[65] 1992’den itibaren Rusya Ermenistan’a silah ve yakıt yardımı yapmış, Rus askerleri Ermeni askerlerinin yanında savaşmıştır.[66] Rusya’nın Ermenistan’da askeri varlık göstermesi Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan ilişkilerin seyrinde Rusya’nın stratejik tercihinin Ermenistan’dan yana olduğunu göstermiştir. Benzer şekilde, Azerbaycan’ın kendi topraklarındaki İran Azerileri üzerindeki etkisinden endişelenen İran Dağlık Karabağ savaşında Ermenistan’ı desteklemiştir.[67]Rusya ve İran’ın Ermenistan’ı destekleyen politikaları krizin genel seyri içerisinde Türkiye’nin askeri seçenekler daha az dillendirmesine yol açmıştır.
Kriz süresince Türkiye, ABD ve Rusya ile iletişimini hiç koparmamış, Türkiye’nin Nahçıvan’ın toprak bütünlüğü ile ilgili endişeleri bu ülkenin temsilcilerine anlatılmıştır. 5 Mayıs 1994’te Azerbaycan, Ermenistan, Dağlık Karabağ ve Rusya Federasyonu arasında imzalanan ve Dağlık Karabağ savaşını sonlandıran Bişkek Protokolü ile Ermenistan’ın işgal ettiği Azerbaycan topraklarından çekilmesi kararlaştırılmıştır.[68]
Nahçıvan krizinde sonucun niteliği Türkiye açısından Nahçıvan’ın toprak bütünlüğü ile ilgili üstünlük sağlayıcı ve zımni uzlaşı şeklinde olmuştur. Kriz sonrası durumda Moskova Antlaşması ile garanti edilen Nahçıvan’ın toprak bütünlüğün meselesinin korunmuş olmasıyla krizi sınırlandırdığı için başarı ile yönetilmiş bir kriz yönetim süreci görülmektedir. Diğer bir ifade ile kriz yönetim sürecinde statüko antenin sağlandığı görülmektedir. Krizin sonucu zamanla unutulma şeklinde olmuştur. 1993’ten sonra Nahçıvan’daki çatışmalar bir süreliğine durduktan sonra 1994 ve 1996 yıllarında milis gruplar arasında ateşkes ihlali sayılabilecek küçük çaplı çatışmalar olsa da bunlar krize dönüşmemiştir. Ancak, 1993 yılından sonraki dönemde Nahçıvan özelinde herhangi bir çatışmanın Türk ve Ermeni karar alıcılar açısından kriz teşkil ettiğine dair herhangi bir resmi açıklama ya da eylem gözlemlenmemiştir.
[1] Baskın Oran (der) Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savasından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 2: 1980-2001, Istanbul: Iletisim, 2001, s. 12.
[2]Mustafa Aydın, “Türkiye Farklı Alternatifleri Bir arada Yaşamak Zorunda”, Habibe Özdal, Osman Bahadır Dinçer, Mehmet Yegin (der.) Mülakatlarla Türk Dış Politikası: Cilt3, Ankara: USAK Yay., 2010, s. 9.
[3] Matthew Evangelista, Ülkesel Yapı ve Uluslar arası Değişim, Michael W. Doyle ve G. John Ikenberry (der) Uluslararası İlişkiler Teorisinde Yeni Düşünce, İstanbul :Beta Yay., 2015, s. 225.
[4] Mustafa Aydın, “Kafkasya ve Orta Asya’yla İlişkiler”, Oran, Türk Dış Politikası…, s. 366-370.
[5] Ariel Cohen, "Azerbaijan and U.S. Interests in the South Caucasus: Twenty Years After Independence", Diba Nigar Göksel ve Zaur Shiriyev (der) The Geopolitical Scene of the Caucasus: A Decade of Perspectives, Toplumsal Katılım ve Gelişim Vakfı, 2013, ss. 52-55; 66.
[6] Elin Suleymanov, "The South Caucasus: Where the U.S. and Turkey Succeeded Together", Diba Nigar Göksel ve Zaur Shiriyev (der) The Geopolitical Scene of the Caucasus…,s. 15.
[7] Gulshan Pashayeva, The Nagorno-Karabakh Conflict in the Aftermath of the Russia-Georgia War, Diba Nigar Göksel ve Zaur Shiriyev (der) The Geopolitical Scene of the Caucasus…, s. 249.
[8] Mustafa Aydın, “Büyük Oyundan Bölgesel Rekabete (1995-2000)”, Oran, Turk Dış Politikası…, s. 408.
[9] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…, ss. 12-14.
[10] Ercüment Yavuzalp, Liderlerimiz ve Dış Politika, Ankara: Bilgi Yay.,,1996, s. 326.
[11]Muharrem Aksu, “Türk Dış Politikası Karar Alma Mekanizmasında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Etkinliği ve 2003 Sonrası Değişim”, Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 17, Sayı 3, 2012, ss.444-448.
[12] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,, s.74.
[13]Muhittin Ataman, “Özalist Dış Politika: Aktif ve Rasyonel bir Anlayış”, Bilgi, Sayı 7, Yıl 2, 2003, ss. 49-64; Ercüment Yavuzalp, Liderlerimiz ve Dış Politika, Ankara: Bilgi Yay., s.317.
[14]Müge Aknur, “TSK’nın Dış Politika Üzerindeki Etkisi”, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil (der) Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, Ankara: Nobel Yayın, 2010, ss.130-131.
Ramazan Gözen, “Türk Dış Politikasında Karar Alma Mekanizması, Turgut Özal ve Körfez Krizi”, Yeni Türkiye, Cilt 2, Sayı 1, 1996, ss. 286-302.
[15] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,s. 314.
[16] Muhittin Ataman, "Özalist Dış Politika: Aktif ve Rasyonel bir Anlayış", Bilgi, Sayı 7, No. 2, 2003, ss. 49-64.
[17] TBMM, Yasama Yılı Açılışlarında Cumhurbaşkanlarının Konuşmaları (1 Eylül 1990-1 Ekim 2011), 2. Cilt, Ankara: TBMM Basımevi, 2011, ss. 3-9.
[18]İlhan Uzgel, “TDP’nin Olusturulması”, Oran, Türk Dış Politikası…, s. 81.
[19]Uzgel, “TDP’nin Olusturulması…”,ss.80-4.
[20] İsmail Soysal, Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları, Cilt 1, Ankara, 1989, ss.32-38.
[21] Soysal, Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları…, ss. 41-47.
[22] Araz Aslanlı, “Karabağ Sorunu ve Azerbaycan-Türkiye-Ermenistan İlişkileri”, Uluslararası Avrasya Strateji Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, s.179.
[24] Aslanlı, “Karabağ Sorunu…”,s.179.
[25] Nahchivan Authonomous Republic http://nakhchivan.preslib.az/en_a1.html
[26] Salih Sılay Koçer, “The Impact of Mountainous Karabagh Conflict on Nakhchevan Autonomous Republic of Azerbaijan”, Review of Armenian Studies, Cilt 9, Sayı 3,2005, s. 2.
[27] “Nahçıvan Ermeni Ateşi Altında”, Milliyet, 4 Mayıs 1992, S.11.
[28] “Anormal Bir Durum Yok”, Milliyet, 5 Mayıs 1992, S.17.
[29] “Nahçıvan’a Ermeni Saldırısı”, Milliyet, 8 Mayıs 1992, S.7.
[30] “Demirel: Nahçıvan’a Seyirci Kalamayız”, Milliyet, 8 Mayıs 1992, s.7.
[31] “Sederek Kasabası Düşüyor”, Milliyet, 19 Mayıs 1992, S.7.
[32] “Askeri Müdahale Tartışması”, Milliyet, 19 Mayıs 1992, S.7.
[33] Derya Sazak “Nahçıvan’a Müdahale”, Milliyet, 19 Mayıs 1992, S.12.
[34] “Çetin: Seyirci Kalamayız”, Milliyet, 19 Mayıs 1992, S.7.
[35] “Askeri Müdahale Tartışması”, Milliyet, 19 Mayıs 1992, S.7.
[36] “Sınırlar Değişmez”, Milliyet, 19 Mayıs 1992, S.7.
[37] “Sınırlar Değişmez”, Milliyet, 19 Mayıs 1992, S.7.
[38] “Sınırlar Değişmez”, Milliyet, 19 Mayıs 1992, s.7.
[39] “Sınırlar Değişmez”, Milliyet, 19 Mayıs 1992, s.7.
[40] “Eller Tetikte”, Milliyet, 20 Mayıs 1992, s.1.
[41] “Askeri Müdahaleden önce BM”,Milliyet, 20 Mayıs 1992, s.7.
[42]78’inci Birleşim Dönem 19, TBMM Tutanak Dergisi, Cilt 11 Yasama Yılı 1, s. 204-205. https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d19/c011/tbmm19011078.pdf
[43] “Aliyev’in Endişesi”,Milliyet, 22 Mayıs 1992, s.7.
[44] “Aliyev’in Endişesi”, Milliyet, 22 Mayıs 1992, s.7.
[45] “Nahçıvan’da Savaş Var mı Yok mu”, Milliyet, 24 Mayıs 1992, s.7.
[46] “Rus Ordusu Çekiliyor”, Milliyet, 26 Mayıs 1992, S.7.
[47] “Diplomatik Başarı”, Milliyet, 27 Mayıs 1992, S.1.
[48] “Ermeni’ye Gözdağı”, Milliyet, 29 Mayıs 1992, s. 1.
[49] “Nahçıvan Karanlıkta”, Milliyet, 1 Haziran 1992, s. 7.
[50] “Nahçıvan Ateş Altında”, Milliyet, 7 Ağustos 1992,, s.6.
[51] “Erivan’dan Misilleme”, Milliyet, 6 Nisan 1993, s. 14.
[52] “Erivan’dan Misilleme”, Milliyet, 6 Nisan 1993, s. 14.
[53] “Askeri Önlemler Şart”, Milliyet, 3 Nisan 1993, s. 15.
[54] “”Azerbaycan’ı Savunuruz”, Milliyet, 8 Nisan 1993, s.1.
[55] “Çiller’e Asker Gönderme Yetkisi”, Milliyet, 4 Eylül 1993, s.19.
[56] “Çilller’e Savaş Yetkisi”, Milliyet, 4 Eylül 1993, s.1.
[57] “Ermenistan Sınırına Yığınak”, Milliyet, 12 Eylül 1993, s.18.
[58] “Namlular Hedefte”, Milliyet, 13Eylül 1993, s. 1.
[59] “Ermeniler Nahçıvan’da İlerledi”, Milliyet, 1 Haziran 1994, s.17.
[60] “Kafkasya’da Karmaşa”, Milliyet, 26 Şubat 1996, s. 16.
[61]Simon Gwyn Roberts, Shades of Expression: Online Political Journalism in the Post-colour Revolution Nations, Chester: University of Chester Press, 2013, s.150.
[62]Nicholas Holdin, Armenia: With Nagorno Karabagh, Guilford: Guilford Press, 2011, s. 158.
[63] 822 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı http://2001-2009.state.gov/p/eur/rls/or/13508.htm
[64]1996 Lizbon Zirvesi www.osce.org/mc/39539?download=true
[65] Rajan Menon, “After Empire: Russia and the Southern ‘Near Abroad’”, Michael Mandelbaum(der) The New Russian Foreign Policy, New York: A Council on Foreign Relations Book, 1998, s. 130.
[66] Heiko Krüger, The Nagorno-Karabakh Conflict: A Legal Analysis, Heidelberg: Springer, 2010, s. 22.
[67]Fariz İsmailzade, “The Geopolitics of the Nagorno-Karabakh Conflict “,GLOBAL DIALOGUE, Cilt 7, Sayı 3-4, 2005 http://worlddialogue.org/content.php?id=354
[68]BişkekProtokolü http://peacemaker.un.org/sites/peacemaker.un.org/files/ArmeniaAzerbaijan_BishkekProtocol1994.pdf
1988-1991 KUZEY IRAK SIĞINMACI KRİZİ
1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile iki kutuplu sistem yerini çok kutuplu sisteme bırakmıştır. Bu yeni dünya düzeni içerisinde ABD öncü durumdadır. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin bölgede izlediği politika bölgeden Batı’ya petrol akışını sağlama, İsrail’in güvenlik çıkarlarını koruma ve siyasi değişiklikleri engelleme yönünde olmuştur.[1] 1980’de Jimmy Carter’ın ABD’nin Körfez’deki çıkarlarını korumak için güç kullanımı dahil her türlü metodu kullanacağını açıklaması ABD’nin bölge politikasına ışık tutmaktadır.[2] Bu dönemde ABD, Sovyetlere karşı Arap ülkeleri, İsrail, İran ve Türkiye arasında stratejik ortaklık oluşturmak istese de başarılı olamamıştır.[3]
Bölgesel dengeleri değiştiren gelişmelerden biri İran’daki İslam devrimi olmuştur. Amerika karşıtı bir dış politika izlemeye başlayan İran’ın İslami devrimi Körfez’e yayma siyaseti sadece Körfez ülkelerinde değil, çıkar ve güvenlik ekseninde İsrail ve ABD’de de kaygıya yol açmıştır. ABD geleneksel Ortadoğu politikası bölgede desteklemediği herhangi bir devletin bölgesel güç kazanmasını engellemeye çalışmıştır. İran Devrimi’ni tehdit olarak algılayan ABD, İran’ı çevreleme politikası izlemiş, 1980-88 İran-Irak savaşı sırasında Irak’ı desteklemiştir.[4] İran-Irak savaşı 1988’de sağlanan ateşkesle sonlanmış, savaşta taraflarda herhangi biri açık bir üstünlük sağlayamamıştır. 1985 sonrasında ise Irak savaş süresince ilgilenmediği iç işlerine daha fazla ilgi göstermeye başlamıştır. Bu bağlamda, savaş sırasında kendine sorun çıkartan Iraklı Kürtlere yönelik baskılarını arttırmıştır.
Irak 1990’da Kuveyt’i işgal ederek saldırgan dış politika eğilimini sürdürmüştür.[5] ABD, Irak’a müdahale ederek Irak’ın bölgesel güç olma politikasını önlemiştir. Ancak, Soğuk Savaş döneminde Ortadoğu bölgesinde mevcut olan göreceli istikrar, Soğuk Savaş’ın bitimiyle yerini istikrarsızlığa bırakmıştır. Bölgede göç sorunları, mezhep çatışmaları, terörizm hakim olmuştur. Bu dönemde ABD’nin bölge politikası Körfez bölgesinin güvenliğini sağlama, kitle imha silahlarının yayılmasını önleme ve Arap-İsrail barışını tesis etme üzerine olmuştur.[6]
Genel olarak uluslararası sitemin yapısına bakıldığında iki kutuplu sistemin dağılma işaretleri verdiği görülmektedir. Sistem düzeyi açısından baskın aktörler ABD ve Sovyetler Birliği’dir. Soğuk Savaş dönemindeki bloklar arası meydan okumadan Batı güçlenerek çıkmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise Batı kendini yeniden tanımlamaya başlamıştır. Avrupa, ABD’den uzaklaşmaya başlamış ve “Birleşik Avrupa” fikri yükselişe geçmiştir. Uluslararası sistemde yeni dünya düzeninin hangi esaslar üzerinde oluşacağına dair tartışmalar hakimken, ABD tek kutuplu bir dünya inşa etme politikası izledi. ABD’nin Körfez krizi ile birlikte Irak’a müdahale etmesi bu politikanın ilk basamağı olarak değerlendirilebilir.[7] Soğuk Savaş sonrasında süper güçlerin rekabetinden kaynaklanan güvenlik endişeleri yerini daha küçük devletlerin yaratmış olduğu güvenlik endişelerine bırakmıştır.[8] Diğer bir deyişle, Soğuk Savaş dönemine damgasını vuran nükleer savaş tehdidi yerini Afrika, Balkan, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya gibi bölgelerde iç savaş, sığınmacı sorunu, terörizm, bölgesel çatışmalar gibi dinamiklere bırakmıştır.
1975-1979 yılları arasında göreceli istikrarlı olan Körfez bölgesinde dengeler Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesi ve 1979 İran İslam Devrimi ile değişti.[9] Mısır 1979 Camp David Antlaşması’nı imzalaması sonucu Ortadoğu’da liderlik konumunu yitirdi. 1979’da iktidara gelen Saddam Hüseyin Ortadoğu’da güç boşluğunu doldurma politikası izledi. Ancak, 1980-1988 İran-Irak savaşı ile Ortadoğu giderek istikrarsızlaştı.[10] Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD, bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol ederek bölgedeki hakimiyetini arttırdı. 1980-88 İran-Irak savaşı ile İran’ın bölgesel gücü zayıflamış, Körfez krizi ile Irak tecrit edilmiştir Bununla birlikte, Türkiye’nin, Mısır’ın, Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in bölgedeki etkileri arttı.[11] Körfez Savaşı sırasında Türkiye’nin Körfez Koalisyonuna katılması Irak ile 1973’ten itibaren geliştirdiği ekonomik, ticari, mali, enerji alanlarındaki işbirliğinin sekteye uğraması anlamına geliyordu.[12] Körfez Savaşı’ndan hemen sonra ekonomik olarak toparlanmak ve ABD’nin bölgede, özellikle Suudi Arabistan ve Mısır üzerindeki etkisini azaltma için İran, Türkiye, Pakistan ve Suriye ile ilişkilerini geliştirmeye yönelmiştir.[13]
Özellikle, 1991 Körfez Krizi sonrası bölgede ayrılıkçı hareketler, mezhep savaşları, iç savaşlar ve terörizm hakim oldu. İran Iraklı Kürtleri Irak yönetimine karşı, Irak İranlı Kürtleri İran yönetimine karşı, Suriye ise Türkiye’deki Kürtleri Türkiye’ye karşı desteklemiştir.[14] Kürtlerin bölge ülkeleri tarafından birbirlerine karşı kullanılması bölge ülkelerini istikrarsızlaştırmış ve ikili ilişkilerinin gerilmesine sebebiyet vermiştir.
Diğer yandan, önemin siyasi karar alma sürecinin dayanmış olduğu hukuksal zemini 1982 Anayasası belirlemektedir. Bu anayasaya göre güçler ayrılığı ilkesi söz konusudur. 1982 Anayasasının çizmiş olduğu çerçeve içerisinde dış politika karar alma mekanizmasının içinde yer alan başat aktör hükümet (Bakanlar Kurulu) olarak karşımıza çıkmaktadır. Hükümet dış politika konularında karar almakta ve bunların uygulanması ile ilgili Dışişleri Bakanlığı’na talimat vermektedir.[15]Dışişleri Bakanlığı yürütmenin aldığı dış politika kararlarını uygulamaktadır. Bununla birlikte, Dışişleri Bakanlığı Milli İstihbarat Teşkilatı dış politika ile bilgi toplamak, bu bilgiler ışığında yaptığı değerlendirmeleri siyasi makamlara sunmakla yükümlüdür.[16]
TBMM’de ise dış politika konuları tartışılmakla beraber TBMM’nin dış politika konusundaki asıl yetkisi meclis araştırması, genel görüşme, gensoru ve meclis soruşturması yollarıyla yürütmenin aldığı kararları denetlemektir. Cumhurbaşkanı yabancı ülkelere temsilci göndermek ve kabul etmek, uluslararası anlaşmaları onaylama ve istisnai hallerde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) kullanılmasına karar verme yetkileri vardır. Cumhurbaşkanının almış olduğu kararların siyasi sorumluluğu ise Bakanlar Kurulu tarafından üstlenilmektedir. TBMM’nin dış politika kararlarını denetlemekle beraber uluslararası hukukun meşru gördüğü durumlarda TSK’nın kullanılmasına veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi bulunmaktadır.
1982 Anayasası çerçevesinde TSK’nın dış politika karar alma sürecindeki rolü danışmanlık, planlama ve savunma gibi yetkilerle sınırlıdır. 1961 Anayasası ile oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ise milli güvenlik ile ilgili aldığı kararları Bakanlar Kurulu’na bildirir. Milli Güvenlik Konseyi (MGK) 1980-1983 döneminde Türkiye’de başat karar alıcı aktör olmuş, 1983 genel seçimlerinin ardından 1989’a kadar MGK üyeleri Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi olarak karar alma mekanizmasında bulunmuşlardır. 1983 yılında kurulan Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği (MGKGS) milli güvenlik ile ilgili meselelerde kapsamlı dış politika önerileri oluşturmaktadır. Aynı zamanda, MGKGS, Bakanlar Kurulu ile MGK arasında eşgüdüm sağlamakla görevlidir.[17]
1983 seçimlerini ANAP kazanmış, Turgut Özal başbakan olmuştur. Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı süresinin 1989’da bitmesi ile Turgut Özal cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştur. Özal’ın cumhurbaşkanı olması ile parti liderliği ve hükümet başkanlığı da el değiştirmiştir. 1991’e kadar ANAP lideri Yıldırım Akbulut başbakan olmuş, 1991’den sonra DYP-SHP koalisyonunu iktidara gelmiştir.
Turgut Özal cumhurbaşkanlığı döneminde bürokrasiyi geri plana iten uygulamalara girmiştir.[18] Bürokrasideki hiyerarşik düzene önem vermeyerek ve geleneksel dış politika söylemini reddederek pragmatik ve ekonomi ağırlıklı dış politika söylemine ağırlık vermiştir.[19] Turgut Özal, cumhurbaşkanlığı döneminde, Dışişleri Bakanlığı, TSK, TBMM gibi kurumların dış politikadaki etkisini azaltarak dış politikanın oluşturulmasında aktif bir rol üstlendi. Çoğu zaman dış politika kararları verirken Dışişleri Bakanlığını saf dışı bırakarak ve doğrudan diplomatlar ile ilişki kurarak Bakanlığı’nın dış politikadaki etkisini azalttı.[20] ANAP’ın mecliste çoğunluğa sahip olması ve ANAP tarafından desteklenmesi Cumhurbaşkanı Özal’ın dış politikada aktif tutum sergilemesine zemin hazırlamıştır.[21]
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın karar alma mekanizmasında anayasal sınırlarını zorlaması bir tür karar alma krizi yaratmıştır. Cumhurbaşkanı Özal’ın Körfez Krizindeki aktif, pragmatik hatta revizyonist dış politika tutumu ile askeri, bürokratik ve siyasi kesimin Türk dış politikasının geleneksel, statükocu öncelliklerini korumaya çalışan tutumu arasında ayrışma yaşanmıştır. Bu kesim sınırların askeri kuvvet kullanarak yeniden düzenlenmesine karşı çıkmıştır.
Özal’ın Körfez savaşı sırasında Türkiye-Irak petrol boru hatlarının kapatılmasında diğer dış politika aktörlerinin fikirlerine danışmadan karar vermesi geleneksel dış politika çizgisinden ayrıldığını göstermektedir.[22] Bu dönemde TSK, dışişleri bürokrasisi ve muhalefet liderleri TSK’nin Misak-ı Milli sınırları dışına çıkmaması ve Ortadoğu’da macera aramaması fikrini paylaşıyorlardı.[23] Özal’ın dış politika yaklaşımı dönemin muhalefet liderleri olan Erdal İnönü, Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan tarafından anti-demokratik olarak nitelendirilmiş, üç lider Saddam yönetimini ziyaret ederek Özal’a karşı denge siyaseti izlemişlerdir.[24]
Irak’a karşı izlenen siyaset konusunda karar alma birimi içinde yer alan aktörler arasındaki görüş ayrılığı giderilemediği için Türkiye’nin Irak’a koalisyon güçleri ile birlikte müdahale etme siyasası yaşama geçirilememiştir. Bu görüş ayrılığı giderilemediği için Dışişleri Bakanı Ali Bozer’, Savunma Bakanı Sefa Giray, Genelkurmay Başkanı Necdet Torumtay istifa etmiştir.[25] Yine, Körfez krizi esnasında İncirlik Üssü konusu Özal ile Akbulut arasında yetki kullanımı sorununa yol açmıştır. Özal, İncirlik Üssü’nün Bakanlar Kurulu kararı ile açılmasını isterken, Akbulut’un ısrarı sonucu konu Meclis’e götürülmüştür.[26] Yine, Özal’ın Basra Körfezi’ne savaş gemisi ve asker gönderilmesi fikri askeri, bürokratik ve siyasi kesimin karşı çıkması sonucu hayata geçirilmemiştir.[27]
Aynı şekilde, Körfez savaşı sonrası sığınmacı krizinin yönetiminde Özal ile birlikte Başbakan Akbulut, TSK ve dışişleri bürokrasisinin de etkin olduğu gözlemlenmektedir. Sığınmacılar konusunda Cumhurbaşkanı Özal Türkiye’nin Irak’a müdahale edeceğini belirtirken, Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tuğgeneral Hurşit Tolon Kuzey Irak’a müdahale amaçlı bir hazırlığın olmadığını ifade etmiştir. Sonuç olarak, bürokratik mekanizmanın dinamikleri Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde geleneksel dış politika çizgisinin korunmasını sağlamıştır.
Özal’ın dış politika karar alma sürecindeki aktif tutumu devlet tecrübesi ve kişilik özellikleri ile yakından ilgilidir. Özal Türkiye’nin dış borç sorununun çözümü için aktif bir ekonomi diplomasisi yürütmüş, Türk ekonomisinin liberalleşmesinde rol oynamıştır. Kriz dönemlerinden başarı ile çıkmış, bu da liderlik özelliğini kuvvetlendirmiştir. Bununla birlikte, Özal’ın parlamenter sistem yerine başkanlık sistemini tercih etmesi ve bu yönde bir dönüşümü arzulaması arasında yakın bir ilişki vardır. Sonuç olarak, kişilik özellikleri, edindiği tecrübeler ve siyasi tercihleri Özal’ın aktif dış politika çizgisini belirleyen faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır.[28]
Döneme siyasi açıdan insan hakları ihlalleri, olağanüstü hal uygulamaları ve Kürt sorunu damgasını vurmuştur. Dışa bağımlı, neoliberal ekonomi politikası uygulanmıştır. Güneydoğu bölgesinde GAP aracılığıyla bölgesel kalkınma projesi hayata geçmiştir. Medya, kamuoyu, ordu ve iş dünyası dış politikanın şekillenmesine katkıda bulunan aktörlerdir.[29] 12 Eylül dönemi yasaklarının kalkması ile medyada dış politika daha rahat tartışmaya başlanmış, medya kamuoyunun oluşumunda etkin bir rol üstlenmiştir. Cumhurbaşkanı Özal dış ekonomik politika izlediği için iş dünyasından gelen bakanlar ekonomi kararlarında etki sahibi olmuşlardır.[30]
Krize uyuşmazlık, çatışma, kriz öyküsü ve temel bilgiler açısından bakıldığında ise şöyle bir tabloyla karşılaşılmıştır.
1980’lerde Kürt sorunu Türkiye-Irak ilişkilerinin dinamiğini belirleyen temel unsur olmuştur. Bu dönemde Suriye ve İran’ın Kürt örgütlerine destek vermesi sonucu Türkiye Irak ile yakınlaşmıştır. 1980’de iki ülke enerji, sulama ve ulaşım alanlarında işbirliği gerçekleştirmiştir.[31] PKK’nın Suriye’den ayrılıp Kuzey Irak’a yerleşmesi sonucu “güvenlik” Türkiye ve Irak arasında ilişkileri belirleyici temel unsur olmuştur. 1983’ten itibaren PKK’nın gerilla taktiği kullanması ile Türkiye sınır güvenliğini arttırıcı önlemler aldı. 15 Ekim 1984 tarihinde imzalanan Türkiye-Irak Güvenlik Protokolü ile iki ülke birbirlerinin topraklarında 5 km.lik alanda sıcak takip hakkı yapılmasını kabul etmiştir.[32]
Saddam Hüseyin 1979 yılında iktidara geldiğinde Kürt, Şii ve Türkmen gruplarına karşı baskıları arttırmıştır. Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) seçimlere girmesini engellemiş ve Kürtleri ve Türkmenleri Irak’ın güneyine göçe zorlamıştır.[33] İran-Irak savaşının başlamasından sonra İran yönetimi muhalif Kürt gruplarla işbirliği içine girmiş ve onları silahlandırmıştır.[34] İran-Irak savaşı sırasında Peşmerge güçleri İran’ın desteğiyle Kuzey Irak’ta bazı bölgelerde üstünlük sağladılar.[35] Savaş Irak’ın aleyhine döndüğü zaman Peşmerge güçleri İran ordusunun da desteği ile Halepçe’yi ele geçirdi. Bunun üzerine Irak güçleri 16 Mart 1988 tarihinde Halepçe bölgesine askeri müdahalede bulundu. Operasyonlar sırasında sivillere yönelik kimyasal silahların kullanıldığı saptandı.[36]
Sonuç olarak, 5.000 kişi öldü, 7.000 kişi yaralandı ve 800 köy yok edildi.[37]Sivillere yönelik saldırıların artması sonucunda bir milyon Iraklı Kürt İran ve Türkiye sınırlarına yöneldi ve bu bölgelerde sığınmacılar sorunu yaratmış oldu. Artan sığınmacı sayısı dolayısıyla İran’ın sınırlarını kapaması üzerine Kürtler Türkiye sınırına yığıldılar.[38] Türkiye’nin sığınmacı akınına karşı ilk tepkisi sınırı kapatmak oldu. Türkiye’nin sınırı kapamasında sığınmacı akınına yönelik önceden hazırlıklı olmamasının yanı sıra güvenlik kaygıları da etkili oldu. Özellikle, karar alıcılar sınırdan PKK militanlarının geçeceğinden endişe ettiler.[39] Akabinde, ulusal ve uluslararası baskılar neticesinde Türkiye sığınmacıları sıkı aramalardan geçirdikten sonra “geçici misafir” olarak kabul etti.[40] Sığınmacılar Türkiye’deki kamplara yerleştirildi. 20.000 sığınmacı Şakitan ve Miçiç köyleri civarına yerleştirildi. 40.000 sığınmacı Çukurca ilçesi sınırları içindeki köylere yerleştirildi. 10.000 kişi de Diyarbakır’da Dicle Nehri kıyısında kurulan geçici iskan bölgesine yerleştirildi.[41]
Sığınmacılar arasında PKK militanlarına rastlanmaması sonucu Türkiye sığınmacılar konusunu insani boyutu ile ele almıştır. 3 Eylül 1988 tarihinde Asayiş Kolordu Komutanı Hulusi Sayın yaptığı açıklamada Sayın “Bölgede güvenlik önlemleri alınmıştır. Muhtemel PKK sızmasına karşı, [sığınmacıların] soruşturmaları sürüyor. Güvenlik olarak tüm bölgeye hakimiz. Hiçbir sorunumuz yok. En büyük sorun iaşe, sağlık ve iskan sorunudur. Bunun da hükümetin direktifleriyle çok kısa sürede çözümleneceğini umuyorum” şeklinde konuştu.[42]
Resmi açıklamalar Türkiye’nin sığınmacı konusunu insani boyutu ile ele aldığını vurgulamaktadır. Türkiye sığınmacılar konusuna insani boyuttan yaklaşırken, Irak ise sığınmacıları tehdit olarak değerlendirmiş ve sığınmacıların geri verilmesini talep etmiştir. 4 Eylül 1988 tarihinde Irak’ın Ankara Büyükelçisi Abdülcabbar Cevad “Türk topraklarında barınak bulanların çoğunluğu teröristtir. Suçludur. Aralarında PKK militanları da var. Türkiye bunları Irak’a vermelidir” diye konuştu.”[43] Irak’ın, 1984 yılında imzalanan Protokol ile kabul edilen sıcak takip hakkının Türk-Irak sınırını geçen sığınmacılara karşı uygulanmasını talep etmesi üzerine Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz Irak’ın 1984 Protokolü’nü kullanmasına izin vermeyeceklerini ve Türkiye’nin topraklarına sığınanların iade etmeyeceğini belirtti.[44]
1984 Protokolü ile ilgili iki ülke karar alıcılarının görüş ayrılığında bulunması sığınmacılar konusunun iki ülke arasında uyuşmazlığa dönüştüğünün bir göstergesidir. Diğer bir deyişle, Türkiye ve Irak 1984 Protokolü ile ilgili ortak hukuksal zeminde buluşamamışlardır. Irak, sığınmacıların arasında milis güçlerin olduğunu iddia edip Türkiye topraklarında sıcak takip hakkını kullanmayı talep ederken, Türkiye sığınmacılar arasında milis güçlerin olmadığını, dolayısı ile 1984 Protokolünün işlemeyeceğini vurgulamıştır.
Irak yönetimi 6 Ekim 1988 tarihinde Kürtlere genel af ilan etmiştir.[45] Irak’ın Ankara Büyükelçisi Tarık Abdülcabbar Cevad aynı gün düzenlediği basın toplantısında Türk ve Irak sınır bölgelerinin her iki devletin kontrolünde olduğunu ve Irak’ın sıcak takibe ihtiyacı olmadığını belirtmiştir. Tarık Abdülcabbar Cevad şöyle konuştu:
“Türkiye ve Irak sıcak takibi niçin istiyorlardı? Çünkü o zaman bu bir ihtiyaçtı. Savaş sırasında Irak ordusu çok meşguldü, bölgede bir otorite boşluğu belirmişti. Bugün ne Irak ne Türkiye sıcak takip istemiyor, çünkü Irak ordusu bugün 13 yıldır giremediği topraklara girmiş durumda. O zaman Türk ordusu teröristleri sınırın öbür tarafında takip etmek için ihtiyaç duyuyordu. Oysa şimdi, hem Türk, hem Irak tarafındaki dağlık bölgeler, iki ülkenin kontrolü altında. Onun için sıcak takip istemiyoruz. Anlaşmayı uzatıp uzatmamak konusundaki görüşmeler de diplomatik kanallardan devam ediyor”.[46]
Ankara Büyükelçisi Tarık Abdülcabbar Cevad’ın konuşması 1984 Protokolünde belirtilen sıcak takip hakkının kullanımı ile ilgili iki ülke arasında ortaya çıkan uyuşmazlığın ortadan kalktığını göstermektedir. Af ilanı ile birlikte Ekim 1988 tarihinde Türkiye ve İran’a sığınan Kürtler Irak’a geri dönüş süreci başladı.
Sonuç olarak, 1988 Kürt sığınmacı akını Türkiye ve Irak arasında uyuşmazlığın ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Diğer bir ifade ile, sığınmacıların geri dönüşü ile ilgili taraflar görüş ayrılığı yaşamış ancak diplomatik-siyasi ilişkiler bozulma aşamasına gelmeden durum yönetilmiştir. Af ilanı sonrası sığınmacıların Irak’a geri dönmesi ile Türkiye-Irak ilişkilerinde 1984 Protokolü ile ilgili olarak ortaya çıkan uyuşmazlık eylemsel alana taşınmadan giderilmiştir. Söz konusu protokol ise Ekim 1988 tarihinde yürürlükten kalkmıştır. 5-7 Temmuz 1990 tarihlerinde Türkiye 1984 Protokolünün tekrar yürürlüğe konması için çalışmalar başlatmıştır. Ancak, tarafların şartlar konusunda anlaşamamaları üzerine protokol yenilenmemiştir.[47]
Halepçe katliamı sonrası Türkiye’ye sığınan Iraklı Kürtler sorunu, tarafların 1984 Protokolü’nün kullanımı farklı pozisyon belirlemesi ile sınırlı kalmıştır. Bu konuda ortaya çıkan uyuşmazlık Irak’ın sığınmacıları genel af ilan ederek kabul etmesiyle ortadan kalkmıştır. Ancak, bu uyuşmazlığın iki taraf arasında hukuksal bir zemine dayanarak çözülememiş olması sonucu 1991 Körfez savaşı sonrasında ortaya çıkan sığınmacı akını Türk karar alıcıları açısından krizin tetikleyicisi olmuştur.
2 Ağustos 1990 tarihinde Irak, Kuveyt’i işgal ve akabinde ilhak etmiştir. Bunun üzerine, Birleşmiş Milletler 660 sayılı kararında Irak’ı kınayarak Kuveyt’ten çekilmesini istedi.[48] Irak’ın 8 Ağustos’ta Kuveyt’i işgal etmesi sonucu Birleşmiş Milletler 19 Kasımda aldığı 678 numaralı kararında 660 sayılı kararın uygulanması için güç kullanılmasına yetki verdi.[49] Amerika Birleşik Devletleri liderliğinde uluslararası koalisyon Kuveyt’teki Irak birliklerine 24 Şubat 1991 tarihinde saldırı düzenledi. Irak’ın 3 Nisan 1991 tarihinde Güvenlik Konseyi’nin 687 sayılı kararını kabul etmesi ile Irak ile Kuveyt ve koalisyon güçleri arasında ateşkes gerçekleşmiştir.[50]
Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesinin akabinde Irak’taki muhalif gruplar ayaklanmıştır. İlk ayaklanan grup Şiiler oldu. 1 Mart 1991 tarihinde Şii muhalifler Basra ve Necef’te ayaklanma başlattı. Ayaklanma kısa sürede Irak’ın güneyindeki Şii bölgelerine yayıldı. Şii ayaklanmasının hemen ardından bu kez Kürtler ayaklandılar. Kürtler 20 Mart’ta Kerkük’ü ele geçirdiler.[51] 1 Nisan 1991 tarihinde Irak birlikleri Kerkük, Dohuk, Zaho ve sınır bölgesinde yer alan Habur’da üstünlüğü ele geçirdiler.[52] Bunun üzerine Irak merkezi güçleri Irak’ın güney ve kuzey bölgelerinde saldırı başlatmıştır. Uzaktan havan atışları ve askeri baskılar sonucu Şiiler ve Kürtler Irak’ı terk etmeye zorlanmıştır. Şiiler, İran ve Suudi Arabistan’a sığınırken, Kürtler çoğunlukla Türkiye sınırına dayandılar.
2 Nisan 1991 tarihinde Türkiye’nin yaklaşık 200 bin Kürt sığınmacı Türkiye sınırında beklemeye başlaması üzerine[53] toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) sınırın kapatılmasına karar verdi. Bununla birlikte, MGK kararında sığınmacılar ile ilgili olarak “insan haklarının temel unsurunu teşkil eden yaşam hakkının korunması için gereken insani tedbirleri almayı” kararlaştırmıştır. Bununla birlikte, Irak’ın sivil halka saldırısını önlemek için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin toplantıya çağrılması, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun daimi üyelerinin büyükelçilerinin Ankara’ya çağrılıp kendilerine durum değerlendirilmesi yapılması, Irak’ın Ankara büyükelçisinin Dışişleri Bakanlığı’na davet edilerek Irak’ın sivillere yönelik saldırıların durdurulmasının talep edilmesi kararları alınmıştır. Bunlara ek olarak, sınır güvenliği ile ilgili her türlü tedbirin alındığı vurgulanmıştır.[54]
MGK’nın kararlarına ilişkin olarak Irak'ın Ankara Büyükelçisi Rafi Dahham Mücvel el-Tikriti MGK’nın sığınmacılar ile almış olduğu kararları Bağdat’a ilettiklerini belirtti. El-Tikriti açıklamasında Irak’ın Türkiye’ye dönük saldırgan tavrının olmayacağını da belirtti.[55] El Tikriti, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Tugay Özçeri ile olan görüşmesinde Irak'ın Türkiye'ye karşı kötü niyeti bulunmadığını vurguladı ve Irak güçlerinin ülke güvenliğini sağlamaya çalıştıklarını belirtti.[56] Bu açıklama, Türkiye’nin Kürt sığınmacıları kabul etmesinin Irak açısından kriz yaratan bir durum olarak değerlendirmediğini göstermektedir.
Karar alıcı bakımından krizi tetikleyen eylem sığınmacı akınının devam etmesi ile ortaya çıkmıştır. Hükümet yetkilileri askeri müdahalenin de seçenekler dahilinde olduğunu vurgulamıştır. Bir hükümet üyesi 3 Nisan’da yaptığı açıklamada “Sınır birliklerimiz şu anda alarm durumundadır. Güvenlik Konseyi’nin derhal duruma el koymasını ve tüm uluslararası camianın, bu insanlık sorununu çözmek için bir araya gelmelerini istedik. Bu girişimin ciddiyeti ortadadır. Konsey’in duruma el koyacağını umuyoruz. Bu, her şeyden önce bir uluslararası sorundur. Bunu da belirttik. Öte yandan, tüm uyarı ve önerilerimiz sonuçsuz kalırsa ve Saddam’ın hükümeti bu insanları fiilen ateş gücüyle Türkiye topraklarına sürmeye devam ederse, askeri müdahale yaparız. Bu hususta Milli Güvenlik Kurulu’nun önceki günkü toplantısında yapılan açıklamanın son maddesinde yer alan ‘Sınır güvenliğimiz için her türlü tedbir alınmıştır” ibaresi açıklayıcıdır. Bunun anlamı, gerektiğinde askeri müdahale dahil her türlü tedbirin alınacağıdır. Irak açısından taşıdığı mesaj budur” diye ifade etmiştir.[57]
Aynı tarihte Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Murat Sungar, hükümet yetkililerinin Irak’ın Ankara Büyükelçisi El-Tikriti’nin Dışişleri Bakanlığı’na çağırarak Irak’ın Kuzey Irak’ta sivil halkın üstüne ateş açıp, halkın Türkiye-Irak sınırına doğru kaçmak zorunda bırakılmasını eleştirdiğini ve Irak hükümetinden buna son vermesini talep ettiklerini ifade etmiştir. Murat Sungar “Bu, bir ültimatom ya da protesto değil, ciddi bir uyarıdır. Irak hükümetinin dikkati çekilmiş, uyarılmışlardır. Büyükelçi, bu mesajı derhal Bağdat’a ileteceğini bildirdi” diye konuştu. Sungar “Bizce öncelikli unsur, sivil halk üzerindeki silahlı baskıların ilk planda durdurulmasıdır. Aksi halde göç devam eder. Önce Saddam’ı bu hareketten alıkoyacak bir karar alınacaktır. Acil yardım da aynı anda başlatılmalıdır. Buna tüm dünyanın çare bulması lazım” diye konuştu.[58]
4 Nisan 1991 tarihinde Türk sınırına yığılan Kürt ve Türkmen sayısı 400.000’e ulaştı. Ankara Büyükelçisi Rafi el-Tikriti, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Tugay Özçeri’ye yaptığı ziyarette Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanması amacıyla, güney ve kuzey bölgesinde ayaklanmalara karşı tedbir alındığını, bunun Türkiye’ye dönük hiçbir kasıtlı amaç taşımadığını, sadece iç istikrarı koruma amaçlı bir hareket olduğunu belirtmiştir.[59] Milliyet gazetesinde yer alan bir habere göre ismi açıklanmayan bir hükümet yetkilisi konu ile ilgili şu şekilde konuşmuştur:
“Türkiye’nin sınırı açmasını isteyenler var. Ancak yanlış adrese geliyorlar. Gidilecek adres Bağdat’tır. Bir devlet silah zoruyla kendi vatandaşlarını göçe zorluyor. Saddam yönetiminin amacı iki etnik gruptan, Kürtler ve Türklerden kurtulmaktır. Bir tarafta Avrupa’da etnik grupların, Kürtlerin haklarından söz ediyorlar, diğer taraftan Irak iki etnik gruptan tümüyle kurtulmak istiyor. Bu yürüyen, sığınmak isteyen insanlar savaş veren insanlar değildir. Silahlı değildir. Kadın, çocuk ve yaşlılardır. Şimdi Türkiye’ye kapılarınızı açın diyorlar. İki sene önce 60 bin insanı aldık. Destek göreceğimize bol bol tenkit gördük. Şimdi yaşanan olay bir milletlerarası meseledir. İnsanlık camiasının ve öncelikle Güvenlik Konseyi’nin sorumluluğunda olan bir konudur. Öncelikle bütün dünya Bağdat yönetimini savaşta kullanmadığı uçak ve helikopterlerle sivil halka yönelik yaptığı saldırıları durdurması için baskı altına almalıdır”. [60]
Hükümet yetkilisi sığınmacı krizinin insani boyutuna vurgu yapmış, krizin iki ülke arasında yaşanan bir mesele olmaktan çıktığını, uluslararası camianın sorumlu olduğunu vurgulamıştır. Benzer şekilde, Dışişleri Bakanı Ahmet Alptemoçin krizin insani ve güvenlik boyutunun olduğunu vurgulamış, Güvelik Konseyi’nin toplanması gerektiğini belirtmiştir. Dışişleri Bakanı Alptemoçin’in 4 Nisan 1991 tarihindeki konuşması şu şekildedir:
“Kuzey Irak’ta Saddam ordularının ateşiyle Türk sınırına yığılmış yüz binlerce sivil insanın faturasının, 1988’de olduğu gibi, bu kez de Türkiye’ye çıkarılmasına izin vermeyeceğiz. Üç yıl önce dostlarımızın maalesef bu konuda bize hiç yardımcı olmamaları, beklenen ilginin gösterilmemesi, bu defa çok dikkatli olmamızı gerektiriyor…. Türkiye Kuzey Irak’a müdahale niyetinde değil, ancak güvenliğimizi sağlayacak tüm önlemler alınmıştır….Türkiye sorunun insani boyutunun yanında bölge güvenliği boyutuna da büyük önem veriyor. Türkiye, Güvenlik Konseyi’nin biran önce toplanarak, Saddam ordularının sivil halka karşı giriştiği baskı, tehdit ve katliamın biran önce durdurulması için kesin kararlar almasını ve bu kararların uygulanmasını sağlayacak önlemleri belirlemesi gerekiyor”.[61]
5 Nisan 1991 tarihinde Cumhurbaşkanı Özal, Irak’ın Ankara Büyükelçisi Rafi el-Tikriti’yi Irak’ın ateşkesi sağlamadığı takdirde, Türkiye’nin Irak’a müdahale edeceğini bildirerek Türkiye’nin krizi tırmandırmıştır. Özal yaptığı açıklamada Irak’a nota verdiklerini, müdahaleyi de değerlendirdiklerini belirtti. Ankara Milletvekili Prof. Dr. Rıfat Diker’in “Bundan askeri hareket gerektiği mi çıkarılıyor ?”sorusu üzerine, Özal “Tabii, gelen adamları durduramayacağımıza göre öbür tarafı durdururuz” şeklinde yanıt vermiştir. Özal, Iraklı sığınmacılar ile ilgili “Bunlar bizim kardeşlerimiz, akrabalarımız olabilir. Kendilerine yiyecek ve barınma konusunda yardımcı oluruz. Bunların ister Irak’ta ister Türkiye’de bir bölgeye yerleştirilmesini sağlayabiliriz. Ama sınırımızı tamamen açmayız” diye konuştu. Özal’ın müdahale vurgusu üzerine açıklama yapan Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tuğgeneral Hurşit Tolon ise Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale amaçlı bir hazırlığının olmadığını ifade etmiştir. Ancak, Tolon konuşmasında siyasi otoritenin emrinde olduklarını ve alınan kararlara uyacaklarını vurgulamıştır.[62]
5 Nisan 1991 tarihinde Türkiye, sığınmacılara kapısını açmıştır. Konu ile ilgili olarak Hayri Kozakçıoğlu hukuken değil, fiilen açıldığını belirtti. Gelenler Hakkari’nin Şemdinli ve Çukurca ilçesinde ve Şırnak’ın Uludere ilçesinde oluşturulan çadır kentlere yerleştirilmeye başlanmıştır.[63]
5 Nisan 1991 tarihinde BM Güvenlik Konseyi toplandı. Toplantıda Türkiye BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Mustafa Akşin, Irak birliklerinin şehir ve köyleri helikopter, tank ve toplarla bombaladığını, insanların kaçtığını ve Türkiye ve İran sınırında durumun alarm verici olduğunu; Irak’ta yaşananların sadece Irak’ın iç meselesi olmadığını, insanlık trajedisi ve bunun insani boyutları düşünüldüğünde Güvenlik Konseyi’nin sadece gözlemci rolünü benimsememesi gerektiğini vurguladı. Irak’taki kaotik durum göz önünde bulundurulduğunda sığınmacı sayısının bir milyonu bulabileceğini, hiçbir ülkenin bu boyutta bir insanlık trajedisi ile başa çıkamayacağını ve Türkiye’nin Irak’taki kaotik ortamın Türkiye’ye sıçramasını engellemek için her türlü aracı kullanacağını ifade etti. Temsilci, Türkiye’nin Irak’ın iç işlerine karışmak gibi bir amacı olmadığını, Türkiye’nin bu adımı atmasının sebebinin Irak’taki gelişmelerin bölge istikrarını ve güvenliğini tehdit etmesi olduğunu ekledi.[64]
BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 688 sayılı kararında sivil halka uygulanan baskıyı kınadı ve bunun uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiğini belirtti. Aynı zamanda üye devletleri ve insani örgütleri insani yardımda bulunmaya davet etti.[65] Karar tasarısının hazırlanmasında Türkiye, Fransa ve İran önemli rol oynadı. Türkiye BM daimi temsilcisi Büyükelçi Mustafa Akşin Irak’ın bölgesel güvenliği tehdit ettiğini vurguladı. Akşin, “Irak’ta cereyan eden olaylara yönelik girişimleri, bir ülkenin iç işlerine karışmak diye tanımlayıp görmezden gelmek kimsenin hakkı değildir” diye belirtti. Irak’ın BM Büyükelçisi Abdül Emir El Anbari ise Türkiye ile Irak’ın her zaman iyi ilişkilerinin olduğunu, ancak Türkiye’nin tutumu karşısında Körfez krizi sırasında ve sonrasında hayal kırıklığına uğradıklarını belirtti. El Anbari “İnanıyoruz ki, komşularımız, dostlarımız, Türk halkı ve hükümeti daha yıllarca komşuluk edeceğimizin farkındadır. Kısa vadeli çıkarlara dayanan fırsatlardan faydalanmaya kalkışılmamalıdır” dedi. Türkiye’nin BM nezdindeki büyükelçisi Mustafa Akşin BM Güvenlik Konseyi’nin 688 sayılı kararı ile ilgili olarak Türkiye’nin Irak’ın bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü desteklediğini belirtti. Ancak Irak’ın uyguladığı çeşitli baskı yöntemlerinin bölgesel istikrar ve güvenliği tehdit ettiği için çeşitli adımların atıldığı vurgulamıştır. [66]
6 Nisan 1991 tarihinde ABD öncülüğünde Huzuru Operasyonu çerçevesinde Amerikan, İngiliz ve Fransız silahlı kuvvetlerinden oluşan Çekiç Güç (çok uluslu askeri kuvvet) Kuzey Irak’ta Zaho’ya konuşlandırılmış ve 36 paralelin kuzeyinde “uçuşa yasak bölge” ilan edilmiştir. 7 Nisan’da İngiliz ve Fransız kargo uçakları bölgede bulunan Kürtlere yardım dağıtmaya başladı.[67]
17 Nisan 1991’de ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon Kürt sığınmacıları korumak ve uluslararası yardım operasyonlarını koordine etmek için Kuzey Irak’ta Zaho, Amadiya ve Dohuk şehirleri arasındaki alanda güvenli bölge ilan etti. Irak yönetimi ile BM Misyonu temsilcisi Eric Suy arasında Irak-Kuveyt, Irak-İran ve Irak-Türkiye sınır bölgeleri için BM Irak merkezlerinin kurulması için anlaşma imzaladılar.[68]
Bu anlaşmada Irak hükümeti Iraklı sivillerin evlerine dönmesi için ve yeni sığınmacı dalgasının oluşmaması için yaptığı çalışmaları memnuniyetle karşılamış, bu çerçevede BM ajans ve programları ile işbirliği içinde olacağını vurgulamıştır. Bu noktada, Irak hükümeti BM’nin bölgede bulunmasını desteklemiş ve BM ofislerinin ve insani merkezlerin kurulması ile ilgili işbirliği yapacaklarını ifade etmişlerdir. Ayrıca, Irak hükümeti ve BM işbirliğinde insani yardım programının kurulması kararlaştırılmıştır. Hükümetler arası organizasyonların, sivil toplum kuruluşlarının ve diğer yardım kuruluşlarının programın uygulanması noktasında BM ile işbirliği yapması teşvik edilmiştir. Sonuç olarak, anlaşmada kabul edilen prensiplerin Irak’ın egemenliğini, toprak bütünlüğünü, siyasi bağımsızlığını tehdit etmeyeceği vurgulanmıştır.[69]
Kriz sonrası evre: İran’ın 18 Nisan’da sığınmacı konusu ile ilgili olarak BM ile anlaşması neticesinde Türkiye açısından kriz yaratan durum ortadan kalkmıştır. Başbakan Yıldırım Akbulut’un 19 Nisan’da bu gelişme sonrasında artık Türkiye’de yerleşim bölgelerinin kurulmasına gerek kalmadığını belirtmesi krizin bittiğinin işaretidir. Akbulut konu ile ilgili şu şekilde konuştu:
“Biz işin bidayetinden beri geçici yerleşim merkezlerinin Irak’ta kurulmasını savunduk ve bu öneriyi gündeme getirdik. Bu nedenle şimdi verilmiş olan karar da bizim kararımızın bir teyidi ve onun isabetinin bir işareti. Bizim topraklarımızda ayrıca yerleşim merkezleri kurulmasının bir anlamı kalmadı. Irak topraklarında geçici olarak bu kamplar ve yerleşim merkezleri kurulacak ve sığınmacılar oraya nakledilecek. Irak’ta Saddam baskısından kurtulmak isteyen insanlar oralarda barındırılacak, yedirilecek giydirilecek sağlıklarıyla ilgilenilecek. Ama bu çözüm de geçici bir çözümdür. Kalıcı çözümün bu insanların kendi topraklarında kendi evlerine gitmelerini temin etmekle mümkün olacaktır. Biz hep bu görüşü savunduk, isabetli olanın da bu olduğunu söyledik. Aynı yönde tatbikata girişilmiş olması bizi memnun etti, diğer bir merhale olarak ta bu insanların kendi evlerine parklarına götürülmesini temin edecek tedbirlerin alınması olacaktır. Bizde artık bir yerleşim merkezinin bulunmasının gereği yoktur. Hepsi Irak’ta yapılacaktır ve bu insanlar orada barındırılacaktır”.[70]
Güvenli bölge 3 ay boyunca Amerikan, İngiliz, Fransız, Hollandalı, İtalyan, Avusturalyalı 13.000 asker tarafından korundu. Bu süre içerisinde Türkiye’ye sığınan 400.000 Kürt Irak’a geri döndü ve kamplara yerleştirildi. Türkiye’deki son sığınmacı kampı olan Çukurca kampı 3 Temmuz 1991’de kapandı. 7 Temmuz 1991’de ABD liderliğinde yürütülen yardım operasyonları Birleşmiş Milletler Sığınmacılar Yüksek Komiserliği’ne devredildi.[71] Huzuru Operasyonu 24 Temmuz’da son buldu. Huzur Operasyonu çerçevesinde Kuzey Irak’ta konuşlandırılan Çekiç Güce Saddam yönetiminin Kürtlere tekrar saldırmasını engelleyerek sığınmacı krizinin tekrar yaşanmasını engelleme yetkisi verilmiştir.[72] Huzur Operasyonu’nun son bulmasının ardından Çekiç Güç Türkiye ile ABD arasında yapılan anlaşma ile Zaho’dan İncirlik Üssü’ne taşınmıştır.[73] 1997 yılında yapılan yasal değişiklik ile Çekiç Gücün ismi Keşif Güç olarak değiştirilmiş, kara, deniz ve askeri kuvvetler kaldırılmış, sadece hava gücü ile sınırlandırılmıştır.[74]
Kriz tırmanmasından hemen sonra yumuşama sürecine girmiştir. Sığınmacıların geri dönüşü ile Türkiye açısından kriz yaratan durum ortadan kalkmış, güvenli bölgenin oluşturulması ile sığınmacılar sorunu insan açıdan yönetilmiştir. Ancak, kriz sonrası evre Türkiye için yeni güvenlik sorunlarını beraberinde getirmiştir. Kuzey Irak’ta konuşlandırılan Çekiç Güç uzun dönemde Kuzey Irak’ta otorite boşluğunun doğmasına zemin hazırlamıştır.[75] PKK bölgede rahatça faaliyet göstermiş, dolayısıyla, Türkiye’nin güvenlik endişelerini arttırmıştır. 1991’den itibaren 1988’de sıcak takip anlaşması sona ermesine rağmen TSK Kuzey Irak’ın 20 km kadar içine girerek sıcak takip ve operasyonlar yapmıştır.[76] Bölgedeki güç boşluğunun yarattığı diğer bir sonuç 1992’de Kuzey Irak’ta Kürt Federal Devleti’nin ilanı olmuştur.[77]
Sığınmacı krizinde yönetim süreci şu şekilde analiz edilmektedir. 1988’de yaşanan sığınmacı akını ile ilgili uyuşmazlık Irak’ın Kürt sığınmacılara genel af ilan etmesi ile son bulmuştur. Sığınmacı sorunu ile ilgili Türkiye ve Irak arasında kalıcı bir uzlaşı sağlanamamış olması 2 Nisan 1991 tarihlerinde yaşanan sığınmacı akının krize dönüşmesine zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla, kriz aniden ortaya çıkan değil, gelişen kriz özelliği taşımaktadır.
Türkiye, sığınmacı akınına insani açıdan yaklaşmıştır. Irak’taki insan hakları ihlallerinin önlenmesi amacı ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aktif rol üstlenmesi gerektiğini savunmuştur. Iraklı yetkililerle yapılan ikili görüşmelerin netice vermemesi sonucu kuvvet tehdidini de içeren açıklamalar yapmıştır. Ancak, BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 688 sayılı kararın akabinde 6 Nisan 1991 tarihinde ABD önderliğinde gerçekleşen Huzur Operasyonu ile Kuzey Irak’a müdahale edilmesi Türk karar alıcıları açısından krizi yumuşatan bir faktör olmuştur. Türkiye açısından krizin sonlanması 18 Nisan’da Irak’ın BM ile sığınmacıların dönüşü ile ilgili anlaşması sonucu gerçekleşmiştir. Ancak, bölgeye konuşlanan Çekiç Güç uzun dönemde Kuzey Irak’ta otorite boşluğunun doğmasına zemin hazırlamış, bu durum Türk karar alıcılar tarafından endişe ile izlenmiştir.
Sığınmacı krizi çatışma-kriz ilişkisi açısından bakıldığında tekrarlayan çatışma; ortaya çıkış şekline göre bakıldığındaysa gelişen kriz özelliği göstermektedir. Krizin kökenini 1988 sığınmacı sorununa kadar götürmek mümkündür. Bu dönemde iki ülkenin sığınmacı konusunda hukuki temeli olan kalıcı uzlaşı sağlanabilseydi 1991’de yaşanan sığınmacı akınının krize dönüşmesi engellenebilirdi. Krizi tetikleyen aktör sığınmacılar (devlet dışı) olmuştur. Bununla birlikte, Irak’lı karar alıcıların konu ile ilgili Türkiye’nin insani ve güvenlik çerçevesindeki hassasiyetlerini dikkate almaması sonucu Irak’ın (devlet) krizin tetiklenmesinde rolü olmuştur.Yani krizler boyunca tetikleyici eylem dışarıda olmuştur. Kriz iki taraflı krizdir. ABD önderliğinde gerçekleşen Huzur Operasyonu sığınmacı krizinin çözümünde yarı askeri destek niteliğindedir.
Kriz çıkaran tarafın niyetine göre bakıldığında Irak yönetiminin o dönemdeki ulusal, bölgesel ve uluslararası koşullar açısından Türkiye ile doğrudan bir kriz yaratma arzusunda olmadığını söylemek mümkündür. Irak'ın kendi ülke sınırları içerisinde Kürt halkına yönelik olarak başlattığı şiddet ve kitlesel imha girişimi Türkiye ile doğrudan bir ilgisi olmamasına rağmen Türkiye'yi bir taraf haline getirmiştir. Iraklı yetkililer Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma amacıyla önlem aldığını, Türkiye’ye dönük saldırgan bir tavır içinde olmadıklarını vurgulasalar da Türkiye açısından kriz durumu devam etmiştir. Türkiye, meseleye insani güvenlik perspektifinden baktığı için Türk karar alıcılar açısından krizin sona ermesi Irak’ın sığınmacıların geri dönüşünü kabul etmesiyle gerçekleşmiştir. Bu çerçeve’de Türkiye uluslararası insani hukuktan kaynaklanan sorumluluklarıyla bir dış politika çizgisi izlediği söylenebilir.
Krizi genel niteliğine/kategorisine göre değerlendirdiğimizde Türkiye açısından dolaylı kriz niteliğindedir. İçerik açısından bakıldığında ise askeri, güvenlik, diplomatik, siyasi ve insani alanlarını kapsamaktadır. Türkiye, meseleyi Iraklı yetkililer ile ikili görüşmelerle halledemeyeceği ve sığınmacıların yaratmış olduğu ekonomik yükü tek başına üstlenmek istemediği için BM mekanizması çerçevesinde siyasi ve diplomatik yollarla çözümlemeye çalışmıştır.
Krizin tetikleyicileri Türkiye’ye yönelik doğrudan şiddet içermeyen diğer eylemler olarak tasnif edilebilir. Kriz yaratan olaya Türkiye’nin ilk tepkisi ise sözlü ve siyasi tepki şeklinde cereyan ettiği için şiddet içermeyen diğer şeklinde tasnif edilir. Türkiye bakımından krizin tetikleyicisinin şekliyse büyük göç hareketi şeklinde kendini göstermiştir.
Krizde söz konusu olan tehdidin ciddiyeti ise Türkiye bakımından siyasi, saygınlık ve hak kaybı, ekonomik, bölgesel alt sistemde etki kaybı kategorilerinde değerlendirilebilir. Kriz boyunca farklı zamanlarda farklı stratejiler izlenmiştir fakat buna rağmen ağırlıklı olarak Türkiye'nin kriz yönetim stratejisi zaman kazanma stratejisi şeklinde kendini göstermiştir. Türkiye'nin kriz yönetim tekniği şiddet içermeyen çözüm şeklinde görülmüştür. Irak’ın kriz yönetim stratejisi farklı olmuştur. Irak’ın kriz döneminde uyguladığı strateji sınırlı, tersine çevrilebilir tepki şeklindedir. Kriz yönetim tekniği de müzakere olmuştur. Kriz boyunca Türkiye’ye yönelik herhangi bir şiddet unsuru görülmemiştir. Kriz sürecinde üçüncü aktör olarak Birleşmiş Milletler ve ABD önderliğinde uluslararası koalisyon müdahil olmuştur. BM’nin Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınamış ve sığınmacıların geri dönüşüne imkan veren krizi sonlandıran insani merkezlerin oluşumunda doğrudan rol oynamıştır. ABD önderliğindeki Huzur operasyonu ile güvenli bölgenin oluşumu için zemin hazırlanmıştır. Diğer bir ifade ile, krizin sonlanması amacıyla yarı askeri destek sağlamıştır.
Kriz sonucunun niteliği sığınmacıların geri dönüşü ile ilgili Irak ile BM arasında gerçekleşen zımni uzlaşı şeklinde olmuştur. ABD önderliğindeki uluslararası koalisyonun Kuzey Irak’ta güvenli bölge oluşturması ile kriz sonrası durum zımni yeni statü şeklinde değerlendirilebilir.
[1]Seth Tillman, The United States in the Middle East: Interests and Obstacles, Bloomington: Indiana University Press, 1982; Alan Dowty, Middle East Crisis: U.S. Decision-making in 1958, 1970 and 1973, Berkeley: University of California Press, 1984; James Bill, The Eagle and the Lion: The Tragedy of American-Iranian Relations, New Haven: Yale University Press, 1988; Richard Cottam, Iran and the United States: A Cold War Case Study, Pittsburgh: University of Pittsburgh Press, 1988.
[2]Toby Craig Jones, “America, Oil, and War in the Middle East”, Journal of American History, Cilt 9, Sayı 1, s. 210.
[3]Charles Kupchan, The Persian Gulf and the West: The Dilemmas of Security, Boston: Allen and Unwin, 1987, ss. 68-125; Thoas McNaugher, Arms and Oil: U. S. Military Strategy and the Persian Gulf, Washington, D.C.: Brookings, 1985.
[4] Richard Herrmann, “The Middle East and the New World Order: Rethinking U.S. Political Strategy After the Gulf War”,International Security, Cilt 16, Sayı 2, 1991, s. 47.
[5]Alexander L. George ve William Simons, The Limits of Coercive Diplomacy, Boulder, Colo: Westview, 1994, s. 234.
[6] Herrmann, “The Middle East and the New World Order…”,s. 42
[7] Baskın Oran, “Uluslar arası Ortam ve Dinamikler”, Baskın Oran (der) Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 3: 2001-2012, , İstanbul: İletişim Yay., 2001, s.14.
[8] Matthew Evangelista, “Ülkesel Yapı ve Uluslararası Değişim”, Michael W. Doyle ve G. John Ikenberry (der) Uluslararası İlişkiler Teorisinde Yeni Düşünce, İstanbul:Beta Yay., 2015, s. 225.
[9][9] Stephen C. Pelletiere, The Iran-Iraq War: Chaos in a Vacuum, New York: Praeger: 1992, s. 45.
[10] Melek Fırat ve Ömer Kürkçüoğlu, “Irak ve Suriye’yle Sorunlu İlişkiler”,Baskın Oran (der) Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, 1980-2001, Cilt 2, Istanbul: Iletisim, 2001, ss. 129-30.
[11] Peter W. Rodman, Middle East Diplomacy After the Gulf War, Foreign Affairs, Bahar 1991 https://www.foreignaffairs.com/articles/israel/1991-03-01/middle-east-diplomacy-after-gulf-war
[12] Ramazan Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe: Türkiye’nin Dış Politikası , Ankara: Palme Yay., 2009, s. 201.
[13] Herrmann, “The Middle East and the New World Order…”, ss. 63-64.
[14] Gözen, “İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…”, s.226.
[15] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…, ss. 12-14.
[16] Ercüment Yavuzalp, Liderlerimiz ve Dış Politika, Ankara: Bilgi Yay.,1996, s. 326.
[17]Muharrem Aksu, “Türk Dış Politikası Karar Alma Mekanizmasında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Etkinliği ve 2003 Sonrası Değişim”,Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 17, Sayı 3, 2012, ss.444-448.
[18] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,, s.74.
[19]Muhittin Ataman, “Özalist Dış Politika: Aktif ve Rasyonel bir Anlayış”, Bilgi, Sayı 7, Yıl 2, 2003, ss. 49-64;Ercüment Yavuzalp, Liderlerimiz ve Dış Politika, Ankara: Bilgi Yay., s.317.
[20]Müge Aknur, “TSK’nın Dış Politika Üzerindeki Etkisi”, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil (der) Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, Ankara: Nobel Yayın, 2010, ss.130-131.
Ramazan Gözen, “Türk Dış Politikasında Karar Alma Mekanizması, Turgut Özal ve Körfez Krizi”, Yeni Türkiye, Cilt 2, Sayı 1, 1996, ss. 286-302.
[21] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,s. 314.
[22] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,ss. 90-91.
[23] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,s.315.
[24] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,s.315.
[25] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,ss.23-7.
[26] Hikmet Özdemir, Turgut Özal Biyografi, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, s. 383.
[27] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,s.316.
[28] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,ss. 75-77.
[29]İlhan Uzgel, “TDP’nin Olusturulması”, Oran,Türk Dış Politikası…, s. 81.
[30]Uzgel, “TDP’nin Olusturulması…”, ss.80-4.
[31]Fırat ve Kürkçüoğlu, “Irak ve Suriye’yle Sorunlu İlişkiler”…, s. 131.
[32] Fırat ve Kürkçüoğlu, “Irak ve Suriye’yle Sorunlu İlişkiler”…, ss.133-4.
[33] Fırat ve Kürkçüoğlu, “Irak ve Suriye’yle Sorunlu İlişkiler”…, s. 130.
[34] Erer Tellal, “İran’la İlişkiler”, Oran, Türk Dış Politikası…, s. 153.
[35] Dilek Latif, “Refugee Policy of the Turkish Republic,” TheTurkish Yearbook of International Relations, Cilt 33, 2002, s. 9.
[36] Middle East Watch, Human Rights in Iraq, New Haven and London: Yale University Press, 1990, ss. 83-84.
[37] 1988: Thousans die in Halapja Gas Attack http://news.bbc.co.uk/onthisday/hi/dates/stories/march/16/newsid_4304000/4304853.stm
[38] Fırat ve Kürkçüoğlu, “Irak ve Suriye’yle Sorunlu İlişkiler”…, s. 138.
[39] Suna Gülfer Ihlamur-Öner, “Turkey’s Refugee Regime Stretched to the Limit? The Case of Iraqi and Syrian Refugee Flows”, Perceptions, Cilt 18, Sayı 3, 2013, s. 195.
[40]Türkiye 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Sığınmacılar Sözleşmesini imzalamıştır. Ancak, Türkiye Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin vatandaşların sığınmacı statüsünde kabul ederken, diğer devletlerin vatandaşları geçici misafir statüsünde kabul edilmektedir.
[41] “Irak’tan Türkiye’ye Bomba”,Milliyet, 4 Eylül 1988 s. 10.
[42]“Irak’tan Türkiye’ye Bomba”,Milliyet, 4 Eylül 1988 s. 10.
[43] “Sığınanlar Arasında PKK’lılar Var”, Milliyet 5 Eylül 1988, s. 9.
[44]“ Peşmergeleri İade Yok”, Milliyet, 6 Eylül 1988, s. 11.
[45] “Irak’ta Kürtler için Genel Af”, Milliyet, 7 Ekim 1988,s. 12.
[46] “Türkiye-Irak İlişkileri Gergin Değil”, Milliyet, 7 Ekim 1988, s. 12.
[47] Sertaç Başeren, “Huzur Operasyonu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Irak’ta Gerçekleştirdiği Harekatın Hukuki Temelleri”, Avrasya Dosyası, Cilt 2, Sayı 1, 1995, s. 225.
[48] 660 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/660(1990)
[49] 678 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/678(1990)
[50] 687 sayılı Birleşmiş Millletler Güvenlik Konseyi Kararı, http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/687(1991).
[51] Nasıh Sarp Ergüven ve Beyza Özturanlı,“Uluslararası Sığınmacı Hukuku ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 62, Sayı 4, 2013, ss. 1007-1061.
[52] “Kuzey Irak Saddam’ın”, Milliyet, 2 Nisan 1991, s.1.
[53] “Kapımızda 200 bin Sığınmacı”,Milliyet, 3 Nisan 1991, s.1.
[54] “MGK BM’yi Acil Yardıma Çağırdı”, Milliyet, 3 Nisan 1991, s.12.
[55] 3 Nisan 1991, Ayın Tarihi, http://www.ayintarihi.com/RjVPZ/date/1991-04-06
[56] 4 Nisan 1991, Ayın Tarihi, http://www.ayintarihi.com/RjVPZ/date/1991-04-06
[57]“Askeri Müdahale Gündemde”, Milliyet, 4 Nisan 1991, s.18
[58] “Sınırımız Şimdilik Kapalı” ,Milliyet, 4 Nisan 1991, s.18.
[59] “Ankara-Bağdat İlişkileri Gergin”,Milliyet, 5 Nisan 1991, s.17.
[60]“Ankara-Bağdat İlişkileri Gergin”, Milliyet, 5 Nisan 1991, s. 17.
[61] “Saddam’a Yaptırım Bekliyoruz”, Milliyet, 5 Nisan 1991, s.18.
[62] “Müdahale Edebiliriz”, Milliyet, 6 Nisan 1991,s.1.
[63]“100 bin Kürt Türkiye’de”,Milliyet, 6 Nisan 1991,s.16.
[64] Department of Political Affairs, Repertoire of the Practice of the Security Council: Supplement 1989-1992, New York: UN Pub., 2007, s. 690.
[65] 688 sayılı Güvenlik Konseyi Kararı http://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/688(1991)
[66] “Irak’a ‘Dur’ Uyarısı”, Milliyet, 7 Nisan 1991, s. 17.
[67] Huzur Operasyonu II, http://www.globalsecurity.org/military/ops/provide_comfort_2.htm
[68] “Bağdat-BM Anlaştı”, Milliyet, 19 Nisan 1991, s. 4; Malanczuk, The Kurdish Crisis and Allied Intervention, s. 12.
[69] “Bağdat-BM Anlaştı”, Milliyet, 19 Nisan 1991, s. 4; Malanczuk, The Kurdish Crisis and Allied Intervention, s. 12.
[70] “Akbulut: Kamplar Irak’ta”, Milliyet, 19 Nisan 1991, s.1.
[71] Malanczuk, The Kurdish Crisis and Allied Intervention, s. 121.
[72] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,s.334.
[73] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,s. 331.
[74] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,s. 343.
[75] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,s.334.
[76] Gözen, İmparatorluktan Küresel Aktörlüğe…,ss..336; 312.
[77]Kemal Kirişçi, “Huzur Mu Huzursuzluk Mu: Çekiç Güç ve Türk Dış Politikası”, Faruk Sönmezoğlu (der), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul: Der Yay., 1994, s.283.
Ana Sayfa - 1981 Limni Adasının Silahlandırılması Krizi
1957 Suriye Krizi
Soğuk Savaş’ın en yoğun şekilde yaşandığı zaman dilimleri olarak adlandırabileceğimiz 1950-1960 arası dönemde Suriye ile yaşadığımız algısal güvenlik krizi olarak nitelendirilen krizdir. Bölgesel alt sistemde var olan uluslararası mücadele ülkelerin davranışlarını da şekillendirmiştir. Batı bloğunda yer almak isteyen Türkiye NATO’ya üye olmuş, Balkan ve Bağdat Paktlarında aktif bir şekilde yer almıştır. Bağdat Paktı ve Süveyş Krizi sonrası batı ile arası açılan Suriye, Mısır’a ve SSCB’ne yakınlaşmıştır. Suriye ve SSCB arasında imzalanan ekonomik ve askeri yardımları içeren anlaşmanın açıklanması ile birlikte bazı bölge ülkeleri ve Türkiye tepki göstermiş ve Sovyetlerin Ortadoğu’da nüfuz sahibi olmalarından kuşku duymuşlardır. Bu bağlamda Türkiye yıllardan beri kuzeyden hissettiği baskıyı, aynı zamanda güneyden de hissetmeye başlamıştı. Yani Türkiye, kendini hem kuzeyden ve hem de güneyden Sovyetlerin baskısı ile çevrelendiğini algısı taşımaktaydı. Suriye’nin iç siyasetinde ise sol akımların ve Baas partisinin güçlenmesi bu yakınlaşmayı daha da hızlandırmıştır. Suriye’nin bölgede kendisine düşman olarak gördüğü İsrail’e karşı silahlanması ve bu doğrultuda SSCB ile yakınlaşması Türkiye’den aşırı tepki görmüş ve kendisine karşı tehdit olarak algılamıştır. ABD’nin de desteği ile Türkiye Suriye’ye karşı önlemler almaya başlamış hatta sınıra asker yığmıştır, bunun üzerine Suriye konuyu BM gündemine getirmiştir. Sovyetler de gerek Türkiye’nin davranışlarını gerekse ABD’nin verdiği desteğe nota ve mesajlar yardımı ile tepkisini göstermiştir. BM’de diğer devletlerinde desteğiyle kriz yumuşama sürecine girmiş, özellikle krize müdahil olan ABD ve SSCB’nin de istekleri doğrultusunda kriz sona ermiş ve ilişkiler normale dönmüştür. Suriye şikayetini BM’den çekerken Türkiye de sınırdaki askeri varlığını azaltmıştır. Kriz sonucunda ise Türkiye daha çok batıya bağımlı hale gelen bir ülke gelmiş ve Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri daha kötü bir boyuta taşınmıştır.
1957 Suriye Krizi
Soğuk Savaş etkilerinin tüm dünyada en hissedilir biçimde gözlemlendiği yıllarda Türkiye’nin bulunduğu Ortadoğu bölgesi de bu durumdan payını almıştır. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Rusya uluslararası sistemi yönlendiren ve etkileyen iki süper güç olarak dünya siyasetini etkileyen birincil aktörlerdir. Bu bağlamda bu iki aktörün yönlendirdiği uluslararası sistemdeki tüm ülkeler ideolojik ve siyasi olarak tarafını seçmek durumundaydı; ABD liderliğinde Batı Bloku ülkeleri ve SSCB liderliğinde Doğu Bloku ülkeleri. Batı Bloku ülkeleri NATO üyesi ve üyesi olmayan ABD ile müttefik olan ülkelerden oluşurken, Doğu Bloku ise Varşova Paktı’na üye olan veya olmayan komünist ülkelerden oluşmaktaydı. Bu iki blok haricinde Bağlantısızlar hareketine üye ülkeler de sistemde yer almaktaydı. Tüm bunlarla birlikte Soğuk Savaş’ın uygulama alanı olarak en iyi yansıyan bölgesi olan Ortadoğu’da 1956’dan başlayarak birçok kriz yaşanmıştır. Süveyş bunalımı, Suriye krizi, Irak darbesi, Ürdün ve Lübnan’daki olaylar bölgedeki yaşanan Soğuk Savaş’ı yansıtan en belirgin örneklerdir. Türkiye ise yürüttüğü politikalar nedeniyle batıya özellikle ABD’ye yaklaşırken bölgede yalnızlaşma süreci yaşamıştır. Bu dönemde Türkiye’nin Ortadoğu politikasını belirleyen faktörler şu şekilde sıralanabilir;
1950’lerden itibaren, NATO üyeliği sonrası Türkiye’nin Ortadoğu politikasında batı faktörü temel belirleyicisi olmuştur. Türkiye batı ile daha çok yakınlaşırken Mısır’da gerçekleşen ihtilal Mısır’ın batıdan ayrışma sürecini hızlandırmıştır. Arap ülkelerinin Mısır’ın öncülüğünde bir batı karşıtı durumu batı ile paralel politikalar izleyen Türkiye’yi ciddi bir şekilde etkilemiştir. Bu bağlamda Ortadoğu ülkelerini batı ile karşı karşıya getiren her olay müttefik ilişkiden dolayı Türkiye’yi bölge ülkelerine karşı pozisyon almayı gerektirmiştir. Türkiye’nin dış politikasını belirleyen diğer bir faktör ise Sovyetler Birliği’dir. Boğazlar ve Toprak talepleri sonrasında Sovyetler ‘den ciddi bir tehdit algısı hisseden Türkiye bölgedeki Ortadoğu Komutanlığı[2] Türkiye’nin dış politikasını uluslararası düzeyde 1952 NATO üyeliği ve bölgesel düzeyde Balkan ve Bağdat Paktı üyeliği şekillendirmiştir.
Demokrat Parti döneminde ve özellikle başbakan Adnan Menderes’in öncülüğünde TDP geleneksel Batıcılık çizgisini izlemekle birlikte statükoculuk çizgisinden ciddi bir sapma göstermiştir. Baskın bir lider özelliği gösteren Menderes, Doğu/Batı arasında hatta Batı'nın kendi içinde dengeleri gözetmemiştir. Bu durum neticesinde ABD'ye karşı olan bağlılık ve bağımlılık sonucu kendini sınırlandırmış ve bu yönelim tüm dış politika kararlarını etkileyecek bir boyuta ulaşmıştır. Aktif ama risklerle dolu bir dış politika yürütmüştür tehdit olarak algıladığı ülkelere karşı batı/ABD’nin destek sınırlarını görmek istemiştir. Ancak jeostratejik önem taşıyan bir orta büyüklükte devlet için aktif politikalar yerine ihtiyatlı politikanın önemi daha büyüktür.[4] Bu bağlamda Bağdat Paktı’nı kendi güvenliklerine tehdit olarak algılayan Suriye ve Mısır başından itibaren bu pakta mesafeli durmuş diğer Arap ülkelerinin bu pakta yer almasına karşı çıkmışlar ve bunda başarılı da olmuşlardır bir Arap ülkesi hariç; Irak. Türkiye Bağdat Paktı ile bir taşla birkaç kuş vurma hesabı yapmaktaydı; öncelikle ABD ve batının desteğini yanında görmek, sonrasında ise Rusya’nın sıcak denizlere inmesini, İran ve Irak’ın işgalini önlemek istiyordu özetle Bağdat Paktı’na biçtiği rol NATO’nun tamamlayıcısı olarak faaliyet göstermesidir.[6]
ABD Pakta tam üye olarak katılmak konusunda tereddütlüydü. Paktın toplantılarına gözlemci üye statüsüyle katılacaktı bunun nedenleri arasında SSCB'nin de benzer paktlar kurma ihitmalinin bulunmasıdır.[8]
Paktın imzalanması sonucu Türkiye ile pakta karşı çıkan Arap ülkeleri arasındaki tutumlar gitgide sertleşmiştir. Kürkçüoğlu’na göre Türkiye pakta olan karşı tutumları yanlış algılayarak liderlik yarışına girmiştir. Ancak asıl neden farklıdır; Arap ülkeleri tarafından tehdit olarak algılanmayan hatta sınırı bile olmayan Sovyetlere karşı kurulmuş olan bu Pakt Batı ile işbirliği yapmak hatta Batıya bağlanmak demektir. Ancak bu ülkeler batıyı bağımsızlık mücadelesi verdiği ülkeler olarak görmekte ayrıca İsrail’in kurulmasında sorumlu tutmaktadır. Bu nedenle bölge ülkeleri için Batı Sovyetler’den daha “tehlikeli” idi.[10]
Tüm bu gelişmeler sonucunda Suriye, Arap milliyetçiliğin lideri olan Mısır’a yaklaşarak olası Bağdat Paktı üyeliği çerçevesinde Türkiye’nin ve batının olası etkilerinden uzak kalmayı seçmiştir. 1945’den itibaren Batı ile yakınlaşırken Ortadoğu bölgesinden uzaklaşan Türkiye, 1950’lerin ortalarından itibaren SSCB’nin bölgeye girmesi ile Arap ülkeler ile ilişkisi kopma noktasına ilerlemişti.[12] Türkiye kendisinin içinde olmadığı bir krizde müttefiklerinin yaptıkları nedeniyle bölgede biraz daha yalnızlığa itilmiştir.
Dış Politika Yapımı-Menderes Hükümeti ve Suriye Buhranı
Türkiye açısından algısal güvenlik krizi olarak nitelendirebileceğimiz Suriye krizi o dönemdeki “tarihsel korku” olan Sovyet çevrelemesinin yarattığı algının sonucu olarak gerçekleşmiştir. 1945 Sovyet talepleri ve 1951 Kore Savaşı Türkiye’yi komünizm tehdidine karşı aşırı hassas hale getirmiştir. Algısal kriz olan bu krizde Suriye’nin bölgedeki düşmanı olan İsrail’e karşı silahlanması ve güvenmediği batıya karşı Sovyetlere yakınlaşması politikasını Türkiye kendine karşı bir tehdit olarak görmüş ve gereksiz olarak nitelendirebilecek önlemler almış hatta Suriye ile savaşın eşiğine gelmiştir. İki süper gücün de bölgeye dahil olduğu bu krizde Türkiye bölgede yalnızlaşırken batıya daha da yaklaşmıştır. Tüm bu süreçte Menderes hükümeti krizi bir araç olarak kullanarak ABD’nin nereye kadar Türkiye’nin yanında olabileceğini sınamış ve dış yardım alarak finansal desteğini de görmek istemiştir. Bu bağlamda Menderes’in hem kişisel hem de başkanı olduğu partinin dış politika yapımına özel bir yer ayırmak gerekmektedir. Gerek kriz öncesi gerekse kriz sürecinde baskın bir lider olan Menderes’in Türkiye’yi uluslararası ve bölgesel sistemde nasıl konumlandırdığı, kullandığı araçlar/stratejiler dış politika yapımı özellikle de kriz yönetimi hakkında bilgi vermektedir. Amerikan müttefiki olan Demokrat parti yönetiminin çevreleme politikaları çerçevesinde süper güç ABD’nin bölgeye dahil edilerek Türkiye’nin ulus inşa sürecinde ihtiyaçları kapsamında bir dış politika belirlenmesidir.[14] Menderes yönetimi 1950’lerde sistemik düzlemde NATO’yu öncülleyen ve ulusal düzeyde ise Türk kimliği ile batı güvenlik toplumuna tam üye olma kaygısı taşıyan bir dış politika yürütmeyi hedeflemiştir.[16] Cumhurbaşkanı Bayar ise ABD Büyükelçisi Warren’ı uyararak Suriye ve Mısır’ın Eisenhower doktrininden faydalanması durumunda daha aç gözlü olacaklarını iddia etmiş, Suriye’de sola doğru giden bir eğilim olduğunu söyleyerek birlikte çalışabilecek bir gücün olmadığını ifade etmiştir.[18] Bir uyaran olarak adlandırabileceğimiz bu anlaşmanın açıklanması ile sadece Türkiye değil diğer bölge ülkeleri de endişeye kapılmıştır. Suriye'de komünist bir generalin genel kurmay başkanı olması ve silah sevkiyatına devam edilmesini sağlayan anlaşma ABD'yi de endişelendirmeye başlamıştı. ABD komşuların harekete geçmesini teşvik etmiş bu yönde doğu Akdeniz ve Adana ya gerekli askeri destek yollamıştır. Amerikan 6. filoyu Akdeniz'e göndermiş askeri uçaklarının çoğu İncirlik üssüne getirilmişti. 13 Ağustos’ta meydana gelen diğer bir gelişme ABD’nin krizin içine girmesine neden olmuş ayrıca Suriye ve ABD arasında tansiyonu iyice yükseltmiştir; Suriye hükümeti, Suriye’deki mevcut rejimi yıkmaya çalıştıkları suçlamasıyla üç Amerikalı diplomatı sınır dışı etmişler ve bunun üzerine ABD de Suriye’nin Washington büyükelçisini “istenmeyen adam” ilan etmiştir. Tüm bunların yanında Irak ve Ürdün kralı ayrıca Amerika Dışişleri Bakan Yardımcısı Loy Henderson 24 Ağustos 1957’de Türkiye'ye gelerek Adnan Menderes ve Celal Bayar ile görüşmüş ve ABD olası saldırılara karşı bu ülkelere destek vereceğini söylemiştir. [20] Tüm bu gelişmeler gerek SSCB gerekse Mısır ve Suriye'de askeri bir müdahale hazırlığı olarak görülmeye başlanmıştır.
Bununla birlikte Suriye siyasetinde güçlenen radikal sol hareketler Türkiye’yi endişelendiren diğer bir konu olmuştur. 17 Ağustos’ta Genel Kurmay Başkanı General Nizamettin emekliye sevk edilerek yerine sol eğilimli Albay Afif Bizri getirilmiştir. [22]
ABD Dışişleri Bakanı Dulles 10 Eylül 1957’de Ankara’daki ABD Büyükelçiliğe gönderdiği telgrafta Türkiye’yi müdahaleye özendirmemekte ancak müdahale etmemeyi söylememesiyle Türkiye’ye yeşil ışık yakmış bunun üzerine Türk Hükümeti sınırdaki güçlerin sayısını 32.000’den 50.000 e yükseltmişti.[24] Bu aşamada Sovyet başbakanının gözdağı vererek olası bir Suriye saldırısı durumunda karşılığının görüleceği mesajı verilmek istenmiştir. Menderes ise mektuba verdiği cevapta Türkiye’nin saldırı niyetinde olmadığını ve Suriye’nin değil de Sovyetler ‘in şikayet etmesini hayret verici bulduğunu söylemektedir. Menderes ayrıca SSCB’nin yaptığı baskıların 1945’teki gibi güvenlik endişesi uyandırdığını ifade ediyor, Suriye’nin “silah deposu” haline gelmesinin de tabi olarak Türkiye’yi endişelendirdiğini belirtiyordu. 14 Eylül 1957’de Türkiye Savunma Bakanlığı yaptığı açıklamada sınırdaki askeri yığınakların asılsız iddialar olduğunun ve sınırdaki askeri harekatın daha önceden saptanmış NATO manevraları olduğunu söylemiştir.
Bunun üzerine Suriye Türkiye’yi sınır hadiseleri çıkarmak, Suriye hava sahasına tecavüz etmekle ve sınıra asker yığmakla suçlamış[26] Sovyet Komünist Partisi Genel Sekreteri Kruschev 9 Ekim 1957’de New York Times gazetesine verdiği mülakatta:
"Türkiye çok zayıftır. Harb halinde bir gün bile dayanamaz. Harb patlarsa biz, Türkiye'ye yakınız, fakat siz, Amerikalılar, uzaktasınız. Toplar, ateşe başlayınca roketler de uçmaya başlayabilir. O zaman bu hususta düşünmek için dahi geç kalınmış olur" demekteydi.
İlk bakışta çok açık bir tehdit gibi görünen bu sözler, kime söylendiği gözönüne alındığında, Türkiye'ye bir tehditten çok, ABD'ye politikalarını gözden geçirmesi için bir mesaj niteliği taşıdığı görülmektedir.[28]
16 Ekim 1957’de ABD Dışişleri Bakanı Dulles yaptığı basın toplantısında Suriye ve Sovyetlerin Türkiye’ye herhangi bir saldırısı karşısında bunu karşılıksız bırakmayacağını ve ABD’nin sadece savunmada kalamayacağını söylemiştir. 18 Ekimde Amerikan güdümlü füze kruvazörü Canberra ve altıncı filoya ait bazı gemiler dayanışma gösterisi olarak İzmir limanına gelmişti.[30]
Krizin yumuşaması
Arabuluculuk teklifini reddeden Suriye SSCB ile birlikte 22 Ekimde konuyu BM Genel Kurul toplantısında Suriye’nin güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle gündeme getirmiştir. Suriye ve SSCB Türkiye’nin sürgünde bir hükümet kurarak Suriye’de işbaşına getirmeyi planladığını iddia etmiş Türkiye ise bunu reddederek sınırdaki olayların sadece savunma amaçlı olduğunu ileri sürmüştür. 30 Ekim Genel Kurul’da alınan kararda meselenin iki ülke arasında uzlaşma yolu aranarak çözülmesi sonucuna varılmıştır. Suriye temsilcisi Türkiye’nin sınırda askeri yığınak yapmasıyla ortaya çıkan gerginliğin giderilmesi ve gereken tüm tedbirlerin alınması temennisinde bulundu ve böylelikle iki ülke arasındaki ilişkinin gelişeceğini ifade etmesiyle sorunun BM’deki aşaması sona ermiştir.[32] Bu krizde taraflar karşılıklı olarak yaptıkları açıklamalarla krizi tetikleyen davranışlarında ısrar etmemiş veya bu istemlerine son vermişlerdir. Dolayısıyla bir anlamda statüko öncesi duruma geri dönülmesi sağlanmıştır.
Kriz Sonrası Dönem
Kasım ayında Bulganin birincisine kıyasla daha yumuşak ifadeler içeren ikinci mektubunu Menderes’e göndermiştir. İki ülke arasında anlaşmaya varılması için SSCB’nin hazır olduğunu, hiçbir Arap ülkesi ile gizli anlaşmasının olmadığını, Arap ülkelerine yaptığı silah yardımının istiklal savaşı sırasında Türkiye’ye yaptığı yardımla aynı olduğunu söylemiş ve iki ülkeyi ilgilendiren konuların görüşülmesi için yüksek düzeyde konferans yapılmasını teklif etmiştir.[34] Sovyetler ‘in tutumunun yumuşaması Türkiye ile Suriye arasındaki gerginliğin de azalmasına neden olmuştur. 1 Şubat 1958 tarihinde Suriye ve Mısır Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşmişler ve Türkiye bu birliği 11 Mart 1958’de resmen tanımıştır. Bu tanıma ile birlikte iki ülke arasındaki ilişki farklı bir boyuta taşınmıştır.
Soğuk savaş dönemi krizlerinden olan 1957 Suriye krizi, Türkiye’nin algısal güvenlik krizi olarak nitelendirilmektedir. Suriye ile iki taraflı olarak yaşanan bu krizde dönemin baskın aktörleri de dahil olmuş ve kriz gelişerek devam etmiştir. Tetikleyici eylem olarak Suriye’nin SSCB ile yakınlaşması ve silahlanması Türkiye ve diğer bölge ülkelerini endişelendirmiş tehdit algısı hisseden Türkiye’yi askeri/siyasi/diplomatik önlemler almaya itmiştir. Türkiye kriz yönetim stratejisi olarak sınırlı tırmandırma seçeneğini kullanmıştır. Şiddet içermeyen askeri eylemler dolayısıyla tetiklenen bu krizde askeri hareketlilikler, manevralar, sınıra kuvvet yığma durumları yaşanmıştır. ABD’nin ve İngiltere’nin desteğini alan Türkiye şiddet içermeyen arabuluculuk gibi çözüme ulaştıracak eylemlerden faydalanmak istemiştir.
Menderes hükümeti için önemli olan ABD’nin ekonomik ve askeri yardımını artarak ülkeye gelmesini sağlamak aynı zamanda herhangi kriz durumunda ABD’nin kendisini ne kadar desteklediğini görmekti. Bu kriz özelinde her ikisi de gerçekleştiği için Türkiye Suriye krizini daha fazla sürdürmemiştir. Bağdat Paktına üye olmamasına rağmen ABD bu süreçte Türkiye’yi yalnız bırakmamış desteğini Türkiye’nin istediği ölçüde sürekli sunmuştur. Bu kriz Soğuk Savaş’ın tüm şiddeti ile yaşandığı tarihlerde iki süper güç arasındaki nüfuz ve güç çekişmesinin Ortadoğu bölgesine yansımasıdır. SSCB yayılma alanı olarak bu bölgeyi seçmiş batılı devletler ve özellikle ABD bölgedeki hayati çıkarlarını korumak için Sovyet yayılmacılığını engelleme yoluna gitmişlerdir. Suriye ile uzun bir sınıra sahip olan Türkiye bu ülkede gerçekleşen ve kendisinin güvenliğini tehdit edebilecek tüm gelişmeleri yakından takip etmiştir. Suriye’deki gelişmeleri kendine yönelmiş olan komünist tehdidi olarak algılayan Türkiye bu tehdidi aşırı ve abartılı bir şekilde değerlendirmiştir.
[2] Ömer Kürkçüoğlu, Türkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikası(1945-1970), Barış Kitap, s.49-51
[4] Lütfü Akdoğan, Krallarla ve Başkanlarla 50 Yıl,Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, 2011, s.65
[6] Age, s.514
[10] Akdoğan, s.74-75
[12] Age, s.104
[14] El-Fadl, s.40-41
[16] Age, s.46
[18] Age, s.44
[20] Hüner Tuncer, “Menderes'in Dış Politikası Batı'nın Güdümündeki Türkiye”, Kaynak Yayınları, s.129
[22] El-Fadl, s.48
[24] Kürkçüoğlu, s.109
[26] Age, s.110
[28] El-Fadl, s.49
[30] Kürkçüoğlu, s.113
[32] Bağcı, s.
[34] El-Fadl, s.50
[35]Tuncer, s.134
Özet
1967 Kıbrıs krizinden sonraki süreçte Makarios ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin gittikçe bozulduğu Türkiye tarafından fark edilmiş ama bunun yeni bir kriz doğurabileceği; Türkiye’nin Kıbrıs'taki hak ve menfaatlerine zarar verebilecek bir krize dönüşebileceğini öngörememiştir. Bu nedenle de 1974 Kıbrıs krizi, krizin ortaya çıkış şekli sınıflandırması içerisinde Türkiye açısından beklenilmeyen ve ani gelişen bir krizidir.
Türkiye açısından bakıldığında, krizi başlatan aktörün devlet dışı bir aktör olduğu görülmektedir. Çünkü Kıbrıs'ta yapılan darbe her ne kadar Yunanistan destekli olsa da darbeyi yapan kesim EOKA-B militanları ve enosis yanlısı Rumlardır. Ancak Yunanistan da Kıbrıs'ta 15 Temmuz 1974 tarihinde meydana gelen darbeyi desteklediği için 1974 krizinde önemli bir yer tutmakta bu nedenle baskın aktörler arasında yer almaktadır.
Krizin ortaya çıktığı coğrafyaya göre, bölgesel bir krizdir. Çünkü kriz Doğu Akdeniz bölgesi ile sınırlı kalmıştır. Ayrıca hem Türkiye hem de Yunanistan krizin yatay bir şekilde tırmandırılması yolunu seçmemiştir. Böylelikle 1974 Kıbrıs krizi, Kıbrıs Adası sınırları içinde tutulmuş ve diğer coğrafi alanlara yayılmamıştır. Kriz-zaman ilişkisine göre, tekrarlayan bir krizdir. 1974 Kıbrıs krizi, 1963-1964 Kıbrıs krizinden sonraki sürecin devamı niteliğinde görülmektedir. EOKA-B militanları Makarios'u ortadan kaldırarak bir oldu-bitti ile Ada'yı Yunanistan'a bağlamayı planlamıştır. Bu nedenle krizi çıkaran tarafın niyetine göre, tasarlanmış bir krizdir. Kriz sırasında yaşanan gelişmeler Türk-Yunan dengesini ve Kıbrıs Türk toplumunun çıkarlarını ve güvenliğini ilgilendirdiği için krize neden olan olayın niteliğine göre yapılan sınıflandırmada siyasi bir krizdir.
Kriz sırasında Türkiye tarafından kriz yönetim stratejisi olarak karşı tırmandırmanın caydırıcılığı ile birlikte sürdürülen sınırlı tırmandırma stratejisi ve taahhütleri yerine getirme stratejileri uygulanmıştır. Kriz yönetim tekniği olarak ise, şiddet içeren çözüm yöntemi kullanılmıştır. Türkiye, şiddet içeren çözüm yöntemi çerçevesinde Kıbrıs'ta kendi aleyhine bozulan güç dengesini kendi lehine çevirmek için Ada'ya askeri müdahalede bulunmuştur. Türkiye tarafından kullanılan sınırlı tırmandırma ve taahhütleri yerine getirme stratejileri çerçevesinde kuvvet kullanımından yararlanılmıştır. Bu doğrultuda kriz sırasında sınırlı savaşa varan bir kuvvet kullanımı söz konusu olmuştur.
1974 Kıbrıs krizi sonuçları açısından değerlendirildiğinde, kriz sonunda Türkiye'nin istemlerine kuvvet kullanarak ulaştığı görülmektedir. Oluşan yeni statüko, Türkiye'nin Ada'ya yaptığı askeri müdahale neticesinde tek taraflı olarak oluşturulmuştur. Kıbrıs'ta meydana gelen kriz toplam 31 gün sürmüş ve 16 Ağustos 1974 tarihinde taraflar arasında ateşkesin sağlanması ile sona ermiştir.
Makarios, önceki krizlerden edindiği tecrübeler nedeniyle enosisin mevcut şartlar altında gerçekleştirilmesinin zor olduğunu görmüştür. Bu nedenle 1968 yılından itibaren Kıbrıs Anayasası'nın yeniden düzenlenmesi için toplumlararası görüşmeler başlamıştır. Fakat Makarios'un toplumlararası görüşmelere girişmesi ve uzlaşmacı bir yaklaşım içine girmesi, Yunanistan'daki askeri yönetim ve Kıbrıs'taki aşırı sağcı enosis yanlısı kesim tarafından hoş karşılanmamıştır. Bu gelişmelerden sonra Makarios, enosis düşüncesi önünde bir engel olarak görülmeye başlanmıştır. Eylül 1971 tarihinde Kıbrıs'a gizlice dönen Grivas, enosis için faaliyetlere girişmiştir. Yunan Cuntası, enosis istemeyen Makarios'u devirmek için bir takım 1971'de EOKA-B örgütü kurulmuş ve Makarios'a yönelik bazı başarısız suikast faaliyetlerinde bulunulmuştur.
Grivas tarafından başlatılan enosis kampanyasına Kilise de destek vermiş ve 2 Mart 1972 tarihinde Kıbrıs Ortodoks Kilisesi'ne bağlı üç piskopos, Makarios'un Kilise kuralları nedeniyle dünyevi iktidarı elinde bulunduramayacağını ve görev süresi içinde enosisi gerçekleştiremediği için başkanlıktan istifa etmesini istemiştir. Bu istek, 8 Mart 1973'te bir ültimatom halini almış ve 13 Nisan 1973 tarihinde Makarios'un Başpiskoposluk'tan alınmasına karar verilmiştir. Makarios ile Kıbrıs Ortodoks Kilisesi arasındaki bu anlaşmazlık, 14 Temmuz 1973 tarihinde bu üç piskoposun görevlerinden alınması ile son bulmuştur. Kıbrıs’ta şiddet ortamı baş göstermiş Makarios, bu şiddet ortamını denetim altına almada çaresiz kalmıştır. Bu olaylar yaşanırken 25 Kasım 1973 tarihinde Yunan Cuntası içinde bir darbe meydana gelmiş ve General Ionnides askeri kuvvetlerin başına, General Gizikis ise, devlet başkanlığına geçmiştir.[1]
Makarios’un Yunanistan’dan bağımsız hareket etme isteği Yunanistan tarafından oldukça sert karşılanmıştır. 27 Ocak 1974 tarihinde Grivas'ın ölmesiyle beraber Makarios, 25 Nisan 1974'de bir bildiri yayınlayarak EOKA-B'yi yasadışı bir örgüt olarak ilan etmiştir. EOKA-B mensubu olduklarından şüphelenilen bir çok kişi tutuklanmıştır. 26 Haziran 1974 tarihinde ise, Yunan istihbarat servislerinin EOKA-B'yi yönlendirdiğini belirterek Rum Mili Muhafız Ordusu'nun Rum yönetimine bağlanacağını açıklamıştır.
2 Temmuz 1974 tarihinde, Makarios Yunanistan Devlet Başkanı General Gizikis'e bir mektup yazarak EOKA-B'nin Yunanistan tarafından desteklendiğini ve yönlendirildiğini ifade etmiştir. Makarios, Yunanistan’a gönderdiği mektupta Kıbrıs Devleti'nin yıkılmasına sebebiyet verecek şiddet eylemleri karşısında artık sessiz kalmayacağını ve kendisinin Yunanistan tarafından atanmış bir vali olmadığını ve kendisine bir devlet başkanı olarak muamele edilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Yunan Cuntası ise bu mektuba çok sert cevap vermiş ve Yunan Cuntası'nın desteği ile 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs'ta Makarios'a karşı bir darbe gerçekleştirerek Makarios’un yerine eski bir EOKA'cı olan Nikos Sampson'u getirilmiştir. Kıbrıs'ta yapılan bu darbe, 1974 Kıbrıs krizinin başlangıç noktasını oluşturmuştur.Türkiye'nin 15 Temmuz darbesi karşısındaki tutumu, bu darbenin Yunan Cuntası tarafından desteklenmiş olduğu ve enosisi gerçekleştirmek için atılan bir adım olduğu yönünde olmuştur. Başbakan Bülent Ecevit, dönemin BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim'a gönderdiği mesajda Kıbrıs'taki darbenin Yunanistan tarafından desteklendiğini ve darbeden sonra yönetimin başına Türk düşmanı bir enosisçinin getirildiğini belirtmiştir.
Bu tarihten sonra Türkiye'deki siyasi karar vericiler kriz yönetim sürecini uygulamaya koymuştur. Kıbrıs'ta anayasal düzenin yıkılması sonucunu doğuran Yunanistan destekli darbe, bu darbenin ortaya çıkardığı fiili durum ve Ada'nın ileride Yunanistan'a bağlanma ihtimali gibi konular Türkiye'nin ve Kıbrıs Türk toplumunun hak ve menfaatleri açısından olumsuz bir durum meydana getirmiştir. Bu aşamada karşı tırmandırmanın caydırıcılığı ile birlikte sürdürülen sınırlı tırmandırma stratejisi ve taahhütleri yerine getirme stratejisi Türk karar vericileri tarafından en rasyonel seçenek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü bu stratejiler çerçevesinde Kıbrıs'ta Makarios'a karşı yapılan darbe sonucunda Yunanistan ve Rum toplumu lehine oluşan fiil durumu ortadan kaldırmak mümkün gözükmektedir.
1974 Kıbrıs krizi sırasında karar vericilerin olaylara karşı göstermiş oldukları algı ve tepki becerileri, krizin gelişimini ve yönetilmesini etkilemiştir. Yunanistan'daki askeri rejiminin lideri Dimitris Ionnidis, kendisinden öncekilerden daha sert ve otoriter biri olarak tanınmıştır. Dimitris Ionnidis, anti-komünist ve Makarios düşmanıydı. Grivas'ın yeniden Kıbrıs'a gönderilmesinde de etkisi olan Ionnidis, koyu bir enosis taraftarıydı. Yunan Cuntası'nın Kıbrıs'taki darbeyi desteklemesi ise dünya kamuoyunun tepkisini çekmiştir. Dünya medyası, Yunanistan'daki askeri rejimi desteklemenin getirebileceği tehlikeli sonuçlar ile ilgili haberler yapmıştır.
Kıbrıs'taki darbeden sonra iktidara gelen Nikos Sampson ise, Türkiye tarafından EOKA mensubu bir terörist olarak görülmekteydi. Enosis yanlısı olan Sampson'un iktidara gelmesi Türkiye'deki karar vericileri endişeye düşürmüştür. Her ne kadar Sampson iktidara geldikten sonra Türklere yönelik herhangi bir olumsuz girişimde bulunmayacağını açıklamışsa da bu sözler Türkiye'deki yetkililerce inandırıcı bulunmamıştır. Türkiye, Kıbrıs'ta yapılan darbeyi anayasal düzenin yıkılması, gayrimeşru bir yönetimin kurulması ve kurucu antlaşmaların ihlal edilmesi olarak değerlendirmiştir. Bunun üzerineTürkiye, 16 Temmuz 1974 tarihinde Ada'ya askeri müdahalede bulunma kararı almıştır.
Türkiye, İngiltere ile beraber Garanti Anlaşması'nın dördüncü maddesinin verdiği yetkiye dayanarak Ada'ya müdahale etmeyi düşünmüş ve bu kapsamda 17 Temmuz 1974'te Başbakan Bülent Ecevit, İngiltere'deki karar vericiler ile görüşmeler yapmak üzere Londra'ya gitmiştir. Ancak Londra'da gerçekleştirilen temaslardan, İngiltere sorunun BM veya NATO çatısı altında çözümlenmesi gerektiğini düşündüğü için ortak müdahale konusunda bir sonuca varılamamıştır.
Bu arada ABD Dışişleri Bakanı Kissinger'ın yardımcısı Joseph J. Sisco da Londra'ya gelmiş ve Başbakan Ecevit ile görüşmüştür. Sisco, Başbakan Ecevit ile görüştükten sonra Atina'ya gitmiş ve Yunan Cuntası'nı krizi sona erdirmek için ikna etmeye çalışmıştır. Yunan Cuntası, Sisco'nun önerilerini geri çevirmiş ve Türkiye’nin Ada’ya müdahalesi halinde onların yanıtsız kalmayacağını karşı bir askeri müdahalede bulunacağını belirtmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki diplomatik yollarla uzlaşma çabası Türkiye açısından bir sonuç vermeyecektir. Yunanistan Cuntası'nın bu sert tutumu üzerine taraflar arasındaki gerginlik tırmanmıştır. Nitekim Yunanistan Cuntası üzerinde yapılan baskılardan bir sonuç alınamayınca Türkiye nihayetinde Ada'ya asker çıkarma kararı almış [TBMM'nin 20 Temmuz 1974 gün ve 303 sayılı kararı TBMM'nin daha önce almış olduğu 16.3.1964 gün ve 93 sayılı ve 17.11.1967 gün ve 148 sayılı kararları ile verilen izne dayanmaktadır.] 20 Temmuz 1974 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs'ın Girne bölgesinden Ada'ya çıkmaya başlamıştır. Aynı zamanda da Türk askeri Lefkoşa-Girne yolu arasındaki bölgeye hava indirme harekâtı yapmıştır. Müdahale sırasında Başbakan Ecevit, söz konusu müdahalenin barışçıl amaçlar ile yapıldığını ifade etmiş ve Türk askerlerine karşı taraftan ateş açılmadığı sürece herhangi bir şiddetin meydana gelmeyeceğini dile getirmiştir. Böylece Türkiye, kriz sırasında karşı tarafın durum değerlendirmesi yapmasına ve öne sürülen krizden çıkış yollarını değerlendirmesine zaman tanımıştır. Diğer yandan Yunan Cuntası ve enosis yanlısı Rumlar, Türkiye'nin tutumunu sınanabilir olarak değerlendirmesiyle taraflar arasındaki gerilim artmıştır. Türkiye, krizi sınırlı bir şekilde tırmandırarak Kıbrıs'ta yeni bir fiili durum oluşturmuştur. Bu aşamada Türkiye’nin, 20 Temmuz'da Kıbrıs'a askeri müdahalesiyle kriz yönetim sürecinde gelinen en kritik noktanın da üstüne çıkılmış, bir çatışma ve sınırlı savaş hali söz konusu olmuştur.
Türkiye'nin davranışı bir garantör devlet olarak, uluslararası anlaşmalara göre, Kıbrıs'ın bağımsızlığından, toprak bütünlüğünden, anayasal düzeninden sorumlu bir devlet olarak, Türkiye'ye düşen bir yetkinin ve görevin yerine getirilmesidir. Türkiye bu harekâta geçmeden önce, başka her çareyi denemiştir, fakat sonuç alamamıştır. Kıbrıs'ta zorbalıkla ve meşruluk dışı yollardan yaratılan kuvvet dengesizliği bu harekâtla giderilmiş olacaktır.
BM Güvenlik Konseyi, 20 Temmuz 1974 tarihinde aldığı 353 sayılı kararla, tarafları ateşkese, Kıbrıs'taki bütün yabancı kuvvetleri Ada'dan çekilmeye ve bütün devletleri Kıbrıs'ın egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygıya davet etmiştir. Türkiye, Güvenlik Konseyi'nin 353 sayılı kararına uyarak 22 Temmuz 1974 saat 17.00'dan itibaren ateşkes durumuna geçmiştir.Türkiye 22 Temmuz'da ateşkese uyduğunu açıklamasıyla taraflar arasındaki gerginliğin tırmanması nispeten durmuştur.
Bu arada Yunanistan’daki Cunta yönetimi, uğradıkları başarısızlıktan dolayı 23 Temmuz 1974 tarihinde istifa etmek zorunda kalmıştır. Böylelikle Yunanistan'da yedi yıldan beri iktidarda bulunan askeri rejim yıkılmıştır. Yunanistan'da yıkılan askeri rejimin yerine, Konstantin Karamanlis'in başkanlığındaki sivil bir yönetim geçmiştir.[2] Yunanistan'da meydana gelen bu değişiklik, Kıbrıs’a da yansımış üzerinde ve darbeci Nikos Sampson da iktidardan çekilmek zorunda kalmıştır. Kıbrıs'ta ise, Nikos Sampson'un yerine Glafkos Klerides'in liderliğinde sivil bir idare yönetime gelmiştir.
BM Güvenlik Konseyi'nin aldığı 353 sayılı kararın beşinci maddesine göre; Kıbrıs'ta anayasal düzenin tekrar tesisi için Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin en kısa zamanda görüşmelere başlaması istenmiştir. Bu sebeple Türkiye Dışişleri Bakanı Turan Güneş, İngiltere Dışişleri Bakanı Callaghan ve Yunanistan Dışişleri Bakanı Mavros, 25 Temmuz 1974 tarihinde Cenevre'de bir araya gelmiştir. Yapılan görüşmeler neticesinde taraflar arasında 30 Temmuz 1974 tarihli Cenevre Deklarasyonu imzalanmıştır.
Bu deklarasyona göre taraflar, "16 Ağustos 1960 tarihinde Lefkoşa'da imzalanan milletlerarası antlaşmaları ve Güvenlik Konseyi'nin 353 sayılı kararını göz önünde bulundurarak" Kıbrıs'taki durumu makul bir süre zarfında yeniden düzenleyecek tedbirlerin acilen alınması için harekete geçmek durumundadırlar.[3]
Bununla birlikte taraflar bütün tarafların kabul edebileceği adil ve kalıcı bir çözüm çerçevesinde ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nde barış, güvenlik ve karşılıklı güven ortamının sağlandığı ölçüde, Kıbrıs'taki silahlı kuvvetler sayısı ile mühimmat ve harp malzemelerinin kademeli şekilde azaltılmasına ilişkin tedbirlerin saptanması gereği üzerinde anlaşmıştır. Taraflar bölgede barış ortamının sağlanması ve Kıbrıs'taki anayasal hükümetin yeniden tesisi amacıyla yapılacak olan müzakerelerin en az gecikme ile devamını kararlaştırmıştır. Bu amaçla müzakerelerin 8 Ağustos 1974 tarihinde Cenevre'de devam etmesi kararlaştırılmıştır. Bakanlar ayrıca fiiliyatta Kıbrıs Cumhuriyeti'nde Türk ve Rum olmak üzere iki muhtar idarenin mevcut bulunduğunu kabul etmiş ve gelecek toplantıda Türk ve Rum toplumu temsilcilerinin de bulunması noktasında anlaşmıştır. Son olarak, açıklanan deklarasyon çerçevesinde Üç Dışişleri Bakanı, bu deklarasyonun içeriğini BM Genel Sekreteri'ne göndermeyi ve deklarasyonda öngörülen hususlar ışığında BM Genel Sekreteri'ni gereken tedbirleri almaya çağırmayı kabul etmiştir.[4] Bu aşamada müzakerelerin gerçekleştiği süre zarfında taraflar arasındaki gerginlik nispeten yumuşama göstermiştir. Krizin çözümüne yönelik olarak tekrar müzakere için gerekli koşulların oluşumunda şiddete başvurmadan uzlaşma zemini oluşturulması gerekmektedir.
Birinci Cenevre Konferansı Türkiye'nin istekleri paralelinde sonuçlanmış ve de dünya medyası Türkiye'nin diplomasi alanında büyük bir zafer kazandığı yönünde haberler yapmıştır.[5] İkinci Cenevre Konferansı, 30 Temmuz deklarasyonunda ön görüldüğü gibi 8 Ağustos 1974 tarihinde Cenevre'de başlamış ve toplantıya Kıbrıs Türk toplumu temsilcisi Rauf Denktaş ve Rum toplumu temsilcisi Glafkos Klerides de katılmıştır. Klerides’e göre Kıbrıs’ın üniter statünde yapılacak bir değişikliğe gereksinim yoktur.
Türkiye ise, konferansta "kantonal sistem" esasına dayanan yani çok bölgeli bir federasyon teklifinde bulunmuştur. Bu teklif karşısında Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi öneriyi değerlendirmek için otuz altı saatlik bir süre istemiştir. Fakat Türkiye, bunun bir oyalama taktiği olduğunu değerlendirerek bu teklifi kabul etmemiştir. Yunanistan ve Rumlar, 30 Temmuz deklarasyonundaki şartları yerine getirmeye yanaşmamış ve Türk bölgelerindeki ablukaları kaldırmadıkları gibi ateşkes koşullarına da uymamıştır.
Bu nedenlerden dolayı Türkiye, 14 Ağustos sabahı Kıbrıs'taki harekâta kaldığı yerden devam etmiştir. Türk Hükümeti, 14 Ağustos sabahı yaptığı açıklamada harekâta devam etme kararının gerekçelerini şu şekildedir:
· Türkiye, Güvenlik Konseyi'nin 353 sayılı kararına uygun hareket etmiş Ada’da bir anayasal düzenin ve huzur ve barışın kurulabilmesi için kendisine düşen görevi yerine getirmek üzere elinden geleni yapmıştır. Ancak Cenevre'de bu amaçla ilgili taraflar arasında mutabık kalınarak yayınlanmış olunan deklarasyon ile gerçekleştirilmesikararlaştırılmış bulunan hususlardan hiçbirine diğer taraflar uymamıştır.
· İkinci Cenevre Konferansı’nda da Kıbrıs devleti hala bir Yunan adası olarak telakki edilmek istenmektediği anlaşılmaktadır. Yunanistan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 353 sayılı kararıyla garantör devletlere verilen görevleri yerine getirmemiştir. Bunun yanı sıra Yunanistan, 8 ağustosta toplanan ikinci Cenevre Konferansında da altı gün süre ile ciddi müzakereden kaçınmış ve hatta sorunları görüşmeye bile yanaşmayan uzlaşmaz bir tutum içinde bulunmuştur.
· Türkiye’nin davranşı ne Yunanistan'a karşı ne de Kıbrıs Rum toplumuna da karşıdır. Türkiye’nin temel amacı Kıbrıs'ın bağımsızlığını güvence altına almaya, Kıbrıs'ta Türk ve Rum toplumlarına barış ve sükun sağlamaya ve bölgede sürekli bir barışın yerleşmesine yöneliktir."[6]
İkinci Cenevre Konferansı, 14 Ağustos 1974 tarihinde herhangi bir sonuç alınamadan dağılmıştır. 8 Ağustos 1974 tarihinde toplanan II. Cenevre Konferansı’nın 14 Ağustos'a kadar yapılan görüşmeleriden bir netice alınamaması sonrasında Türkiye, Kıbrıs'taki askeri harekâta kaldığı yerden devam etmiştir. Bunun üzerine taraflar arasındaki gerginlik daha da artmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, iki gün içinde Ada'nın %38'lik kısmında kontrolü ele geçirerek Mağusa-Lefkoşa-Lefke-Kokkina hattını kontrol altına almıştır. Türkiye'nin askeri harekâtı, 16 Ağustos 1974 tarihli BM Güvenlik Konseyi'nin 360 sayılı ateşkes kararıile sona ermiştir.
16 Ağustos'ta Türkiye'nin ateşkes kararını açıklayan Ecevit, 14-16 Ağustos harekâtı neticesinde çıkmaza saplanmış olan müzakerelerin önündeki engellerin ortadan kaldırıldığını ve Kıbrıs Türk toplumunun güvenliğinin sağlam esaslara bağlanmasından dolayı taraflar arasındaki görüşmelere rahatça zaman ayrılabileceğini açıklamış ve de coğrafi esasa dayanan iki muhtar idareden kurulu federal Kıbrıs devletinin temelinin fiilen atılmış olduğunu ifade etmiştir.[7] 16 Ağustos'ta Türkiye Ada'nın yaklaşık üçte birlik kısmını kontrol altına alması ile taraflar arasında ateşkes sağlanmıştır. Ateşkes koşullarının sağlanmasından sonra kriz yönetim süreci sona ermiş ve kriz sonrası evreye geçilmiştir. Fakat taraflar arasındaki gerginlik ve ilişki seviyesi kriz öncesi evredeki düzeye inmemiştir.
Bu gelişmelerden sonra 1974 Kıbrıs krizi sona ermiştir. Türkiye'nin 22 Temmuz'daki ateşkesten sonra yapılan görüşmelerden sonuç alınamaması üzerine yeniden başlattığı harekât, başlangıcının aksine, uluslararası toplumun tepkisini çekmiştir. Başlangıçta harekât, hukuki bir müdahale olarak görülmüşken ateşkes sonrası harekâta devam edilmesi bir toprak gaspı ve işgal hareketi olarak değerlendirilmiştir.[8]
Bu kapsamda Türkiye, Ada'ya askeri müdahalede bulunarak krizi karşı tırmandırmanın caydırıcılığı ile birlikte sınırlı bir şekilde tırmandırmış ve 1963-1964 ve 1967 krizlerinde de belirtmiş olduğu; Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunacağı yönündeki taahhütlerini yerine getirmiştir. Böylelikle Türkiye, Kıbrıs'ta kendi lehine olacak fiili bir durum meydana getirebilmiştir. Türkiye açısından karşı tırmandırmanın caydırıcılığı ile birlikte sürdürülen sınırlı tırmandırma stratejisi kapsamındaki en büyük risk, tarafların krizi tırmandırmada aşırı istekli olması ve bunun topyekûn bir savaşa yol açması ihtimali olmuştur.
Türkiye’nin kriz sırasındaki askeri kuvvetlerin hareketleri ve güç kullanımı, sınırlı diplomatik hedefler ile uyum içinde olmuştur. Türkiye, Kıbrıs'a yaptığı askeri müdahale ile darbe yoluyla oluşturulmaya çalışılan fiili durumu ortadan kaldırarak Nikos Sampson'un iktidardan uzaklaştırılmasını sağlamıştır. Ayrıca Makarios'a karşı yapılan darbe sonucunda Kıbrıs'ta bozulan güç dengesini yeniden kendi lehine kurmuş ve Kıbrıs Türk toplumunun hak ve menfaatlerini korumuş, can ve mal güvenliğini sağlamıştır.
Kriz sonucunun niteliğine bakıldığında, Türkiye kuvvet kullanarak istemlerini rakip tarafa zorla kabul ettirmiştir. Bununla birlikte 1974 Kıbrıs krizi sonrasında taraflar arasında hem sözsel, hem eylemsel ve hem de metinsel bir anlaşma söz konusu olmuştur. Kriz sonrasında ise Kıbrıs'ta zımni yeni bir statüko oluşmuştur.
Bir oldu-bitti durumunun yaşanması kararlı ve hızlı adımların atılması ile mümkün olmaktadır. Oldu-bitti stratejisi ile statüko değişikliğini savunan taraf hızlı ve kararlı adımlar atarak bu isteğini gerçekleştirmek istemektedir. Böylelikle statüko yanlısı tarafın var olan durumu kabullenmesini amaçlar ve istediğini elde etmiş olur.
Türkiye'nin Ada'ya askeri müdahalede bulunmasından sonra Kıbrıs'taki Rum ve Türk toplumları bölgesel olarak birbirlerinden kesin olarak ayrılmıştır. Türkiye, Kıbrıs'taki harekâta kaldığı yerden devam etmesi sonrasında Kıbrıs sorunun özüne ilişkin müzakerelere en kısa zamanda başlanılmasıdan yana olduğunu açıklamış ancak Türkiye'nin bu müzakereye açık tutumu Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumu tarafından kabul görmemiştir. Dolayısıyla kriz sonrası evrede krizin hemen sonrasında Kıbrıs sorunun özüne ilişkin uygun bir müzakere zemini oluşturulamamıştır. Bununla birlikte kriz sonrası evrede savaş esirlerinin ve yaralıların değiştirilmesi, İngiliz üslerine sığınan Türklerin iade edilmesi gibi konular çözüme kavuşmuştur. Fakat son olaylar nedeniyle yerlerinden ayrılanların durumu, BM Barış Gücü'nün yetkilerinin yeniden saptanması meselesi ve Rum bölgesinde kalan Türklerin kuzeye göç etmelerine izin verilmemesi gibi hususlar çözülemeyen sorunlar olarak kalmıştır.
1974 Kıbrıs krizi sonrasında Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumu, Türkiye'yi uluslararası topluma karşı saldırgan ve toprak ilhakı amacını güden işgalci bir devlet olarak göstermeye çalışmış ve Kıbrıs'ta 15 Temmuz darbesinden önceki statüye geri dönülmesi gerektiğini savunmuştur. Türkiye ise, Yunanistan ve Kıbrıs Rum toplumunun enosis peşinde koştuğunu vurgulamış Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının, egemenliğinin, toprak bütünlüğünün ve bağlantısızlık politikasının tek güvencesinin Türkiye olduğunu savunmuştur. Yaşanan bu krizden sonra Türkiye, Kıbrıs'ta coğrafi temele dayanan iki bölgeli federasyon şeklinde olacak yeni bir düzenin kurulması gerektiğini savunmuştur.
Türkiye Kıbrıs'ta ulaşılacak bir siyasi çözümün hem Kıbrıs Rum ve Türk toplumu arasındaki görüşmeler hem de Yunanistan ve Türkiye arasında yapılacak olan doğrudan görüşmeler yoluyla yapılması gerektiğini öne sürmüştür. Kriz sonrası evrede Kıbrıs meselesi, siyasi çözüm bekleyen bir sorun olarak dünya kamuoyuna yansımış ve Kıbrıs'ın hukuki statüsü ile ilgili birçok yeni yaklaşım ve teklifler ortaya atılmıştır.
Kriz sonucunun niteliğine bakıldığında, Türkiye kuvvet kullanarak istemlerini rakip tarafa zorla kabul ettirmiştir. Bununla birlikte 1974 Kıbrıs krizi sonrasında taraflar arasında hem sözsel, hem eylemsel ve hem de metinsel bir anlaşma söz konusu olmuştur. Kriz sonrasında ise Kıbrıs'ta zımni yeni bir statüko oluşmuştur. Bu kriz Ada’nın kaderinde yeni bir evreyi başlatmıştır; bu yeni evrede Ada’da yaşayan Türk ve Rumlar yerlerini terk ederek –Türkler Ada’nın Kuzeyine Rumlar ise Güneyine- “yeşil hat”tın iki tarafında ayrı ayrı yönetimler altında yaşamaya başlamışlardır.
1974 Kıbrıs krizinin ortaya çıktığı dönemde Türkiye'de iktidarda bir koalisyon hükümeti vardır. 14 Ekim 1973 tarihinde yapılan seçimler sonucunda 450 kişilik mecliste CHP 185, AP 149 ve MSP (Milli Selamet Partisi) ise 48 milletvekili ile en fazla milletvekili çıkaran ilk üç parti olmuştur. Bunun yanında Demokratik Parti, Millet Partisi, merkez-sağ eğilimli Cumhuriyetçi Güven Partisi, sağ eğilimli Milliyetçi Hareket Partisi ve sol eğilimli Türkiye Birlik Partisi de meclise girmiştir. Fakat seçimlerden sonra geçen yüz günlük zaman zarfında bir hükümet kurulamamıştır. Yapılan hükümet kurma girişimleri neticesinde ise, 25 Ocak 1974 tarihinde CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in Başbakanlığı altında MSP ile bir koalisyon hükümeti kurulmuştur. CHP-MSP Koalisyon Hükümeti'nin kurulmasından sonra Türkiye, dış politikada ABD ve Batı'ya endeksli bir dış politika yerine çok yönlü bir dış politika yaklaşımı izlemeye başlamıştır.
Başbakan Ecevit'in karakter özellikleri olan alçak gönüllülüğü, dürüstlüğü ve kitlelere hitap etmekteki doğal becerikliliği kriz sırasındaki ulusal desteğin alınmasında oldukça önemli rol oynamışır. Aynı zamanda Başbakan Bülent Ecevit, kriz sırasında muhalefet partilerinin ve konu ile ilgili uzmanların görüşlerini almaya dikkat etmiştir. Ulusal kamuoyu ve medya desteğine sahip olunması, karar vericilerin krizi yönetme yeteneğini olumlu etkilemiştir.1974 Kıbrıs krizi sırasında Türk basını gelişmeleri yakından takip etmiş ve Ada'da yaşanan gelişmeleri ulusal kamuoyuna yansıtarak Türk halkının gelişmelerden haberdar olmasını sağlamıştır.
Uluslararası koşullar; büyük güçler açısından bir değerlendirme söz konusu olduğunda SSCB , 1974 Kıbrıs krizi sırasında Türkiye'ye karşı daha olumlu bir yaklaşım içinde olmuştur. Kıbrıs'ta anayasal düzenin yıkılması sonucunu doğuran darbeyi kınarken Makrios dönemindeki statüye dönülmesini arzulamıştır. Türkiye'nin Kıbrıs'taki harekâta 14 Ağustos'ta kaldığı yerden devam etmesinden sonra SSCB yaptığı açıklamada, olayların sorumlusu olarak NATO'yu suçlamıştır. ABD ise, Kıbrıs'ta Makarios'a karşı yapılan darbe ile ilgili tarafsız kalmayı tercih etmiştir. Çünkü Kıbrıs'ta tarafsızlığı tercih eden ve Sovyetler Birliği'ne kayma olasılığı olan bir lider ABD'nin çıkarları ile uyuşmamamktaydı.[9] Bu nedenle ABD, Kıbrıs'ta yapılan darbeye sert tepki göstermekten kaçınmış, fakat Türkiye Ada'ya müdahale ettikten sonra ise, çıkabilecek bir Türk-Yunan savaşını önlemek için uğraşmış ve bunda da başarılı olmuştur. Türkiye'nin Kıbrıs'taki harekâta 14 Ağustos'ta kaldığı yerden devam etmesinden sonra ABD Türkiye’nin davranışına olumlu yaklaşmamıştır. Genel olarak Türkiye'nin Kıbrıs'taki harekâta kaldığı yerden devam etmesinden sonra sahip olduğu uluslararası desteği kaybettiği görülmüştür. Türkiye'nin Kıbrıs'taki harekâta kaldığı yerden devam etmesi uluslararası toplum tarafından şiddetle kınanmış ve bir toprak işgali olarak görülmüştür.
[1] "Yunanistan'da İhtilal İçinde İhtilal Oldu", Milliyet, 26 Kasım 1973, s. 7.
[2] Murat Sarıca, vd., Kıbrıs Sorunu, İstanbul: Fakülteler Matbaası,1975.s. 199.
[3] Sevin Toluner, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk, İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1977.s,288-289.
[4] "Cenevre Anlaşması", Milliyet, 01 Ağustos 1974, s. 7.
[5] "Dünya Basını", Milliyet, 01 Ağustos 1974, s. 7.
[6] "Hükümet Bildirisi", Milliyet, 15 Ağustos 1974, s. 4.
[7] "Ecevit: Görüşmeler Daha Rahat Olacak", Milliyet, 17 Ağustos 1974, s. 4.
[8] "Dışta Tepkiler", Milliyet, 15 Ağustos 1974, s. 4.
[9 ]Mehmet Ali Birand, 30 Sıcak Gün, İstanbul: Milliyet Yayınları,1984.s. 145.
"Politik yenilginin tashihi kolaydır. Olsa olsa kabineler devrilir yenileri kurulur. Askeri yenilgiler ulusların tarihlerinde büyük iz bırakırlar, bu yönden iyice hesaplanmadan harekete geçmek macera olur."
Süleyman DEMİREL
Abstract
Fighting was occured between Turkish Cypriot formations and Greek Cypriot police and National guard units on November 15,1967 at Bogazici and Gecitkale villages. And Turkey demanded from giving up forceful actions of sides. Turkish decision makers used coercive diplomacy as learned from the prior crisis. As a result crisis ended by as Turkey demanded. The crisis was subsided by arriving pre-crisis situation.
Özet
Türk dış politikası krizi olarak yer alan krizi başlatan aktörün Kıbrıs Cumhuriyeti olduğu görülmektedir. Krizin türü incelendiğinde ise, Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan arasında ortaya çıktığı için çok taraflıdır. Krizin çıktığı coğrafyaya göre, Doğu Akdeniz bölgesi ile sınırlı kaldığından dolayı bölgesel bir krizdir. Kriz sırasında yaşanan gelişmeler Türkiye-Yunanistan dengesini ilgilendirdiği ve de sivillere yönelik şiddet uygulandığı için kriz siyasi ve insani niteliklidir.
1963-1964 Kıbrıs krizi sonrasındaki süreçte Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yönetimi fiilen Makarios ve Rumların eline geçmiştir. Rumlar, Kıbrıs Türk toplumu liderlerinin antlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerine rağmen Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yönetiminde söz sahibi olmalarına müsaade etmemiştir. Anayasal statü yeniden işler hale getirilememiştir. Ada’nın değişik bölgelerine yayılan Türk toplumu üzerindeki baskı ve ablukalar toplumun göçüne ve belirli bölgelerde toplanmalarına yol açmıştır. İlerleyen süreçte Makarios yönetimi, Kıbrıs Türk toplumu üzerinde uygulanan baskı ve ambargolarla yetinmeyrek Ada'nın tümünde kontrolü sağlamak istemiştir. Bu bağlamda 1967 yılına gelindiğinde Makarios yönetimi Ada üzerindeki kontrolünü arttırmak amacıyla Kıbrıs Türk toplumu üzerindeki baskılarını yoğunlaştırmıştır. Bu bağlamda 1967 krizini ortaya çıkaran şekil açısından tekrarlayan kriz olarak sınıflandırabilirz. 1964 krizinde olduğu gibi 1967 krizinde de Türk toplumuna yönelik şiddet eylemleri krizin tetiklemiş ve Rum yönetimi krizi tasarlamıştır. Bu bağlamda Türkiye için krizin tetikleyicisi dış değişim ve siyasi niteliklidir. Diğer yandan kriz tetikleyen olayın şeklinin antlaşmaların ve statü ihlali olarak sınıflandırılmaktadır.
Kriz öncesi evrede rakip ülkedeki yönetim değişikliğinin krizin başlamasında etkili olduğunu görülmektedir. Yunanistan’ın ülke içindeki sol partilerin ve akımların yükselişe geçmesi endişesi Yunanistan’daki askeri kadro için bir darbenin gerekliliğine zemin hazırlamıştır. 21 Nisan 1967 tarihinde Yunanistan'da liderliğini aşırı milliyetçi, anti-komünist ve Helenizm'in yeniden canlanması gerektiğini savunan Albay George Papadopulos'un liderliğinde askeri bir darbe gerçekleşmiştir. Darbeyle birlikte Yunanistan parlamentosu kapatılmıştır. Yunanistan'da yönetime el koyan askeri rejim, ulusal kamuoyunun desteğini alabilmek ve iktidarını sağlamlaştırabilmek için bir dış politika başarısına gereksinim duymuştur. Bu nedenle askeri rejim ilk iş olarak, Kıbrıs meselesini diplomatik yollardan çözmek için Türkiye ile müzakerelere girişmeye karar vermiş ve bu doğrultuda dönemin Türkiye ve Yunanistan Başbakanları 9-10 Eylül 1967 tarihlerinde Keşan ve Dedeağaç'ta bir araya gelerek sorunu müzakere etmiştir. Müzakereler sırasında Yunanistan, Ada'nın Yunanistan ile birleşmesi karşılığında Türkiye'ye Kıbrıs'ta üs vermeyi teklif etmiştir. Fakat bu teklif Türkiye tarafından reddedilince taraflar arasında bir uzlaşı zemini sağlanamamış ve görüşmeler belirsiz bir şekilde sona ermiştir.
Rum Savunma Konseyi, 30 Ekim 1967 tarihinde toplanarak 1967 krizini tetikleyen eylem şeklini kararlaştırmıştır. Bu toplantıda alınan kararlara göre;
· Geçitkale ve Boğaziçi köyleri arasındaki yolda ulaşım serbestliği sağlanarak ve bu yoldan polis devriyelerinin Boğaziçi köyüne yeniden girebilmelidirler.
· İcabında Türklerin yol üzerinde takviye etmiş oldukları mevzilerden sökülüp atılmaları için zırhlı araçlar ve toplar da dahil, kuvvetli güç kullanılabilir.
· Türkiye'nin müdahalede bulunması halinde bu hareketin birkaç saat içinde bitirilmesi önemli olup bu durumda Türkiye’ye Adanın işgali şeklinde değil, hava hücumları şeklinde tepki gösterilmelidir.[1]
Türkiye ile yapılan müzakerelerden sonuç alamayan Yunan Cuntası enosis düşüncesini gerçekleştirmek için Ada'ya gönderdiği Grivas öncülüğünde şiddet eylemlerini desteklemiştir. Bu doğrultuda Grivas komutasındaki RMMO (Rum Milli Muhafız Ordusu), 15 Kasım 1967 tarihinde Boğaziçi ve Geçitkale köylerine saldırıda bulunmuştur. Kıbrıslı Türklerin kurdukları barikatları kaldırmayı kabul etmemeleri üzerine şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Böylelikle taraflar arasındaki gerginlik kısa zaman içinde tırmanmaya başlamıştır. Türkiye, Kıbrıs Türklerine yönelik yapılan bu saldırıları kendi temel değerleri ve çıkarları açısından siyasi bir tehdit olarak değerlendirmiştir. Gerginliğin tırmanması üzerine Türkiye’de konuyu gündeme alınma gereksinimi duyulmuştur.Tehdidin ciddiyeti saygınlık ve hak kaybına yol açabilecek niteliktedir.Nitekim kriz aynı zamanda Ada’daki Türk toplumunun yaşamsal varlıklarına yönelik bir tehdittir. Tehdidin tanımlanmasıyla birlikte bu çerçevede harekete geçerek çatışmaların sona erdirilmesi için neler yapılacağına seçenekler gözden geçirilmeye çalışılmıştır. Başlangıçta Türk hükümeti şiddet içeren tepki göstermeyip öncelikle bir toplantı yapılarak bu toplantıda ne yapılması gerektiği üzerine yoğunlaşılmıştır. Bu bağlamda krize verilen ilk tepki siyasidir. Ancak çatışmaların sabah 2'de başlamasına karşın, Milli Güvenlik Kurulu aynı gece 9.30'a kadar toplanamamıştır. Sivil liderle, askeri kadro müdahaleye bir gereksinim olunduğu konusunda hem fikir olmuşlardır. Fakat, 1963-1964 Kıbrıs krizinde de olduğu gibi bu dönem için de Türkiye açısından askeri bir müdahalede bulunabilmek için yeterli askeri teçhizat ve hazırlık söz konusu değildir.
Türkiye tarafından Makarios'a bir nota verilerek Rum kuvvetlerinin 16 Kasım 1967 sabah saat 06.00'ya kadar Boğaziçi ve Geçitkale köylerinden çekilmemesi halinde sınırlı bir hava harekâtında bulunulacağını bildirmiştir. Türkiye sözlü tepkisini kuvvet kullanma tehdidi ile şekillendirmiştir. Bu notadan sonra Rum kuvvetleri saat 05.30'dan itibaren Boğaziçi ve Geçitkale köylerinden çekilmeye başlamıştır. Bu sebeple Türkiye'de sınırlı hava harekâtına başvurmaktan vazgeçmiştir. Rum kuvvetleri, Türkiye tarafından belirtilen zaman diliminden önce geri çekildiği için Türkiye tarafından verilen nota bir ültimatom olarak görülmemiştir.
Ayrıca TBMM, 16-17 Kasım 1967 tarihli gizli oturumunda Kıbrıs'taki son gelişmeleri ele alarak oturum sonunda Kıbrıs'a askeri bir müdahalede bulunulması için hükümete gerekli yetki verilmiştir.[2]
Bu aşamadan sonra Türkiye kriz yönetim süreci içine girmiştir. 16 Kasım'da Türkiye, Kıbrıs'a askeri müdahale kararı almış ve Türk savaş uçaklarına Ada üzerinde ihtar uçuşu yaptırmıştır. Ayrıca 17 Kasım'da Yunanistan'a nota vererek istemlerinin yerine getirilmesini talep etmiştir. Söz konusu notada Türkiye;
istemiştir.
Görüldüğü gibi, krize neden olan gelişmelerden hem Makarios yönetimi hem de Yunanistan sorumlu tutulmakta ve hem Makarios yönetiminden hem de Yunanistan'dan istemlerin yerine getirilmesi talep edilmektedir. Ayrıca, 1967 Kıbrıs krizi sırasında Türkiye'nin istemlerinin Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan tarafından yerine getirilmemesi durumunda Türkiye'nin uygulamaya koyacağı yaptırımlar açık ve net bir şekilde ortaya konmuştur. Buna göre, Türkiye istemlerinin karşılanmaması halinde fiili güç kullanarak Kıbrıs'a askeri bir müdahalede bulunacağını açıklamıştır. Türkiye'nin krizin çözümünde göz önünde bulundurduğu temel noktalardan biri, Yunanistan'ın Kıbrıs'ta kurucu antlaşmalarla belirlenmiş güç dengesini kendi lehine bozma teşebbüsüdür. Bu nedenle Yunanistan üzerinde yoğun bir baskı oluşturularak kurucu antlaşmalara aykırı olarak Ada'ya sokulmuş olan Yunan kuvvetlerinin Kıbrıs toprakları dışına çıkarılması istenmiştir. Bu çerçevede Türkiye'deki karar vericiler için zorlayıcı diplomasi stratejisi kriz yönetim süreci için en uygun yöntem olarak görülmüştür. 1967 krizinde Türkiye tarafından uygulanan zorlayıcı diplomasi stratejisi çerçevesinde kuvvet kullanma tehdidinden yararlanılmış ancak kriz yönetim evresinde bu tehdit fiiliyata geçirilmemiş yani 1963-1964 krizinde olduğu gibi sınırlı ve ibret verici bir güç kullanımı söz konusu olmamıştır.
Bu strateji ile kriz sırasında Türkiye, kuvvet kullanma tehdidine dayanırken aynı zamanda uzlaşı ve müzakere süreçlerini açık tutmaya da büyük özen göstermiştir.Bu bağlamda istemler dillendirilirken uluslararsı hukuka dayanan hak ve sorumluluklarını yerine getirmeye hazırlıklı olduğunu belirterek krizi sonlandıracak adınların atılmasını talep etmiştir.Ayrıca zorlayıcı diplomasinin alt türleri olarak da Türkiye tarafından zımni ültimatom ve dene-gör yöntemlerinden faydalanılmıştır.
Kriz yönetim tekniği olarak ise, kuvvet kullanma tehdidi, şiddet içermeyen askeri baskı, arabuluculuk ve üçüncü aktör desteğinden yararlanılmıştır. Türkiye, şiddet içermeyen askeri baskı doğrultusunda Ada üzerinde savaş uçakları ile ihtar uçuşu yapmış ve Kıbrıs'ta Türk toplumuna yönelik saldırılara müdahale etmek için askeri hazırlıklara girişmiştir. Ayrıca Türkiye’nin Yunanistan’a sunmuş olduğu, antlaşmalara aykırı olarak Ada'ya sokulan Yunan askerlerinin ve bunların teçhizatlarının 45 gün içinde Kıbrıs sınırları dışına çıkarılmasını şart koşmasıyla belli bir zaman dilimi öne sürülerek karşı taraf üzerinde baskı kurulması mümkün olmuştur.
Arabuluculuk faaliyetleri ve üçüncü aktör desteği kapsamında ise, ABD, BM ve NATO krizi sona erdirmek için taraflar arasında girişimlerde bulunmuştur. Türkiye'nin öne sürdüğü şartların Yunanistan tarafından kabul edilmemesi üzerine ortaya çıkan durumun iki devlet arasında bir savaşa dönüşmesini önlemek amacıyla ilk arabuluculuk girişimi aynı zamanda kriz yönetim sürecinde baskın akörler olarak ön plana çıkan ABD, İngiltere ve Kanada'dan gelmiştir. Kanada Başbakanı Pearson tarafından önerilen teklife göre; İttifak Antlaşması'nda öngörülen miktarın üstündeki Türk ve Yunan kuvvetleri Kıbrıs'tan çekilecek, BM Barış Gücü askerlerinin sayısı arttırılacak, Kıbrıs Türk toplumunun son saldırılardan dolayı uğramış oldukları zararlar giderilecek ve Türkiye gelecekte Kıbrıs'a tek taraflı olarak askeri bir müdahalede bulunmayacağına dair garanti verecekti.[3]
Bu girişimlerden bir sonuç alınamayacağının anlaşılması üzerine 22 Kasım 1967 tarihinde BM Genel Sekreteri U-Thant devreye girmiş ve Yunanistan, Türkiye ve Makarios'a mesaj yollayarak çatışmaların yeniden başlamasına sebep olabilecek davranışlardan uzak durulmasını ve itidalli hareket edilmesini istemiştir. Ayrıca taraflar arasındaki gerginliği azaltmak amacıyla Jose Rolz-Bennet'i görevlendirmiştir. ABD ise, mevcut gerginliğin barışçıl yollardan giderilmesi amacıyla Cyrus Vance'i görevlendirmiştir. Arabuluculuk faaliyetlerine NATO Genel Sekreteri Manlio Brosio'da katılmıştır. Bu üç farklı kaynaktan yürütülen arabuluculuk girişimleri birbirini tamamlayıcı nitelikte olmuştur.
Bu gelişmelerden sonra taraflar arasındaki gerginlik seviyesi kriz yönetim sürecinde gelinen en kritik noktaya ulaşmıştır. 22 Kasım'da ABD temsilcisi Vance'in arabuluculuk girişimlerine başlamasına kadar ki geçen süre kriz yönetimindeki en kritik süreci teşkil etmiştir. ABD temsilcisi Vance'in arabuluculuk girişimleri sonuç vermiş ve 30 Kasım 1967 tarihinde Türkiye'nin istemleri Yunanistan tarafından kabul edilmiştir. Anlaşılacağı üzere Türkiye, üçüncü aktörler tarafından yapılan arabuluculuk girişimlerini desteklemiş ve krizin barışçıl yollar kullanılarak çözülmesini istemiştir. Bu barışçıl girişimler aynı zamanda istemlerin yerine getirilmesi için öngörülen teşvikler bağlamında da değerlendirilebilir. Türkiye tarafından yapılan diplomatik öneriler ve askeri hareketler, Makarios yönetimi ve Yunan Cuntası'na krizden çıkış yolu bırakacak şekilde seçilmiştir. Bu doğrultuda Yunanistan'a onurlu bir geri adım atma imkanı da verilmiştir. Türkiye tarafından kriz sırasında dile getirilen istemler sınırlı tutulmuştur. Krizin tırmanarak bir çatışma veya savaşa dönüşmesi önlenmiştir.
Kriz sonrası evrede taraflar arasındaki gerginlik ve ilişki seviyesi kriz öncesi evredeki düzeye inmemiştir. Türkiye'nin Yunanistan ve Makarios yönetiminden yerine getirmesini istediği talepler ABD temsilcisi Cyrus Vance'in arabuluculuk ettiği görüşmeler sırasında da dile getirilmiştir. Yapılan diplomatik müzakereler sonucunda Yunanistan, 30 Kasım 1967 tarihinde Türkiye'nin istemlerini yerine getireceğini açıklamış ve Ada'ya göndermiş olduğu Yunan askerlerinin ve bunların teçhizatlarının geri çekileceğini bildirmiştir.[4] Böylelikle 1967 Kıbrıs krizi sonlandırılmış, kriz toplamda 17 günlük kısa bir zaman dilimini kapsamış ve 1 Aralık 1967 tarihinde Türkiye'nin istemlerinin karşılanması ile sona ermiştir.Nitekim Türkiye’nin istemlerinin karşılanmamasının bedeli Kıbrıs ile sınırlı kalmayacak bir çatışmanın doğabileceği yönünde Türkiye’nin krizi tırmandırmasıdır.
1967 Kıbrıs krizi sonrasında Boğaziçi ve Geçitkale köylerine yönelik saldırılar sona ermiş ve işgal kaldırılmıştır. Kurucu antlaşmalara aykırı olarak Kıbrıs'a sokulan Yunan kuvvetleri ve bunların malzeme ve teçhizatları Ada dışına çıkarılmıştır. EOKA militanı Grivas da, Kıbrıs dışına çıkarılmıştır.
Görüleceği üzere kriz, tarafların niyetine göre tasarlanmış bir krizdir. 1967 Kıbrıs krizi sonuçları açısından değerlendirildiğinde, kriz sonunda Türkiye'nin istemlerinin yerine getirildiği görülmektedir. Kriz sonucunun şekli açısından bakıldığında, taraflar arasında hem sözsel, hem eylemsel ve hem de metinsel bir anlaşmanın yapılması söz konusu olmuştur. Kriz sonrası statü incelendiğinde ise, Kıbrıs'ta yeni bir statü oluştuğu görülmemektedir. Kriz sonunda 1963-1964 Kıbrıs krizi sonrası oluşan önceki statükoya geri dönülmüştür. Yani 1967 Kıbrıs krizi sonrası ortaya çıkan statü, ‘statüko ante'dir.
Türkiye, dönemin uluslararası sisteminin iki kutuplu yapısını göz önünde bulundurmuş ve krizin Batı Bloğu içinde bir krize sebep olabileceğini görmüştür. Fakat o dönem için ABD ve SSCB arasında bir yumuşama döneminin yaşanması ve ABD ve SSCB'nin Türkiye'nin izlemiş olduğu politikaya daha anlayışlı yaklaşması, Türkiye'nin kriz durumuna karşı geliştirmiş olduğu hareket tarzını kuvvetlendirmiştir. Nitekim dönemsel koşullar itibari ile Soğuk Savaş’ın ilk yıllarındaki gibi süper güçler arasında revizyonist meydan okumalar söz konusu olmayıp daha çok siyasi ve diplomatik bir çatışmanın varlığından söz edilebilir. Nitekim Sovyetler Birliği, yasa hakları ve menfaatleri sebebiyle Türk toplumunu bir milli toplum olarak kabul etmiş ve de Kıbrıs'ta iki milli toplumun varlığının önemine değinmiştir. Ayrıca Türkiye'deki karar vericiler tarafından bu dönemde Kıbrıs'ta meydana gelebilecek bir çatışmanın tırmanarak bloklar arası bir çatışmaya yol açabileceği ihtimali düşük olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda sistem içindeki süper güçlerde yarattığı etki açısından kriz açısından tehdit ancak nüfuzlarına yönelik bir tehdit olmaması yönünde değerlendirilebilir.
1967 Kıbrıs krizinin ortaya çıktığı dönemde Türkiye'nin iç politikası istikrarlı bir görünüm arz etmektedir. 1965 yılında yapılan seçimler sonucunda Süleyman Demirel liderliğindeki AP (Adalet Partisi) meclisteki sandalye dağılımının büyük bir çoğunluğunu elde ederek tek başına iktidar olmuştur. Böylelikle 1960 askeri darbesinden sonra görülen istikrarsız koalisyon hükümetleri bu dönemde yerini tek parti iktidarına bırakmıştır. Ayrıca 1965 seçimleri sonrasında TBMM'de sol partilerin de yer alması ile mecliste farklı görüş ve ideolojilerin de temsil edilmesinin önü açılmıştır. Yani kriz döneminde karar alma birminin yapısı kurumsaldır. Nitekim kriz sırasında Dışişleri Bakanlığı askeri müdahale tartışılırken diplomatik anlamda bu krizden yararlanılabileceği konusunda hükümeti bilgilendirmiştir.
1967 Kıbrıs krizinde Başbakan Süleyman Demirel'in sahip olduğu kişisel özelliklerin krizin başarılı bir şekilde yönetilmesini etkilediği söylenebilir.Başbakan Süleyman Demirel, bilgi seviyesi, algı düzeyi, biliş kapasitesi, kriz durumlarına uygun hızlı, net ve doğru karar alabilme becerisi ve krizi yönetebilme yeteneği ile başarılı bir lider rolü oynamıştır. Liderin krizi yöneirken uusal deseği alabilmesi oldukça önemlidir. Nitekim 1967 Kıbrıs krizi sırasında Türk basını gelişmeleri yakından takip etmiş ve Ada'da yaşanan gelişmeleri kamuoyuna yansıtarak Türk halkının gelişmelerden haberdar olmasını sağlamıştır. Türk basını, krizi gündemde tutarak gelişmeleri manşetten vermiştir. Böylelikle hem ulusal kamuoyunun hem de hükümetin Kıbrıs'ta gelişen olaylara karşı vermiş olduğu tepkinin canlı tutması sağlanmıştır.
Her ne kadar güçlü liderlik açısından siyasal yaşama yeni girmiş olan Demirel’in tecrübe yönünden eksikliği krizin kontrol edilmesinde bir engel teşkil ederken, liderin pragmatik yaklaşımı krizin çözümünü kolaylaştırmıştır. Aynı zamanda muhalefein, İnönü’nün ve CHP’nin özünde Kıbrıs konusunda hükümeti desteklemesi liderin inandırıcılığınn arttırılmasında önemli bir role sahip olmuştur.
Liderin, Demirel’in söz konsusu Kıbrıs sorunun içeride izlenen kalkınma programlarını kesintiye uğratma endişesi daha temkinli bir siyasa izlemesine yönelten faktörler arasındadır.
Ayrıca krize özgü ideolojik koşullardaki farklılık Türkiye’nin bu ölçütü göz önünde bulundurarak krizi yönetmesini sağlamıştır. Krizin yaşandığı dönemde, Makarios, Yunan Hükümeti ile ideoloji yönünden farklı düşüncedeydi. Makarios, Cunta'nın sıkı idaresinden ve değişmez komünist aleyhtarlığından nefret etmekteydi. Cunta ise solcu sempatizanlardan ve serbest fikirlerden hoşlanmıyordu. Diğer yandan krizin yaşandığı zaman diliminde Yunanistan’da demokrasinin işlemiyor olması ve Yunanistan’daki cuntanın aşırı milliyetçi söylemleriyle enosisi desteklemsi, bu hedefe ulaşılması için şiddet eylemlerinin desteklenmesi Trkiye’nin askeri müdahale için gerekçelerini güçlendirmiştir.Aynı zamanda bu durum SSCB ve ABD’nin de kriz sürecinde Türkiye’ye daha ılımlı yaklaşmalarına katkıda bulunmuştur.
[1] Glafkos Clerides, Cyprus: My Deposition, Alithia Publishing,1989.
[2] "Hükümet Savaş Yetkisi Aldı Yunanistan'a Nota Verildi", Milliyet, 18 Kasım 1967, s. 1.
[3] Sevin Toluner, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk,İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1977, s. 235.
[4] Başbakanın Son Kıbrıs Olayları İle İlgili Açıklaması, 8 Aralık 1967", Dışişleri Bakanlığı Belleteni, Aralık 1967, Sayı 38, s. 48.
“Askeri bir başarısızlığa uğramaktansa meseleyi siyasi yönden halletmeye çalışalım. Siyasi yenilgiye uğrasak dahi askeri yenilgiye uğramak kadar zararlı olmaz”
İsmet İNÖNÜ
Abstract
According to constitution agrrements of Cyprus; Greece, Turkey and Britain would ensure the independence, territorial integrity and security of the Republic of Cyprus as regulated by the Basic Articles of its constitution. The Treaty also banned the participation of the Republic of Cyprusin whole or in part, with any political or economic union. But Makarios tried to alter the constitution. Turkey perceived threat from the behavior of Makarios and in the interest of preserving security of Turkish Cypriot community, Turkey threatened to intervene in Cyprus. But after strong warnings from the United States instead of intervening to the island she used only air power. This crisis took part as one of the sample coercive diplomacy strategy in Turkish foreign policy.
Kriz öncesi evrede; Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios, 22-26 Kasım 1962 tarihleri arasında Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'ye resmi ziyarette bulunarak Kıbrıs Anayasası'nda yapılmasını gerekli gördüğü değişiklikleri Türkiye'deki yetkililere aktarmıştır. 30 Kasım 1963 tarihinde Makarios Kıbrıs Anayasası için öngördüğü değişiklikleri Türk toplumu temsilcilerine sunmuş Türk tarafı ise 16 Aralık 1963 tarihinde bu değişiklikleri kabul edilemez olduğunu belirterek reddetmiştir. Makarios söz konusu değişiklikleri garantör ülkeler olan Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’a da sunmuş olup Türkiye tarafından da değişiklikler reddedilmiştir. Cumhurbaşkanı Makarios’un Kıbrıs Anayasası’nın maddelerini tek taraflı olarak değiştirmeye çalışması Türkiye tarafından Anayasal eşitliği ortadan kaldırıcı bir girişim olarak görülmüştür.
Bu nedenle krizin tetikleyicisi Türkiye sınırlarının dışındadır. Krizin tetikleyici eylemi enosis yanlısı EOKA’nın Türk toplumuna yönelik şiddet davranışıdır. Şiddet eylemi Adadaki Türk toplumunu yok etmeye yönelik olarak uygulanan örgütlü ve planlı bir girişim olduğu için karşı tarafın niyeti açısından tasarlamış bir krizdir. 21 Nisan 1966 tarihinde Patris Gazetesi'nde yayınlanan Akritas Planı[1] olarak isimlendirilen plan çerçevesinde Kıbrıs'ta yaşayan Türkler enosise ulaşmanın önündeki en önemli engel olarak görülmüş ve söz konusu anayasa değişiklikleri neticesinde ortaya çıkacak statü kabul edilmezse Türk toplumunun şiddet eylemleri ile sindirilmesi ve yok edilmesi amaçlanmıştır.
21 Aralık 1963 tarihinde yerelde başlayan çatışmalar Kıbrıs Rum polisi ve EOKA militanları tarafından Ada genelindeki Türklere yönelik saldırılara dönüşmesiyle krizin başlangıç evresine geçilmiştir. Kıbrıs'ta meydana gelen bu şiddet eylemleri 1963-1964 Kıbrıs krizinin ortaya çıkışına neden olmuştur. Türkiye 1960 yılında Kıbrıs'ta kurulan düzenin ve Kıbrıs Türk toplumunun hak ve menfaatlerinin korunması yüksek öncelikli değerler olarak benimsemiş ve bu kapsamda Kıbrıs Türk toplumuna yönelik saldırıları kendi açısından siyasi bir tehdit olarak algılamıştır.
Türkiye krizin başlangıç evresinde krize temkinli yaklaşarak öncelikle diplomasi seçeneğine başvurmuştur.
Karar verme sürecinde Cumhurbaşkanı Cemal GÜRSEL’dir. Başbakan İsmet İNÖNÜ, Dışişleri Bakanı Feridun Cemal ERKİN siyasi aktörler olarak ön plandadır. Krizi tetikleyen olay sırasında Türkiye'de 1961 Anayasası'nın kurduğu siyasal sistem vardır. 1961 Anayasası ile ayrıca ilk kez dış politikanın belirlenmesi sürecine Milli Güvenlik Kurulu da dahil olmuştur. Bu bağlamda Genelkurmay Başkanı Cevdet SUNAY askeri bürokrasiyi temsil etmektedir. 1960 askeri müdahalesi sonrasında TSK içerisinde ortaya çıkan görüş ayrılıklarından beslenen ihtilal girişimleri, sivil siyasetçiler arasında ise güvensizlikler mevcuttur. 1960 askeri müdahalesi sonrası sivilleşmeye yönelik girişimler yapılırken iç siyasette oldukça asker- sivil çatışması mevcuttur. Bu durum ise kriz sürecinde zaman zaman emir-komuta zincirinde aksamalara yol açmıştır.
23 Aralık 1963 tarihinde Türkiye garantör ülke olan Yunanistan ve İngiltere nezdinde girişimlerde bulunarak ortaklaşa bir çözüm bulunulması şeklinde istemini iletmiştir. 24 Aralık 1963 tarihinde ise Türkiye’nin girişimi üzerine Garantör ülkeler taraflar arasında ateşkes çağrısında bulunurken Türkiye de Adadaki Türk alayını harekete geçirerek Türk toplumuna yönelik saldırıları önleme çabasında bulunmuştur.
Rakibin fiili ihlalden geri adım attırılabilmesi için gerekirse savaşa başvurulabileceğine dair kararlılık ve inandırıcılık özellikleri yüksek stratejiler uygulanmıştır. Krize yol açan konu hakkında devletin temel değer ve önceliklerini sarsan bir tehdidin ortaya çıkmış olmasından hareket edilerek Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ihlalini sona erdirecek davranış zorlayıcı diplomasi stratejinden yararlanılarak saptanmıştır. Bu strateji uygulanırken aynı zamanda hukuksal meşruiyetten uzaklaşılmadan uluslararası aktörlerin desteği sağlanmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede ittifak ilişkileri içerisinde bulunulan ülke ve örgütlere diplomatik düzeyde bilgilendirmeler yapılarak Türkiye'nin kriz sürecinde izlemekte olduğu siyasanın haklılığı/meşruluğu anlatılmıştır.
Ulusal savunma sanayi gelişmemiştir. Özellikle Johnson mektubunun ardından Türkiye’nin saldırılara karşı etkin bir şekilde karşılık verme isteği ABD tarafından baskı ile engellenmiştir. Diğer taraftan Yunanistan’ın Adadaki Rum güçlerini fiili olarak desteklemesi Türkiye’nin girişimlerini zorlayan uluslararası bağımsız değişkenler arasındadır. Ayrıca askeri yetersizliklerin yanı sıra SSCB’nin Makarios yönetimini destekleyen açıklamaları Türkiye’nin hareket alanını kısıtlayan bağımsız değişkenler arasındadır. Bu bağlamda Türkiye uluslararası siyasal sistemin koşulları dahilinde hareket ederek krizin bloklar arasında bir çatışmaya yol açmasından sakınmıştır.
Krizin başarılı bir şekilde yönetilebilmesinde tarihi bir kişilik olan Başbakan İsmet İNÖNÜ’nün güçlü liderlik göstermesi önemli rol oynamıştır. Liderin algı düeyi, bilişsel kapasitesi, bilgisi, kriz durumlarında isabetli karar verebilme yetisi ve krizi kontrol edebilme becerisiyle, krizdeki risk ve faydaların belirlenmesinde etrafındaki siyasi kadronun da görüşünü alarak hareket etmesi krizin aşılabilmesinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Nitekim Başbakan İnönü neredeyse bir Türk-Yunan savaşını başlatmaya niyetli olan kimi askerleri ve sivilleri dizginlemeyi başarabilmiştir. Bu bağlamda mecbur kalınmadıkça askeri müdahaleden imtina edilmiştir.
Türkiye istemlerini 13 Mart 1964 tarihinde Makarios'a verilen notada açıkça belirtmiştir. Buna göre Türkiye;
Kriz yönetim evresinde taraflar kriz yönetim stratejileri çerçevesinde krizi kendi çıkarlarına en uygun şekilde yönetmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin zorlayıcı diplomasi stratejisini uygulaması rasyonel bir tercih olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye bu startejiyi tercih ederken ne topyekûn bir savaşa yol açabilecek sert tepki göstermek ne de baskılara karşı etkisiz kalmak istememiştir. Nitekim zorlayıcı diplomasi stratejisi tercih edilirken rakip üzerinde kararlı ve güçlü bir motivasyona sahip olunduğu hissi ve istemlerinin kabul edilmemesi halinde krizin tırmanacağına ilişkin bir korku duygusu oluşturmalıdır.
Türkiye Makarios yönetiminin fiili durum ihlalini sona erdirmesi iin zorlayıcı diplomasinin türlerinden olan zımni ültimatomu ve baskıyı aşamalı olarak arttırma stratejilerini kullanmıştır. Zorlayıcı diplomasi stratejisi, karşı tarafı saldırgan ve kışkırtıcı tutumundan vazgeçirmek için onu zorlamak yerine ikna etmeye çalışmaktadır. Bundan dolayı zorlayıcı diplomasi stratejisi aslında kuvvet kullanma tehdidiyle desteklenen diplomatik bir stratejidir.
Türkiye açısından bakıldığında, krizi başlatan aktörün Kıbrıs Cumhuriyeti ve Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios olduğu görülmektedir. Krizin türü incelendiğinde ise, krizin taraflarına göre iki taraflı bir krizdir. Çünkü kriz Türkiye ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında meydana gelmiştir. Krizin çıktığı coğrafyaya göre, bölgesel bir krizdir. Çünkü kriz Doğu Akdeniz bölgesinde yaşanmıştır. Kriz-zaman ilişkisine göre, gelişen bir krizdir. Çünkü krizin tarihsel bir süreç içinde ortaya çıktığı görülmektedir. Krizi çıkaran tarafın niyetine göre, tasarlanmış bir krizdir. Çünkü Rum liderler, Kıbrıs Türk toplumunu saldırılarla yok etmeyi krizden önce planlamıştır. Krize neden olan olayın niteliğine göre, siyasi ve insani bir krizdir. Çünkü kriz sırasında yaşanan gelişmeler Türk-Yunan dengesini ilgilendirmekte ve de sivillere yönelik şiddet uygulanmaktadır.
Krizin sonucuna göre ise, sorunu çözmeyen ama değişime neden olan bir krizdir. Çünkü 1963-1964 Kıbrıs krizi sonunda Kıbrıs sorunu çözülmemiş ve değişime uğrayarak yeni bir görünüm almıştır. Krizi başlatan eylemin türü ise, Makarios yönetiminin ve Rumların Kıbrıs Türk toplumuna yönelik uyguladıkları şiddet eylemleridir. Makarios ve Rumlar bu şiddet eylemleri ile Kıbrıs Türk toplumunu ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Türkiye açısından tehdidin ciddiyetine bakıldığında ise, siyasi bir tehdit ile karşı karşıya olunduğu görülmektedir. Çünkü Kıbrıs'ın statüsünün ve Kıbrıs Türk toplumunun güvenliğinin sağlanması Türkiye için önemli değerler olarak kabul edilmiştir.
1963-1964 Kıbrıs krizi sonuçları açısından değerlendirildiğinde, Türkiye'nin krize ilişkin istemlerinin büyük ölçüde karşılandığı görülmektedir. Kriz sonucunun şekline bakıldığında ise, kriz sonrasında taraflar arasında krizi sona erdirecek sözsel ve eylemsel bir uzlaşı sağlanmış, fakat bu uzlaşı metinsel bir niteliğe kavuşturulamamıştır. Diğer yandan her ne kadar krize yol açan olaylar sırasında Türkiye’nin istemleri karşılanmış olsa da aslında kriz sonrasında Kıbrıs’ta üç garantör ülkenin oluşturmuş olduğu statü bozulmuş, deyim yerindeyse kriz sonrasında Kıbrıs konusu yeniden ve daha da derinleşen bir “sorun” niteliğine dönüşmüştür. Dolayısıyla çözüldüğü varsayılan Kıbrıs konusu yeniden sorun niteliğine dönüşürken taraflar daha da karmaşık bir ilişkiye sürüklenmiş ve kriz bu boyutuyla sorun yaratan kriz olarak görülmüştür.
ABD, Kıbrıs meselesini Türk-Yunan ilişkileri ve NATO ittifakı açısından değerlendirmiştir. O dönem için ABD'yi endişelendiren konulardan biri de Kıbrıs meselesinin Türkiye ve Yunanistan’da Amerika aleyhine tepkiler uyandıracak gelişmelere yol açması olmuştur.Süpergüç olan ABD ni nüfuzuna bir tehdit olamamkla birlikte ABD için tehdit niteliği taşımaktadır. Türkiyenintekisi, siyasi, sözlü, şiddet içeren sözlü tepkiler olmuştur. Tehdidin ciddiyeti, siyasi, saygınlık ve hak kaybına yol açabilecek, niteliktedir.Türkiye ABD’nin NATO’nun BM’nin sürece dahil olması için kimi önerieleri olumsuzluklarına rağmen kabul ederek diplomatik müzakerelere hzır olduğunu göstermiştir. Ancak girişimlerini sounuç vermemiş müdahalede yalnızlaştırılmıştır.ABD, 1963-1964 Kıbrıs Krizi sırasında politikasını Makarios'un SSCB etkisi altına girmemesi ve Doğu Bloğu'na kaymaması noktasında belirlemiş ve tarafsız bir politika izlemeye çalışmıştır. İngiltere ise, meseleye Ada'daki üsleri açısından yaklaşmıştır. Bu nedenle İngiltere Ada'daki düzeni bozabilecek, istikrarsızlık meydana getirecek ve özellikle SSCB'nin müdahalesine imkan sağlayabilecek gelişmelerden çekinmiştir.[2]
Kriz esnasında Türk karar vericileri açısından birincil öncelik, Kıbrıs Türk toplumunun güvenliğinin sağlanması olmuştur.Kriz sıarasında baskın siyasi askeri çatışma vardır. ABD ve SSCB Ekim Füzeleri bunalımından sonra nükleer silahların yayılmasını önlemek için Moskova’da 1963’te “Nükleer Silah Denemelerinin Kısmi Yasaklanması Anlaşması”nı imzalamışlardır.
Karar alma birminin yapısı;Kurumsaldır (Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu, Devrim Komuta Konseyi, Genel Kurmay Başkanlığı.Aktörler arası iletişim bürokratlar, dışişleri bakanları, hükümet başkanları, diplomatik temsilciler düzeyinde yürütülmüştür. Askeri müdahalenin gerekliliğ konusunda kamuoyu hazırlanması sağlanarak ulusal destek alınmıştır. 15 Ocak 1964'te Londra Konferansı toplanmış, fakat konferanstan herhangi bir sonuç alınamamıştır. Londra Konferansı'nın sonuç alınamadan dağılması sonrasında Rumların saldırılarının devam etmesi üzerine Kıbrıs'ta Türk toplumuna yönelik şiddetin artması ve gerginliğin tırmanması karşısında Türkiye, diplomatik girişimlerin yanında bir takım askeri önlemler de alınması gerektiğine karar vermiştir. Bu çerçevede Türk Hükümeti, 16 Mart 1964 gün ve 93 sayılı TBMM kararı (Kıbrıs'a Askeri Müdahale Kararı) ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden TSK'nin (Türk Silahlı Kuvvetleri) yurt dışına gönderilmesi konusunda gerekli izni almıştır.[3]Bunun üzerine Makarios gerginliği daha da tırmandırarak 4 Nisan'da İttifak Antlaşması'nı tek taraflı olarak feshettiğini açıklamıştır.Türkiye, 28 Mayıs 1964 tarihinde Makarios'a nota vererek bu girişimlerden vazgeçmesini istemiştir. Makarios'un Türkiye'nin notasını dikkate almaması üzerine Türkiye, 2 Haziran'da Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunma kararı almış, fakat bu karar ABD'nin engellemesi neticesinde hayata geçirilememiştir.Ancak görüşmeler devam ederken Rumlar, 6 Ağustos'ta Erenköy'e saldırmış ve taraflar arasındaki gerginlik seviyesi kriz yönetim sürecinde gelinen en kritik noktaya yaklaşmıştır. Bunun üzerine Türkiye önce savaş uçakları ile ihtar uçuşu yapmış, fakat ihtar uçuşlarından bir sonuç alınamaması üzerine 8-9 Ağustos 1964 tarihleri arasında Rum askeri hedeflerini savaş uçakları ile bombalamıştır. Rum askeri hedeflerinin bombalanması süreci kriz yönetiminde gelinen en kritik noktayı teşkil etmiştir. Bu aşamada Makarios yönetiminin iki seçeneğinin olduğu görülmektedir. Birincisi, krizi daha da tırmandırmak suretiyle Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunmasının önünü açmak, İkincisi ise, gerginliği azaltarak krizin yatışmasını sağlamaktır. Makarios yönetimi ikinci seçeneği tercih ederek gerginliği azaltmış ve taraflar arasında ateşkes sağlanmıştır. Ateşkes koşullarının sağlanmasından sonra ise kriz yönetim süreci sona ermiş ve kriz sonrası evreye geçilmiştir. Fakat taraflar arasındaki gerginlik ve ilişki seviyesi kriz öncesi evredeki duruma dönmemiş, gerginlik devam etmiştir.
Fakat Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahale kararı 5 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Johnson tarafından gönderilen mektupla engellenmiş[4] ve sonrasında da yeni bir müzakere sürecine girilmiştir.22-23 Haziran'da İnönü, ABD'ye giderek konu ile ilgili görüşmelerde bulunmuş ve 9 Temmuz'da Cenevre'de Dean Acheson taraflar arasında arabuluculuk girişimlerine başlamıştır.
Kıbrıs'taki BM Barış Gücü'nün Rumlar tarafından yapılan saldırıları önleyememesi üzerine Türk jetleri 7 Ağustos'ta Ada üzerinde ihtar uçuşu yapmıştır.[5] Fakat buna rağmen Grivas komutasındaki Rumlar Erenköy ablukasını kaldırmamış ve çatışmalar devam etmiştir. Bunun üzerine Türkiye, 8-9 Ağustos'ta Rum mevzilerini bombalamıştır.[6] Türk jetlerinin müdahalesi sonucunda 33 Kıbrıslı Rum ölmüştür. Görüldüğü gibi, Türkiye kriz sırasında sınırlı ve ibret verici bir güç kullanımında bulunmuştur.Makarios, Kıbrıs Türk toplumuna yönelik baskılarını giderek arttırmış ve Türk toplumuna karşı ambargo ve abluka uygulamaya başlamıştır. Makarios, 17 Temmuz 1964 tarihinde aldığı kararla yirmi beş kalem malı[7] stratejik madde olarak ilan ederek bu malların İçişleri Bakanlığının izni olmaksızın Kıbrıslı Türklere satılmasını ve Kıbrıslı Türkler tarafından satın alınmasını yasaklamıştır.
Türkiye tarafından düzenlenen hava harekâtlarının hemen ardından ABD ve SSCB, Türkiye nezdinde girişimde bulunarak bombardımana son verilmesini istemiştir. Bombardımanın olduğu 8-9 Ağustos tarihlerinde gelişmeler BM Güvenlik Konseyinde ele alınmış ve BM Güvenlik Konseyi Kıbrıs'ta ateşkesin sağlanmasını istemiştir. Makarios'un BM Güvenlik Konseyi'nin ateşkes çağrısına uyarak ablukayı kaldıracağını ilan etmesi üzerine Türkiye de 10 Ağustos'ta ateşkesi kabul ettiğini açıklamıştır. Böylelikle Kıbrıs'ta sıcak bir savaşın eşiğinden dönülmüş ve kriz sona ermiştir. Bundan sonra Kıbrıs'ta çatışmaların yerini Rumların Türk toplumuna karşı uygulamaya koydukları ekonomik ablukalar almıştır.[8] Kriz sonrası evrede, Kıbrıs Türk toplumuna yönelik şiddet eylemleri ve saldırılar sona ermiştir. Bununla birlikte Ada genelinde dağınık halde yaşayan Türkler kendilerini daha güvende hissedecekleri bölgelere göç etmeye başlamıştır.
Grivas komutasındaki Rumların, 6 Ağustos'ta Erenköy'ü limana bağlayan yolu denetim altına almak için yaptıkları saldırıya, Kıbrıslı Türklerin kurduğu ve 1 Ağustos 1958 tarihinde mücahit teşkilatına dönüşmüş olan TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) üyeleri ateşle karşılık vermiş ve şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Erenköy'e kadar çekilmek zorunda kalan Kıbrıslı Türkler, Rumlar tarafından ablukaya alınmış ve yaşamlarından ciddi olarak endişe edilmeye başlanmıştır. Erenköy'e sıkışan Kıbrıslı Türklerin tek kurtuluş yolu Türkiye'nin havadan yapacağı askeri müdahale olarak görülüyordu. Kıbrıs'taki BM Barış Gücü'nün Rumlar tarafından yapılan saldırıları önleyememesi üzerine Türk jetleri 7 Ağustos'ta Ada üzerinde ihtar uçuşu yapmıştır.[9] Fakat buna rağmen Grivas komutasındaki Rumlar Erenköy ablukasını kaldırmamış ve çatışmalar devam etmiştir. Bunun üzerine Türkiye, 8-9 Ağustos'ta Rum mevzilerini bombalamıştır.[10] Türk jetlerinin müdahalesi sonucunda 33 Kıbrıslı Rum ölmüştür. Görüldüğü gibi, Türkiye kriz sırasında sınırlı ve ibret verici bir güç kullanımında bulunmuştur.
kriz öncesi evrede Türkiye'deki siyasi karar vericiler bir krizin çıkabileceğine dair belirtileri görmüş ve bu amaçla Makarios yönetimine gerekli uyarıları yapmak üzere Ankara'ya davet etmiştir. Bu çerçevede Makarios, 22-26 Kasım 1962 tarihleri arasında Türkiye'ye resmi bir ziyarette bulunmuş ve bu ziyaret sırasında Türkiye'deki siyasi karar vericiler Kıbrıs'ta çıkması muhtemel bir krizin önlenmesi için Makarios'a gerekli uyarıları yapmıştır. Fakat Makarios, Türkiye tarafından yapılan bu uyarıları dikkate almamış ve 30 Kasım 1963 tarihinde Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Türk toplumuna muhtıra vererek Kıbrıs Anayasası'nda değişiklik yapılmasını istemiştir. Türkiye, Zürih ve Londra Antlaşmaları'nın Kıbrıs'ta kurduğu düzeni değiştirmeyi öngören bu muhtırayı kabul edilebilir bulmayarak 6 Aralık 1963 tarihinde reddetmiştir. Böylelikle taraflar arasındaki gerginlik seviyesi artmaya başlamıştır. Türkiye ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki gerginlik seviyesinin artmasına rağmen, Makarios amacından vazgeçmemiş ve amacını gerçekleştirme doğrultusunda 21 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs Türk toplumuna yönelik saldırıları ve şiddet eylemlerini başlatmıştır. Bu gelişmeler taraflar arasındaki gerginliğin daha da artmasına neden olurken, bu aşamadan sonra Türkiye kriz yönetim süreci içine girmiştir. Kıbrıs Türk toplumuna yönelik şiddet eylemlerinin artması ve yayılması üzerine Türkiye, 25 Aralık 1963 tarihinde Kıbrıs üzerinde savaş uçaklarına ihtar uçuşu yaptırmıştır. Yapılan diplomatik girişimler neticesinde 15 Ocak 1964'te Londra Konferansı toplanmış, fakat konferanstan herhangi bir sonuç alınamamıştır. Londra Konferansı'nın sonuç alınamadan dağılması sonrasında Rumların saldırılarının devam etmesi üzerine Türkiye, 13 Mart 1964'te Makarios'a nota vermiş ve 16 Mart'ta da Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunmak için TBMM'den yetki almıştır. Bunun üzerine Makarios gerginliği daha da tırmandırarak 4 Nisan'da İttifak Antlaşması'nı tek taraflı olarak feshettiğini açıklamıştır. Nisan ve mayıs aylarında Kıbrıs Türklerine yönelik saldırılar artmış ve Rumların silah satın alma ve mecburi askerlik sistemini getirme girişimleri üzerine Türkiye, 28 Mayıs 1964 tarihinde Makarios'a nota vererek bu girişimlerden vazgeçmesini istemiştir. Makarios'un Türkiye'nin notasını dikkate almaması üzerine Türkiye, 2 Haziran'da Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunma kararı almış, fakat bu karar ABD'nin engellemesi neticesinde hayata geçirilememiştir. 22-23 Haziran'da İnönü, ABD'ye giderek konu ile ilgili görüşmelerde bulunmuş ve 9 Temmuz'da Cenevre'de Dean Acheson taraflar arasında arabuluculuk girişimlerine başlamıştır. Ancak görüşmeler devam ederken Rumlar, 6 Ağustos'ta Erenköy'e saldırmış ve taraflar arasındaki gerginlik seviyesi kriz yönetim sürecinde gelinen en kritik noktaya yaklaşmıştır. Bunun üzerine Türkiye önce savaş uçakları ile ihtar uçuşu yapmış, fakat ihtar uçuşlarından bir sonuç alınamaması üzerine 8-9 Ağustos 1964 tarihleriarasında Rum askeri hedeflerini savaş uçakları ile bombalamıştır. Rum askeri hedeflerinin bombalanması süreci kriz yönetiminde gelinen en kritik noktayı teşkil etmiştir. Bu aşamada Makarios yönetiminin iki seçeneğinin olduğu görülmektedir. Birincisi, krizi daha da tırmandırmak suretiyle Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri müdahalede bulunmasının önünü açmak, İkincisi ise, gerginliği azaltarak krizin yatışmasını sağlamaktır. Makarios yönetimi ikinci seçeneği tercih ederek gerginliği azaltmış ve taraflar arasında ateşkes sağlanmıştır. Ateşkes koşullarının sağlanmasından sonra ise kriz yönetim süreci sona ermiş ve kriz sonrası evreye geçilmiştir. Fakat taraflar arasındaki gerginlik ve ilişki seviyesi kriz öncesi evredeki duruma dönmemiş, gerginlik devam etmiştir.
Krizi sonrasında taraflar arasında krizi sona erdirecek sözsel ve eylemsel bir uzlaşı sağlanmış, fakat bu uzlaşı metinsel bir niteliğe kavuşturulamamıştır. Diğer yandan her ne kadar krize yol açan olaylar sırasında Türkiye’nin istemleri karşılanmış olsa da aslında kriz sonrasında Kıbrıs’ta üç garantör ülkenin oluşturmuş olduğu statü bozulmuş, deyim yerindeyse kriz sonrasında Kıbrıs konusu yeniden ve daha da derinleşen bir “sorun” niteliğine dönüşmüştür. Dolayısıyla çözüldüğü varsayılan Kıbrıs konusu yeniden sorun niteliğine dönüşürken taraflar daha da karmaşık bir ilişkiye sürüklenmiş ve kriz bu boyutuyla sorun yaratan kriz olarak görülmüştür. Türkiye açısından bakıldığında ise, kriz sonrasında ortaya çıkan durum kabul edilebilir bir statü ve/ya statüko olarak görülmemiştir.
1963-1964 Kıbrıs krizi sırasında Türkiye krizin yönetimi ve çözümü sürecinde zorlayıcı diplomasi stratejisinden yararlanmıştır. Çünkü Türkiye'nin kriz sırasındaki asıl amacı askeri güç kullanımı ve topyekûn bir savaşa yol açabilecek nitelikte sert bir tepki göstermek olmamıştır. Temel amaç, kurucu antlaşmaların tek yanlı eylem ve kararlar ile değiştirilemeyeceğini Rum tarafına kabul ettirmek ve kurucu antlaşmaların Kıbrıs Türk toplumuna vermiş olduğu hakların güvence altına alınması ve korunması olmuştur. Bu bağlamda Türkiye kriz sırasında meselenin sadece diplomatik yollardan halledilemeyeceğini değerlendirmiş ve kendini askeri seçenekleri de göz önünde bulunduran bir yaklaşım sergilemek zorunluluğu içinde hissetmiştir. Bu doğrultuda Türkiye'deki karar vericiler kendileri için en uygun ve rasyonel kriz yönetim stratejisinin zorlayıcı diplomasi stratejisi olduğuna karar vermiştir
[1] Akritas Planı hakkında daha detaylı bilgi için bkz.; Necati Münir Ertegün, In Search of a Negotiated Cyprus Settlement, Lefkoşa: Ulus Matbaacılık, 1981.
[2] "İnsani Açıdan", Milliyet, 7 Şubat 1964, s. 1.
[3] TBMM, hükümete gerektiği takdirde Londra ve Zürih Antlaşmalarının Türkiye'ye tanıdığı hakkı kullanarak Kıbrıs'a Türk Silahlı Kuvvetlerinin gönderilmesi konusunda tam yetki vermiştir. Yapılan gizli oturum sonunda hazır bulunan 491 Milletvekili ve Senatörden 487'si olumlu oy kullanmış, dört kişi ise çekimser kalmıştır. "Meclis, Kıbrıs için Hükümete Tam Yetki Verdi", Milliyet, 17 Mart 1964, s. 1.
[4] 5 Haziran 1964 tarihinde ABD Başkanı Lyndon B. Johnson tarafından Türkiye Başbakanı İsmet İnönü'ye gönderilen mesaj "Johnson Mektubu" olarak bilinmektedir. Johnson Mektubu, Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalede bulunmasını önlemek amacıyla gönderilmiştir.
[5] "Bakanlar Kurulu Açıklaması", Cumhuriyet, 8 Ağustos 1964.
[6] Hükümet konuyla ilgili yaptığı açıklamada; "Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs anayasasını ve garanti anlaşmalarını hiçe sayarak Türklere karşı silahlı saldırılara devam etmesi, BM'in çağrılarını da umursamayarak Ada'yı silah deposuna çevirmesi ve de alakalı bütün girişimler sonuç vermeyince Türk hükümeti harekâta başlamıştır" denmiştir. "Bombardımana Başladık, Donanma Kıbrıs Yolunda", Hürriyet, 9 Ağustos 1964.
[7] Çivi, kereste, demir, çimento, radyo, telefon, telsiz, kamyon, traktör, otomobil parçaları, gıda ürünleri gibi maddelerin Türk bölgelerine girişi yasaklanmıştı. Pierce Oberling, Bellapais'e Giden Yol: Kıbrıs Türklerinin Kuzey Kıbrıs'a Göçü, Çev. Mehmet Erdoğan, Ankara: Genelkurmay Basımevi,1987, s. 103.
[8] Melek Fırat, "Yunanistan'la İlişkiler", Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası, Cilt I, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, s. 729.
[9]"Bakanlar Kurulu Açıklaması", Cumhuriyet, 8 Ağustos 1964.
[10]Hükümet konuyla ilgili yaptığı açıklamada; "Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs anayasasını ve garanti anlaşmalarını hiçe sayarak Türklere karşı silahlı saldırılara devam etmesi, BM'in çağrılarını da umursamayarak Ada'yı silah deposuna çevirmesi ve de alakalı bütün girişimler sonuç vermeyince Türk hükümeti harekâta başlamıştır" denmiştir. "Bombardımana Başladık, Donanma Kıbrıs Yolunda", Hürriyet, 9 Ağustos 1964.
6-7 EYLÜL OLAYLARI
ÖZET
1955 yılında Kıbrıs konusunda müzakerelere katılmak üzere Londra'ya giden Türk heyetinin kamuoyunun Kıbrıs konusuna ilgi desteğini göstermesi için gösteriler yapılmasını istemesi üzerine düzenlenen gösterilerin kontrolden çıkarak azınlıklara yönelik şiddet ve yağmaya dönüşmesiyle başlayan kriz. Dış politika krizine dönüşmesi bakımından değerlendirildiğinde Lozan Barış Antlaşması’nın 37-45. maddeleri arasında düzenlenen Azınlıklara ilişkin hükümler çerçevesinde Türkiye ile Yunanistan arasında müzakerelere konu edilmiş, saldırılarda görenlerin uğradığı zararlar Hükümet tarafından tazminat önererek giderilmeye çalışılmıştır. Ayrıca her iki ülkenin NATO üyesi olması nedeniyle ABD’nin krizin derinleşmesini önlemek ve tarafları yatıştırmak adına olaya müdahil olduğu görülmektedir.
Türkiye yasal olarak uluslararası hukuk açısından doğrudan herhangi bir yaptırımla karşılaşmamış olsa da Yunanistan’la ikili ilişkilerde psikolojik bir etki olarak her zaman karşısına çıkmıştır. Sonrasında yapılan görüşmeler ve özellikle de Kıbrıs’ın statüsüne dair görüşmelerde Türkiye azınlıkların hakkını yeterince koru(ya)mayan bir ülke olarak telakki edilmesine sebep olacaktır. Bu durum ülke açısından ciddi bir prestij kaybı olarak görülecektir.
GİRİŞ
1955 6-7 Eylül Olayları İstanbul'da yaşayan başta Rumlar olmak üzere azınlıklara yönelik gerçekleştirilen yağmalama hareketidir. Krizin çıktığı tarihten beri olayın müsebbibinin kim olduğu en az kriz kadar araştırmalara konu olmuştur. Bir grup araştırmacıya göre krizi çıkaran taraf dönemin Türk hükümeti, Demokrat Parti (DP) yönetimidir. Bu yönde düşünen araştırmacılara göre, DP belli bir politik hedefe yönelik hazırlamış olduğu planını Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti (KTC), Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve işçi sendikaları aracılığıyla gerçekleştirmiştir.
Farklı düşünen ikinci gruptakilere göreyse – ki hükümetin ilk açıklamalarından bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır- kriz Türkiye’nin NATO’ya üye olmasından hoşnut olmayan Sovyet Rusya, Yunanistan ile tesis edilmeye çalışılan ilişkileri engellemek isteyen ajanlar tarafından (veya Türkiye’de yaşayan komünistlerle) tertip edilmiştir.[2]’’
Bununla birlikte tartışmalar sükûnete erdikten ve yıllar sonra yapılan acıkmalardan ortaya çıkan tablo, krizin Başbakan Menderes hükümeti tarafından çıkarıldığını göstermektedir. Hükümetin, ekonomik zorlukların sebep olduğu iç politikadaki eleştirilerden kurtulmak ve Kıbrıs meselesinin görüşüldüğü Londra Konferansı’nda daha avantajlı bir konum elde geçmek için dikkat çekecek bir eylem planladığı görülmektedir.
1955 yılında Kıbrıs konusunda Türkiye ve Yunanistan arasında uyuşmazlık bulunmaktaydı. Kıbrıs konusundaki uyuşmazlığı çözmek Londra'ya giden Türk heyetinin müzakere masasında elini güçlendirmek için Türk kamuoyunun Kıbrıs konusuna ilgi desteğini göstermesi için gösteriler yapılmasını talep etmiştir. Bunun üzerine düzenlenen gösterilerin kontrolden çıkarak azınlıklara yönelik şiddet ve yağmaya dönüşmesiyle, Türkiye ciddi bir krizle karşı karşıya kalmıştır. Böylece Kıbrıs sorunu uluslararası bir boyut kazanmıştır. Dış politika krizine dönüşmesi bakımından değerlendirildiğinde, Lozan Barış Antlaşması’nın 37-45. maddeleri arasında düzenlenen azınlıklara ilişkin hükümler çerçevesinde Türkiye ile Yunanistan arasında müzakerelere konu edilmiş, saldırılarda mağdurların uğradığı zararlar hükümet tarafından tazminat önererek giderilmeye çalışılmıştır.
Olayları ateşleyen en önemli etken 6 Eylül 1955 tarihli İstanbul Ekspres gazetesinin “Atamızın Evi Bomba ile Hasara uğradı” başlıklı manşeti olmuştur. Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığına dair yapılan haber Türk halkının duygusal hassasiyetine neden olmuş ve halk galeyana gelmiştir. Zaten Kıbrıs Türklerine yapılan baskılar, 1955 yılında Türk kamuoyunun gündeminde başköşeyi işgal ederken, olaya tepki olarak yapılan gösterilere kısa sürede yoğun bir katılıma sebep olmuştur. Gösteriler sonrasında Rumlara duyulan tepki kısa sürede yağma hareketine dönüşmüştür.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin öncülüğünde gençlik örgütleri, meslek kuruluşları ve Demokrat Parti teşkilatının telkin ve teşvikiyle kalabalıklar ve İstanbul dışında getirilen kitleler 6 Eylül akşamı bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirmiştir. Nitekim bu eylemlerde birçok ev, dükkân, okul, kilise vs. yakıp yıkılmış ve yağmalanmıştır. Tahrip sonucunda takriben 300 milyon lira tutarında bir zarar meydana gelmiştir, ülkeyi yüksek meblağlarla tazminat ödemeye mahkûm etmiştir. 7 Eylül sabahı yayınlanan hükümet bildirisinde olaylar “büyük bir felaket” olarak nitelenmiş, dünya kamuoyuna sorumluların en kısa zamanda adaletin karşısına çıkarılacağının sözü verilmiştir.
Krizin patlak verdiği tarihte Türkiye, tek partili sistemden çok partili hayata henüz geçmişti ve Demokrat Parti ülkeye hükümet etmekteydi. 1950 yılı genel seçimlerinde Demokrat Parti, oyların %57,50'sini alarak 502 milletvekili; ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi %35,29'luk oranla 31 milletvekili çıkarmıştır. Yani, dönemin Türkiye’si Demokrat Parti öncülüğünde çoğunluk hükümetiyle yönetilmekteydi. Bu dönemde ülkenin cumhurbaşkanlığı makamı DP kurucularından Celal Bayar tarafından idare edilmektedir. Adnan Menderes başbakanlığında toplanan 21. hükümetin (17.05.1954- 09.12.1955) dışişleri bakanlığı’nı Fatin Rüştü Zorlu yapmaktaydı.
Kriz gerçekleştiği dönemde uluslararası sistemin yapısında ciddi değişimler yaşanmaktadır. Önceleri İngiltere ve Fransa’nın çok daha baskın aktör olarak önce çıktığı bir dünya düzeninden SSCB ve ABD’nin etkisinin baskın olduğu çift kutuplu bir sisteme geçilmiştir. Dünya genelinde ülkeler sosyalist ve kapitalist blok diye iki gruba ayrılırken sınırlı sayıda devlet bağlantısızlar adı altında örgütlenmiştir. Türkiye ve Yunanistan ABD’nin başını çektiği kapitalist blokta yer almıştır. Bunun dışında krizin tarafları Türkiye ve Yunanistan ikili ilişkilerin gerginleşmesini engelleyen, kapitalist bloktan ülkelerin yer aldığı bir uluslararası bir ittifak üyeleridir. Bu üyelik krizin seyri ve ABD’nin olaya dahli açısından belirleyici bir unsur olmuştur.
Sistem düzeyi bakımından ise kriz bölgesel alt sistemde (Avrupa’da) cereyan etmiştir. Buna rağmen kriz esnasında muhataplar ve ABD’nin dolaylı telkinleri dışında müdahil olan her hangi bir baskın aktör bulunmamaktadır. Ayrıca kriz sürecinde uluslararası - bölgesel gündemi bağımsızlık savaşları, baskın - süper güçler arası siyasi-diplomatik çatışma ve aşırı silahlanma, nükleerleşme, kitle imha silahlarına sahip olma meseleleri meşgul etmekteydi. Kriz coğrafyasıysa Avrupa (İstanbul, İzmir) olarak belirlenmiştir. Bunun dışında bölgesel gündemde, Avrupa’da bu dönemde Batı Avrupa ülkelerini birleştirmeyi hedefleyen altı üyeli uluslararası bir örgütün -Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT)- temellerini atmak için girişimlerde bulunulmuştur.
Türkiye’de karar alma birimi olarak kurumsal bir yapı (Bakanlar Kurulu- Kabine) mevcut bulunmakla birlikte; kurulun yapısı gereği kararlar oy birliği ya da oy çokluğundan ziyade ilgili birimlerin fikirleri alınarak başbakanın onayıyla alınır. Zaten kabinenin görüşleri yasal olarak Başbakan için tavsiye niteliği taşıdığından bakanlarla aynı fikirde değilse farklı bir karar verme yetkisine sahiptir. Dönemin Türkiye’sinde karar alma süreci geleneksel olarak 1-4 kişiden oluşan “küçük grup”tan oluşmaktadır. Bununla birlikte kriz yönetim sürecinde öne çıkan liderlerCumhurbaşkanı Mahmut Celal Bayar ve Başvekil Adnan Menderes ile Hariciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu dışında İstanbul, İzmir ve Ankara örfi idari amirleri olmuştur.
Yunanistan’daysa ülke yönetiminde asker kökenli Alexander Papagos başkanlığındaki milliyetçi muhafazakâr çoğunluk hükümeti (Greek Rally Party) bulunmaktaydı. Karar alma süreci Türkiye’de olduğu gibi olarak 1-4 kişiden oluşan “küçük grup” tarafından yürütülmekteydi. Ülkede kurumsal (Bakanlar Kurulu) bir karar alma süreci bulunmaktaydı.
Kriz yönetimi açısından aktörler arası iletişimin düzeyi de şüphesiz önemlidir. Çünkü sağlıklı, doğru iletişim ve görüşme kanallarının açık – kapalı oluşu krizin seyrini değiştirilebilmektedir. Bu krizde devlet başkanları, hükümet başkanları ve dışişleri-bakanlar düzeyinde yürütülmüş, uzun ve çetrefilli bir kriz olmadığı için bürokrat ve diplomatik temsilcilerin müdahil olmadığı görülmüştür. Her birim kendi mevkidaşıyla sorunu müzakere etmiştir. Türkiye krizde üzüntülerini defaatle belirtmiş olması sebebiyle aktörler arasında gerginlikler çok fazla yaşanmamıştır. Türk hükümeti, olayın müsebbibi olarak devlet dışındaki aktörleri işaret etse de krizin her hangi tüm safhasında üzüntülerini dile getirmiş ve mağduriyetlerin giderileceğinin altını çizerek iletişim kanallarını açık tutmuştur. Bununla birlikte hükümet yetkililerinin Meclis’te vermiş olduğu brifinglerden meselenin mahkemelere intikal ettiği ve Yunan Hükümetiyle müzakerelerde çetin safhalar geçirildiği, geçirileceği anlaşılmaktadır.[4]
Ayrıca Yunan hükümetinin 1954’te Kıbrıs konusunu Birleşmiş Milletlere götürerek kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını isteyeceğini açıklaması, Türkiye’nin, görüşlerini net bir şekilde ifade etmesine yaramıştır. F. Köprülü’ye göre;
İngiliz egemenliği altındaki Kıbrıs konusunda Yunan liderleri ile asla görüşmeler yapılmadı ve konunun Yunanistan ile görüşülmesi uygunsuz bir davranış olacaktı. Türkiye için ‘Kıbrıs sorunu’ bulunmamaktadır; ancak günün birinde adanın geleceği İngiltere ile görüşülecek bir konu olarak ortaya çıkarsa, adada yaşayan büyük orandaki Türk azınlığın varlığı Türkiye’ye konu üzerindeki görüşlerini açıklama hakkı verecektir. Bununla beraber Türk hükümetinin görüşüne göre adanın bugünkü statüsünde bir değişikliğin yapılması uygun değildir.[6]
Dolayısıyla doğrudan olmasa da ABD ve NATO’nun dolaylı olarak gelişmelere kayıtsız kalmadığı görülmektedir.
Krizin sonucu zımni uzlaşı olarak belirlenmiştir. Kriz sonrası durumsa statüko ante olmamıştır. Türkiye yasal olarak doğrudan herhangi bir yaptırımla karşılaşmamış olsa da Yunanistan’la ikili ilişkilerde psikolojik bir etki olarak her zaman karşısına çıkmıştır. Sonrasında yapılan görüşmeler ve özellikle de Kıbrıs’ın statüsüne dair görüşmelerde Türkiye azınlıkların hakkını yeterince koru(ya)mayan bir ülke olarak telakki edilmesine sebep olacaktır. Bu durum ülke açısından ciddi bir prestij kaybı olarak görülecektir.
[2] Emin Karakuş, 40 Yıllık Bir Gazeteci gözüyle İşte Ankara, Hürriyet Yay. Ankara, 1997,s. 285.
[4] Faruk Sönmezoğlu, “Kıbrıs Sorunu’nda Tarafların Tutum ve Tezleri,” Türk Dış Politikasında Sorunlar, Der. Esat Çam, İstanbul Der Yay. 1989, s. 96.
[6]“Ayın Tarihi”, Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, (20 Eylül 1955). http://www.ayintarihi.com/PQKpZ/date/1955-09-25 (Erişim tarihi10.09.2015)
1998 S-300 Füzeleri Krizi Sırasında Karar Alma Sürecinde Yer Alan Kişiler | ||
Makam | İsim | Görev Dönemi |
Cumhurbaşkanı | Süleyman DEMİREL | 16 MAYIS 1993 – 16 MAYIS 2000 |
Hükümet | 55. HÜKÜMET | 30 Haziran 1997 – 11 Ocak 1999 |
Başbakan | A. Mesut YILMAZ | |
Başbakan Yardımcıları |
M. Bülent ECEVİT İsmet SEZGİN |
|
Dışişleri Bakanı | İsmail CEM | |
Milli Savunma Bakanı | İsmet SEZGİN | |
Genelkurmay Başkanı |
Orgeneral İ. Hakkı KARADAYI Orgeneral Hüseyin KIVRIKOĞLU |
30 Ağustos 1994 - 30 Ağustos 1998 30 Ağustos 1998 - 28 Ağustos 2002 |
Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler tarihi süreç içinde hep bir çatışma potansiyelini barındırmıştır. 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasından sonra bu ülkeyle ilişkilerde bir istikrarsızlığın hakim olduğu söylenebilir. İki ülkenin Soğuk Savaş döneminde farklı bloklar içerisinde yer alması da ikili ilişkilerinde güvenlik eksenli tehdit algılamalarını şekillendirmiştir. Bu bağlamda ulusal sınırlar konusundaki duyarlılıklarına koşut olarak Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yürütmekte olduğu kalkınmaya dönük projeler de Suriye’de endişe ile izlenmiş, özellikle bu bölgede inşa edilen barajlar dolayısıyla Suriye’nin su sorunu yaşadığı iddia edilmiştir.
Bu sorunlu alanlara ek olarak son yıllarda bir başka konu daha ilişkileri etkilemeye başlamıştır; Türkiye’de başlayan ayrılıkçı Kürt hareketine Suriye’nin vermiş olduğu destek.[2], Suriye-Lübnan sınırındaki Helve Kampında ilk konferansını düzenlemiş ve Suriye’nin denetimindeki bölgelerde eğitim faaliyetlerine hız verilmesi yönünde kararlar almıştır.[4] Bu ülkenin PKK’ya vermiş olduğu destek sonucunda Türkiye’nin Güneydoğu’da terör eylemleriyle baş edebilmesi güçleşmiş, uzun erimli bir mücadelenin içine sürüklenirken toprak bütünlüğüne yönelik tehdidin boyutu da artmıştır. Bütün bu endişelere koşut olarak Türkiye’nin Suriye’ye diplomatik yollardan iletmiş olduğu istekler ise yeterince yankı bulmamıştır. Kasım 1984’de ise Cumhurbaşkanı Evren Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’a bir mektup göndererek iki ülke arasında sınır güvenliğinin sağlanması ve teröristlerin giriş çıkışlarına son verilmesini öngören bir anlaşmanın yapılmasını önermiş ve öneri Suriye tarafından olumlu karşılanmıştır.[6] 1 Ekim 1989’da Başbakan Özal bir açıklama yaparak Suriye’nin 1987 yılında imzalanan protokolün gereklerini yerine getirmediğine işaret ederek Türkiye’ye karşı izlemekte olduğu düşmanca tutumu değiştirmeden iki ülke arasında işbirliğinin geliştirilemeyeceğini belirtmiştir. Bu bağlamda “eğer Suriye imzaladığı protokole uygun davranmaz ve PKK’ya destek vermeyi sürdürürse, Türkiye de 1987’de imzalanan ikinci protokole uymayabilir ve Suriye’ye saniyede 500 metreküp su vermekten vazgeçebilirdi.”[8] Terör örgütüne destek sağlamakta olduğuna ilişkin ithamlar Suriye tarafından reddedilmiş, Öcalan’ın Suriye’de olmadığı, Bekaa’nın ise Suriye tarafından etkin olarak denetlenemediği söylenmiştir.[10] Ancak bu açıklamaların ardından Türkiye’yi tatmin eden bir iyileşme sağlanamadığı gibi ilişkiler giderek gerilmiştir.
1993 Kasım ayında iki ülke arasında güvenlik konusunda yeni bir protokol imzalanmıştır.[12]
Tüm bu protokol ve açıklamalara karşın Suriye’nin PKK’ya vermiş olduğu destek konusunda yeterli çabayı göstermediği 1995 yılında PKK’nın Suriye sınırını kullanarak Hatay bölgesinde girişmiş olduğu saldırılarda açıkça ortaya çıkmıştır. 24 Kasım 1995 tarihinde Samandağ’dan sınırı geçerek Türkiye’ye sızmaya çalışan PKK grubu ile çıkan çatışma sırasında Suriye sınırına çekilen militanlar takip edilmiş, çatışmalar Suriye sınırı içerisinde de sürdürülmüş, zırhlı birlikler Suriye sınırından içeri girmekle kalmamış aynı zamanda topçu birlikleri de Suriye topraklarına salvo atışlar yapmıştır.[14] verilmiş ve Türkiye’nin Suriye’den istemi açıkça ve kararlılıkla belirtilmiştir;
”Suriye ile ilişkilerimizin normale avdet edebilmesi için Suriye’nin uluslararası ilişkilerin temel norm ve kurallarına uymasını ve aşağıda sıralanan somut taleplerimize olumlu cevap vermesini bekliyoruz.
Buna göre:
Türkiye-Suriye ilişkilerinin Suriye’nin terörizme verdiği destek nedeniyle ciddi zarar gördüğü gerçeğinden hareketle, Suriye’nin bazı yükümlülükleri bulunduğunu resmen kabullenmesini ve terörizme destek konusunda bugüne dek sürdürdüğü tutumunu terk etmesini istiyoruz. Bu yükümlülükler, esas itibarıyla, teröristlere destek verilmemesi, sığınma imkânı sağlanmaması, mali yardımda bulunulmaması hususlarında resmi taahhüdü içermelidir. Suriye aynı zamanda PKK eylemcilerini yargılamalı ve PKK elebaşısı Abdullah Öcalan ile işbirlikçilerini Türkiye’ye iade etmelidir.
Bu çerçevede Suriye;
Kontrolü altındaki topraklarda terörist eğitim kampları kurulmasına ve işletilmesine izin vermemelidir,
PKK’ya silah temin etmemeli, lojistik malzeme desteğinde bulunulmamalıdır,
PKK üyelerine sahte kimlik kartları düzenlememelidir,
Teröristlerin Türkiye’ye resmi yollardan girmelerine ve diğer yollardan sızmalarına sağladığı yardımı kesmelidir,
Terörist örgütün propaganda faaliyetlerine izin verilmemelidir,
PKK’nın Suriye topraklarındaki tesis ve mahallerde faaliyette bulunmasına imkân bulunmasına imkân sağlamamalıdır,
Teröristlerin üçüncü ülkelerden Türkiye’ye geçişlerine imkân tanınmamalıdır.
Bunlara ilaveten Suriye’den terörizme karşı mücadele kapsamındaki bütün faaliyetlerde işbirliği içinde bulunması beklenmektedir.
Suriye bu eylemlerinden derhal vazgeçmediği takdirde, Türkiye doğacak bütün sonuçlarıyla meşru müdafaaya başvurma ve can ve mal kaybından doğacak zararlarının tazminini her şart altında talep etme hakkını saklı tutmaktadır.”[16] 16 Eylül 1998 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in Hatay’da yapmış olduğu uyarı niteliğindeki konuşmanın ardından 1 Ekim 1998 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in TBMM’nin açılışında yapmış olduğu konuşma Türkiye’nin kararlılığını ifade ederken zorlayıcı diplomasi stratejisinin yürürlüğe konulduğunun da işareti sayılmalıdır. 6 Ekim 1998 tarihinde Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in başlattığı mekik diplomasisi sırasında Türkiye kendisine istemlerini sıralamış olduğu bir metin vermiş ve iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden normale dönebilmesi için Suriye’nin dile getirilen istemler konusunda somut adımlar atması gerektiği belirtilmiştir. Büyük ölçüde 23 Ocak 1996 tarihinde Suriye’ye verilen metinle aynı içeriğe sahip olan metin 20 Ekim’de imzalanan Adana Protokolü’ne de ek olarak girmiştir.
9 Ekim’de Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasından sonra 12 Ekim’de Türkiye’ye gelen Mısır Dışişleri Bakanı Amr Musa, Suriye’nin Türkiye'nin istemine uymaya hazır olduğuna dair mesajı iletmiş, ardından da 19 Ekim’de Türkiye ve Suriye’den yetkililer Adana’da bir araya gelerek görüşmelere başlamışlardır. Türkiye’nin istemlerinin yer aldığı metnin Suriye heyetine verilmesinden sonra yapılan müzakereler sonucunda Türkiye’nin istemlerini karşılayan bir uzlaşmaya varılmıştır. Adana Protokolü olarak adlandırılan metne göre:
“1) Öcalan şu andan itibaren Suriye’de değildir ve kesinlikle Suriye’ye girmesine izin verilmeyecektir.
2) PKK unsurlarının da Suriye’ye girmesine izin verilmeyecektir.
3) PKK kampları şu andan itibaren faaliyette değildir ve faaliyete geçmelerine izin verilmeyecektir.
4) Birçok PKK’lı tutuklanmış ve adalete sevk edilmiştir. Listeleri vardır ve Suriye bu listeleri Türk tarafına iletmiştir.
Suriye, yukarıda dile getirilen noktaları teyit eder. Ayrıca taraflar aşağıdaki noktaları kararlaştırmışlardır:
1) Suriye, topraklarından kaynaklanan ve Türkiye’nin güvenlik ve istikrarını bozmaya yönelik hiçbir faaliyete karşılıklılık ilkesi çerçevesinde izin vermeyecektir. Suriye, toprakları üzerinde, PKK’nın silah, lojistik malzeme ve parasal destek teminine ve propaganda yapmasına müsaade etmeyecektir.
2) Suriye, PKK’nın terörist bir örgüt olduğunu kabul etmiştir. Ülkesinde, diğer terör örgütleri yanı sıra, PKK ve tüm yan kuruluşlarının bütün faaliyetlerini yasaklamıştır.
3) Suriye, ülkesinde PKK’nın eğitim ve barınma amaçlı kamp ve diğer tesisler oluşturmasına ve ticari faaliyetlerine izin vermeyecektir.
4) PKK mensuplarının üçüncü bir ülkeye geçişleri için ülkesini kullanmalarına müsaade etmeyecektir.
5) Suriye, PKK terör örgütünün elebaşının Suriye topraklarına girmemesi için bütün tedbirleri alacak, sınır kapılarını bu yolda talimat verecektir.
Taraflar, yukarıda değinilen bu tedbirlerin etkili ve şeffaf bir biçimde uygulanmaları yönünde bazı mekanizmalar oluşturmayı kararlaştırmıştır.
Bu bağlamda;
a) İki ülke üst düzey güvenlik yetkilileri arasında derhal ve doğrudan telefon hattı tesis edilecek ve kullanılmaya başlanacaktır.
b) Taraflar, bir diğerinin diplomatik temsilciliklerine ikişer özel görevli atayacaklar ve bu görevliler misyon şefleri tarafından bulunulan ülke makamlarına takdim edileceklerdir.
c) Türk tarafının, terörle mücadele bağlamında, güvenliği arttırıcı tedbirlerin ve bunların etkinliğini denetlemek üzere bir sistemin kurulması önerisini Suriye, kendi makamlarının onayına sunacağını ve sonucu hakkında en kısa zamanda bilgi vereceğini belirtmiştir.
d) Taraflar, Lübnan’ın da rızasının alınması kaydıyla, PKK terörüyle mücadele konusunu üçlü çerçevede ele almayı kararlaştırmışlardır.
e) Suriye tarafı, bu “Tutanak”ta sözü edilen hususların uygulanması ve somut sonuçların sağlanması için gerekli tedbirleri alacağını taahhüt etmiştir.”[18]
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde 1998 Suriye krizinde dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in etkin bir konumda olduğu görülür.[20] Bu durumun açıklığı 9 Ekim tarihinde yapılan Dış Politika Gelişmeleri Toplantısı sırasındaki değerlendirmelerden de anlaşılmaktadır. Cumhurbaşkanı Demirel’in ifadesiyle, “Tabii hadiseler daha ileri merhalelere gidecekse, bizim yasalarımızın, Anayasamızın icap ettirdiği bütün usullerle riayet edilecektir. Sayın Komutanımız da söyledi zaten, aşağı yukarı üç toplantıda Milli Güvenlik Kurulu’nda bu konu geçiyor; hazırlık yapılsın da sonra konuşalım diye. Biz bu rahatsızlığı Genelkurmay Başkanımız dile getirdiği zaman dedik ki, siz hazırlıklarınızı yapın, bunların müzakeresini yaparız. Ve somut bir takım tedbirler arama ihtiyacı üç aydan beri mevcuttur. Şimdi bu adım böyle atılmıştır, bunu başarıya götürmek için gayet dikkatli şekilde yürütmemiz gerekiyor…”[22]
Suriye’nin PKK’ya vermiş olduğu destek konusu MGK’nın 24 Temmuz 1998 tarihli toplantısında ele alınmış, “ülke genelindeki güvenlik ve asayiş durumu, bölücü terör örgütünün yurt içi ve yurt dışındaki faaliyetlerine karşı alınan önlemler gözden geçirilmiş ve bu önlemlerin kesintisiz olarak sürdürülmesi kararlaştırılmıştır.”[24]
Nitekim MGK’da yapılan tartışmalar sonrasında Türkiye'nin Suriye üzerinde uygulanacak baskıları arttırdığı, hatta giderek süreci başlatan “savaş tehdit”lerine başvurduğu görülmüştür. Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in belirttiğine göre, 16 Eylül 1998 tarihinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in Hatay Reyhanlı’da yaptığı konuşma MGK’da ortaya çıkan eğilim doğrultusunda gerçekleştirilmiştir.[26] demiştir.
Zorlayıcı diplomasi stratejisi uygulanması açısından 9 Ekim 1998 tarihinde yapılan “Dış Politik Gelişmeler Toplantısı” bir fiili işleyişe ilişkin değerlendirme toplantısı niteliğindedir. Bu toplantıdan kısa bir süre önce ise 1 Ekim’de TBMM’nin açılışında bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Demirel, Türkiye’nin Suriye’ye karşı izleyeceği siyasanın işaretlerini ilk elden vermiştir; “Esasen, Suriye, Türkiye'ye karşı açık bir husumet politikası izlemektedir, PKK terör örgütüne aktif destek sağlamayı sürdürmektedir. Tüm uyarılarımıza ve barışçı açılımlarımıza rağmen hasmane tutumundan vazgeçmeyen Suriye'ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kere daha dünyaya ilan ediyorum.”[28] İlerleyen günlerde yapılan açıklamalarla Suriye’ye karşı izlenen zorlayıcı diplomasinin zemini oluşturulmuştur. Nitekim Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin, Suriye'ye bir müdahalenin söz konusu olmadığını belirterek, “daha fazla zarar vermeye devam ettikleri takdirde, tabiatıyla diplomasi biter, onun yerini başka enstrümanlar alır”[30]
Türkiye’nin Suriye’ye yönelik istemlerinin ve uygulanan zorlayıcı diplomasi stratejisinin 9 Ekim’de yapılan Dış Politik Gelişmeler Toplantısı’nda değerlendirildiği görülmektedir.[32] Oysa 9 Ekim tarihinde yapılan Dış Politik Gelişmeler Toplantısı sırasında Başbakan Yardımcısı Ecevit, söz konusu MGK toplantısında bu konuların ele alınmadığını belirtmektedir.Kontrolü altındaki topraklarda terörist eğitim kampları kurulmasına ve işletilmesine izin vermemelidir,
Bunlara ilaveten Suriye’den terörizme karşı mücadele kapsamındaki bütün faaliyetlerde işbirliği içinde bulunması beklenmektedir.
Ayrıca, Suriye, Arap Birliği’ne üye ülkeleri Türkiye aleyhine kışkırtma girişimlerinden vazgeçmelidir.”
“Suriye bu eylemlerinden derhal vazgeçmediği takdirde, Türkiye doğacak bütün sonuçlarıyla meşru müdafaaya başvurma ve can ve mal kaybından doğan zararlarının tazminin her şart altında talep etme hakkını saklı tutmaktadır. Esasen, tüm bu görüşlerimiz 23 Ocak 1996 tarihinde diplomatik kanallardan Suriye’ye iletilmiş bulunmaktadır. Ancak uyarılarımıza bugüne dek kulak asılmamaktadır.”[35]
“Suriye bunu yaparsa, Türkiye başarılı çıkmış olmaz mı bu işin içinden, bence çıkar. Tereddüde mahal yok, başka bir yere giderse, o bence başka bir sorundur. Bunları yapmazsa Suriye, bence iki şık var: Türkiye bunun üstüne yatar. O Türkiye’ye itibar kaybettirir. İkinci şık, Türkiye, Suriye’ye bunları yaptırır. Kanaatimce eğer Türkiye, Suriye’ye bunları yaptırmayı göze alamazsa, zaten Türkiye’nin şikâyet edip oturan, hiçbir şeye gücü yetmeyen, prestiji vesairesi olmayan, sadece konuşan koca bir içi kof dev olduğu çıkar orta yere. Bunu da devam ettiremeyiz. Bence bu bir yerden sonra terörden gördüğümüz zarardan daha kötü. Bir takım yeni sıkıntılar Türkiye’nin başına çıkmaya başlar. Biz zaten ne zaman ne yapsak ikibuçuk savaştayız.”[37]
Türkiye’nin kararlılık ve inandırıcılığını arttıran fiili önlemler ve açıklamaların hem Suriye üzerinde hem de üçüncü aktörler üzerinde etkili olduğu görülmüştür. Bölge ülkelerinden Mısır ve İran, Türkiye'nin Suriye’ye yönelik açıklamalarından sonra hem Suriye hem de Türkiye ile görüşmelerde bulunarak gerginliğin tırmanmasını önlemeye, Suriye üzerinde baskı oluşturarak diplomasi yoluyla Türkiye'nin istemine uygun bir sonucun ortaya çıkmasına yardımcı olmaya çalışmışlardır.
Diğer yandan ABD’nin de Türkiye’nin kararlılığını desteklemekle birlikte bölgedeki istikrarsızlığı arttıracak bir savaşı istemediği görülmektedir. Bu bağlamda Suriye üzerinde oluşturduğu baskı ile Türkiye’nin istemini karşılaması gerektiğini belirtmiştir.
Dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, Suriye’nin Türkiye’nin istemini yerine getirmemesi halinde gösterilecek tepkinin ne olacağına dair vermiş olduğu yanıt en son aşamada Türkiye’nin Suriye’ye karşı topyekûn bir savaşı başlatacağıdır. Demirel’e göre, Suriye, “Direnseydi, müdahale vardı, olacaktı tabii. Zımnen oydu hadise. Zaten Atilla Paşa’nın (Kara Kuvvetleri Komutanı) Reyhanlı konuşması kendiliğinden değil. O MGK toplantısına dayanarak yaptı o konuşmayı. Oradaki kararımız, dediğimiz şudur: Artık barışçı yollardan falan giderek bunu halletmek yetmiyor. Artık canımıza tak demiştir. Şu işi koparalım.”[39] Türkiye diplomasi ile istemini elde edebilirse bu en uygun çözüm olacaktır, diplomasiyle yapamadığı takdirde [kuvvet kullanarak] yaptırmaktan başka seçenek yoktur. “Savaş yapalım vesaire arzusundan gelmiyor. Mesele bu işi çözün. Yalnız bunu bilelim ki, arkasında güç olmayan diplomasiyi yürütmek mümkün değildir. Eğer hakikaten Suriye, Araplar veya başka dünya ülkeleri bizim Suriye’ye hiçbir kötülük yapamayacağımı kanaatinde ise bizim zaten bunları yapmamız mümkün değildir.”[41]
Uygulanan zorlayıcı diplomasinin başarılı olabilmesi ve Suriye’nin isteme uygun davranabilmesi için Türkiye’nin isteminde kimi değişikliğe gitmesi gerekmiştir. Özellikle Mısır Devlet Başkanı Mübarek ve İran Dışişleri Bakanı Harrazi ile yapılan görüşmelerde Türkiye Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi yerine Suriye dışına çıkartılması seçeneği üzerinde durmuş ve sonunda bu bir uzlaşı zemini yaratabilmiştir. Taktik anlamdaki bu esnekliğin dışında Türkiye inandırıcılığını ve kararlılığını zayıflatabilecek her türlü davranıştan uzak kalmaya özen göstermiştir.
Mübarek’in Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaret sırasında gerçekleşen resmi görüşmelerde Türkiye’nin duyarlılığı, kararlılığı ve resmi istemi ayrıntılı olarak Mübarek’e anlatılmış ve somut sonuçları görülmeden Türkiye’nin tutumunu değiştirmeyeceği vurgulanmıştır.[43] Gerek Orgeneral Ateş’in gerek Cumhurbaşkanı Demirel’in dile getirmiş olduğu tepki ve görüşler ise zımni ültimatomun inandırıcılığını ve meşruiyetini dile getiren resmi açıklamalar olarak görülebilir. Zımni ültimatomun uygulanması yaratılmak istenen zorunluluk duygusuna da uygun seçenek olmuştur.[45] Bununla birlikte zorlayıcı diplomasi stratejisinin daha temkinli bir şekilde uygulanmasını gerektiren bu uygulamada kararlılığın ve inandırıcılığın esnetilmesi veya sınanması riski bulunmaktadır. Suriye üzerinde uygulanacak baskıların dozunu sonuç alınıncaya değin arttırmayı öngören bu seçenek hem Türkiye karşısında bir tepki bloğunun oluşmasına neden olabileceği hem de istemin müzakere edilebileceği algısını yaratabileceği için riskli bir seçenek olmuştur. Bununla birlikte daha ilk elden alınan önlemler ve basında çıkan haberler[47]
Bu kanaati Harrazi’nin yapmış olduğu ziyaret sırasında da dile getiren Cumhurbaşkanı Demirel, Harrazi’nin, “Suriye’nin bize söylediği, Öcalan’ın zaten bu ülkede olmadığı, bu nedenle Suriye’de olmasına izin verilmeyeceği…” şeklinde yapmış olduğu konuşmaya verdiği cevapta, “Biz bıçak kemiğe dayandı diyorsak, artık Suriyeli dostlarımız PKK’yı barındırmaktan vazgeçmelidir. Bize güvenin. Suriye’nin bu davranışı dürüst değildir. Size bile dürüst davranmamışlar. Bunları barındırmayacağız diyorlarsa onun da adımını atmalılar. 75 yıl barış içinde yaşayan Türkiye kimseyle sorununu barışçıl yol dışında çözmek istemez. Kimse bıçak kemiğe dayanmadan zor kullanmak istemez,”[49]
Diğer yandan kriz sırasında Mısır Devlet Başkanı Mübarek ve İran Dışişleri Bakanı Harrazi’nin Suriye Devlet Başkanı H. Esad ile yapmış olduğu görüşmelerin ardından Türkiye’ye gelerek yetkililerle görüşmeleri Suriye’de krizin nasıl değerlendirildiğine dair bilgi vermiştir. Nitekim bu görüşmelerin ardından yapılan değerlendirmeler sırasında Türkiye'nin uygulamakta olduğu zorlayıcı diplomasi stratejisinin Suriye üzerinde etkili olduğu ve kısa sürede sonuç alınabileceği kanaatine varılmış, Türkiye'nin tüm istekleri yerine getirilinceye değin diplomatik, siyasî ve askerî önlemlerin kararlılıkla sürdürülmesinde uzlaşılmıştır.
Gerçekten de krizi sonuçlandıran tercih Öcalan’ın Suriye dışına çıkartılması ve Türkiye’nin dile getirmiş olduğu istemin kabul edilmesi olmuştur. Hatta 9 Ekim günü Ankara’da Dış Politik Gelişmeler Toplantısı yapılırken Öcalan Suriye tarafından ülke dışına çıkartılmıştır.[51] Bu noktada Suriye’nin durumu özgündür. Hem örgüt liderinin burada barındırılması hem de Irak’ın kuzeyi ile Avrupa ülkelerine geçiş açısından transit güzergâh oluşu, İran, Güney Kıbrıs ve Yunanistan ile birlikte ayrılıkçı terörü desteklemekte oluşu Türkiye açısından Suriye’ye yönelik tepkiyi sertleştirmeyi zorunlu kılmıştır. Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ yazmış olduğu bir makalede bu durumu incelemiş ve Türkiye’nin karşılaşmış olduğu açmaza işaret etmiştir. Türkiye’ye büyük zarar veren ayrılıkçı terörün komşu ülkelerden gördüğü destek Türkiye’nin terör eylemlerini durdurmasının önünde oldukça büyük bir engel teşkil etmiştir. Şükrü Elekdağ bu durumu “2 ½ Savaş Stratejisi” adlı makalesinde şu sözlerle ifade etmiştir; “Dünya tarihi bu gerçeği açıkça ispatlıyor: Eğer bir ülkede terörizm ve isyanlar komşu ülkeden koruma ve destek bulan bir lider tarafından yürütülüyorsa, terör eylemleri komşu ülkenin terörist lidere ve yandaşlarına sağladığı destek durmadıkça tam olarak yok edilemez.”[53]
Diğer yandan, kriz sırasında Suriye ile sıkı ilişkiler içerisinde olan İran ve Mısır’ın izleyeceği tutum Türkiye açısından dikkatle izlenmiştir. Geleneksel olarak Suriye ile iyi ilişkiler içerisinde olan bu iki ülke, kriz sırasında doğrudan Suriye’yi desteklemek yerine, Türkiye ile bu ülke arasında arabuluculuk rolü üstlenebileceklerini iletmiş ve süreç içerisinde krizin yatıştırılmasında ve Türkiye’nin isteminin karşılanmasında önemli rol oynamıştır.
Uygulanan zorlayıcı diplomasi stratejisinde Suriye ile olası bir çatışma riskinin bulunması ve Türkiye’nin topyekûn bir savaşı göze almış olması söz konusudur. Topyekûn bir savaş sırasında Suriye’nin sahip olduğu kimyasal ve biyolojik silah sistemlerinin yaratmış olduğu tehlike göz ardı edilmemekle birlikte aslında Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Suriye’nin Türkiye için konvansiyonel anlamda tehdit oluşturabilecek bir potansiyele sahip olmadığı çeşitli vesilelerle görülmüştür.[55] Türkiye’nin dile getirmiş olduğu istemler BM ve uluslararası hukukun temel ilkelerine uygun bir statünün sürdürülmesini amaçlamıştır. Gerçekte, Sevin Toluner’in de belirtmiş olduğu gibi, “…1979’dan itibaren kontrolü altındaki Bekaa vadisinde PKK’nın yerleşmesine, eğitim görmesine, teşkilâtlanmasına izin veren, para, silâh ve idarî yardımlar yapan Suriye’nin bu eylemlerinin, Şart’ın 2. maddesi 4. fıkrasında yasaklanan ‘dolaylı kuvvet kullanma’ kalıbına uyan bir aykırılık olduğu açıktı[r.]”[57]
Yaratılan bu zorunluluk duygusunun Türkiye açısından bir son seçeneği ettiği de ifade söylenebilir. Örneğin Cumhurbaşkanı Demirel, daha sonra yapmış olduğu bir değerlendirmede tam da bu duruma işaret etmiştir; “Başka çare kalmamıştı, bir yerlere bir şey yapmak zorundaydık. Ve yapacaktık. Suriye olmazsa Yunanistan, o olmazsa İtalya ama mutlaka olacaktı.”[59]
Dışişleri Bakanı Cem de zorlayıcı diplomasi strateji uygulanırken başından beri kararlı olunduğuna işaret etmektedir. Cem’e göre, Suriye üzerinde baskı uygulanırken Türkiye’nin “baştan biraz sert çıkıp sonra da bir uzlaşma sağlamak” gibi önceden planlanmış bir politikası olmamıştır. “Tüm ilgili faktörler göz önüne alınarak, gerekirse sonuna kadar gitme kararlılığı ile hareket” edilmiştir.[61] demiştir.
Gerçekten de dönemin 2. Ordu Komutanı olan Orgeneral Aytaç Yalman’ın bir röportaja verdiği yanıt kararlılığı anlatmaktadır. “Şam, Ankara’nın tehdidine aldırmazsa ne olacaktı? Sorusuna Orgeneral Yalman, “Ne olacak! Suriye’ye girecektik. Planlar hazırdı. Şam’a kadar gidecektik. …Bizi durduramazdı. Buna gücü yetmezdi. Birliklerinin çoğu İsrail sınırındaydı. Savaşacak ciddi bir gücü yoktu. Olanların da savaş kabiliyeti yoktu. Sovyetler dağılmış, Rusya yardım edemiyordu. Suriye yedek parça sıkıntısı çekiyordu. Uçakları uçamıyor, tankları yürüyemiyordu. Biz de kararlıydık. …Suriye ne yaptı? Karşı çıkamadı. Ordusunun zayıflığını kendisi de biliyordu. Apo’yu çıkarmak zorunda kaldı. …Silahlı kuvvetler savaşmadan da caydırıcı gücü ile görev yapar. Aslında en iyi olanı da budur. İşte ordumuz caydırma görevini başarı ile yerine getirdi”[63] Ancak hızla tırmanan kriz sırasında basında Silahlı Kuvvetlerin Suriye sınırına kuvvet kaydırmakta olduğu, izinlerin kaldırıldığı gibi haberler yer almıştır. Bu haberler ise Genelkurmay Başkanlığı tarafından yalanlanmış ve bölgede sürmekte olan NATO tatbikatları çerçevesinde yürütülen faaliyetlerin yanlış yorumlanmaması gerektiğine işaret edilmiştir.[65] Gelişmeler Cumhurbaşkanının başkanlığında Genelkurmay Başkanı, Başbakan ve Yardımcıları, Dışişleri ve Milli Savunma Bakanlarının bulunduğu toplantılarda ele alınıp değerlendirilmiş, sonrasında ise her kurum ortak kararın yükümlülüğünü kendi sorumluluk alanında yerine getirmiştir. Bununla birlikte, kriz sırasında Cumhurbaşkanı Demirel’in asker ve siviller üzerinde bir etki yaratmış olduğundan söz edilebilir. Siyasal sorumluluğunun bulunmamasına karşın, deyim yerindeyse, bir hükümet başkanı gibi dış politikayı yönlendirmiştir.[67] Cumhurbaşkanı Demirel’in kriz sırasındaki etkin konumu Başbakan’a yönelik eleştiriler sırasında TBMM’de de dile getirilmiştir. Örneğin DYP adına konuşan Hayri Kozakçıoğlu “1 Ekim günü, Sayın Cumhurbaşkanımız burada konuştular. Sayın Cumhurbaşkanımız, burada bir başbakan gibi konuştular; niye; dış politikadaki boşluğu Sayın Cumhurbaşkanının kendisi doldurmak ihtiyacını hissetti; oysaki bu boşluk, burada, Hükümet tarafından doldurulmalıydı,”[69] diyerek eleştirmiştir.
CHP adına konuşan Deniz Baykal’a göre ise, “…Hükümetimiz, bu gelişmelerden üç hafta sonra ancak bugün toplanmıştır ve Sayın Başbakanın burada yaptığı açıklamadan öğreniyoruz ki, Suriye konusunun önemiyle ilgili değerlendirmesini ortaya koyma ihtiyacını hissetmiştir. Tabiî, bu garabetin Türkiye Büyük Millet Meclisinin dikkatinden kaçırılması mümkün değildir. Bu, sadece olayın ortaya çıkış şekliyle ilgili olarak değil, bu olayın bundan sonraki aşamalarda götürülüş biçimiyle ilgili olarak da üzerinde düşünülmesi gereken, dikkat edilmesi gereken ciddî yönlerin bulunduğunu ortaya koymaktadır.”[71]
Kriz sırasında Türkiye’de iç siyasetin gündemi oldukça yoğundur; ayrılıkçı teröre karşı verilen mücadele kadar yolsuzluk suçlamaları, organize suç örgütlerinin kamu yönetimi içerisinde kurmuş olduğu ilişkiler, irticaî faaliyetlerdeki tırmanma gibi konular gündemde yer almaktadır. Bunlara ek olarak iktidardaki koalisyon hükümeti ile iç siyasetin ne ölçüde istikrarlı bir yönetim sergileyeceği de kuşkuludur. Ayrıca TBMM kısa bir süre önce seçimlerin yenilenmesi kararı almıştır.[73] demiştir.
TBMM’de yapılan görüşmenin ardından tüm siyasî partilerin Hükümetin Suriye’ye ilişkin politikasını eleştirilecek yanlarına rağmen sahiplendikleri ve destekledikleri görülmektedir. Nitekim yapılan konuşmaların ardından TBMM’de grubu ve temsilcisi bulunan tüm siyasî partilerin ortak görüşünü yansıtan bir açıklama metni okunmuş ve “…Suriye, yıkıcı, can alıcı faaliyetleri sürdürm[üş;] Türkiye'nin kendini savunma, kuvvet kullanmaktan itina ile kaçınması gereğine karşı gösterdiği büyük sabır karşı tarafça yanlış anlaşılmış, nerede ise faaliyetlerini artırıcı teşvik unsuru olarak görülmüştür. Bu hal devam edemez. Suriye'nin milletlerarası iyi komşuluk kurallarına uyması gerekmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Suriye Halkına ciddî bir uyarıda bulunmayı dostluğun icabı olarak görmektedir. Temennimiz, Suriye idaresinin, durumun ciddiyetini anlayarak gerekli tedbirleri alması, topraklarındaki terör yuvalarına son vermesidir. Bunun yapılmaması halinde neticelerine katlanması kaçınılmaz olacaktır,”[75] Uzun zamandır yürütülen mücadelenin etkin bir sonuca ulaşmasını engelleyen faktör olarak komşu ülkelerin, özellikle Suriye’nin üzerinde bir baskı oluşturulamaz ise kalıcı bir başarı sağlanamayacağı fikrinin yerleşmesine neden olmuştur.
Askerî karar alma mekanizması içerisinde komşu devletlere yönelik önlemler planlanırken bu ülkelerle sıcak bir çatışmaya girilmesi olasılığı da düşünülmüştür. Bu bağlamda Suriye krizi sırasında Türkiye’de asker ve sivil karar alıcıların büyük ölçüde uygulanan zorlayıcı diplomasi konusunda ortak kararlara vardığı söylenebilir. Cumhurbaşkanı Demirel’in de daha sonra belirttiği gibi, Orgeneral Atilla Ateş’in ardından kendisinin TBMM’de yapmış olduğu konuşmalar, hükümet ve askerî yöneticilerin yorum ve açıklamaları ulusal kamuoyunda gösterilen tepkinin desteklenmesi sonucunu doğurmuştur.
Bir bütün olarak Türkiye’nin kriz sırasında Suriye’ye yönelik suçlamalarında terörist gruplara vermiş olduğu desteğe işaret etmesi ve bu yönde somut kanıtlar göstermesi, uluslararası hukuk ve meşru savunma hakkından hareket etmesi Türkiye karşıtı bir kamuoyunun oluşmasını engellemiştir. Türkiye’nin tepkisi anlaşılır bir tepki olarak algılanırken Türkiye’nin bölge ülkeleri ve uluslararası kuruluşlara göndermiş olduğu görüşlerini içeren dosyalar uluslararası desteği arttırmıştır. Bu bağlamda Türkiye istemlerinin ve duyarlılığının Arap-İsrail çekişmesi eksenine çekilmesine karşı çıktığı gibi, bir bütün olarak Arap ülkelerini hedef alan bir söylem içerisinde olmadığını da kesin bir şekilde vurgulamıştır.
7 Ekim’de TBMM’de yapmış olduğu konuşmada Başbakan Yılmaz Arap ülkelerinin yaklaşımı konusuna işaret ederek aşağıdaki görüşleri dile getirmiştir;
“… Suriye'yle ilişkilerimizde karşılaşılan sorunun kökeninde Suriye'nin Türkiye'ye karşı terörizme verdiği destek yatarken, Suriye, ülkemizin İsrail'le ilişkilerini öne sürerek meseleyi esasından saptırma gayretkeşliği göstermekte, Arap dünyasının dikkatini Türkiye-İsrail ilişkilerine çekmeye çalışarak konuyu istismar etmektedir. Suriye'yle ilişkilerimizin mevcut durumu ile Türkiye-İsrail ilişkilerinin hiçbir bağlantısı yoktur. Hiç kimse böyle bir yanılgıya düşmemelidir ve hiç kimse, gerçeklerden böylesine uzak bir bahanenin arkasına saklanmaya da çalışmamalıdır. Ayrıca, bu sorun, Türkiye'nin Arap âlemiyle bir sorunu da değildir. Böyle bir bağlantı kuranlar, yanılgıya düşerler. Türkiye ile Arap halkları arasında köklü dostluk ve kardeşlik bağları vardır. Buna, komşu Suriye Halkı da dahildir. Mesele, bugünkü Suriye yönetiminin, ülkemize karşı, bir yandan uluslararası hukukla ve iyi komşuluğun en temel icaplarıyla bağdaşmayan bir politikayı ısrarla izlemesinden, öte yandan da bunu inkâr etmesinden kaynaklanmaktadır.
Bu bağlamda, Türkiye'nin Arap ülkelerinden beklentisinin, meseleye gerçekçi bir şekilde yaklaşmaları ve Suriye'yi terörizme verdiği destekten vazgeçmeye ikna etmeleri olduğunu vurgulamak istiyorum. Arap ülkelerinin Arap dayanışması adına Suriye'ye verecekleri desteğin, teröre destek olgusuna bir onay niteliği taşımaması gerekir.”[77]
Türkiye’nin zorlayıcı diplomasi stratejisini uygulamaya başlaması ile beraber sürece müdahil olan bir başka aktör ABD olmuştur. ABD, Türkiye'nin Suriye’yi hedef olarak gösteren sert açıklamalarından hemen sonra her iki ülke yöneticilerine gönderdiği mektuplarla sürece dahil olmuş ve krizin savaşa varmadan çözümlenebilmesinde bir rol üstlenmiştir. Türkiye ABD faktöründen hem isteminin meşru bir zemine oturduğunu göstermek aşamasında hem de kararlılığının Suriye yönetimine yansıtılmasında yararlanmıştır. Suriye’nin ABD’nin hazırlamış olduğu teröre destek veren ülkeler listesinde yer almış olmasını da kullanarak Suriye’nin ayrılıkçı teröre verdiği desteği ortadan kaldırmayı amaçladığını açıklamış ve bu açıdan Türkiye ile ABD’nin ortak kaygılarının bulunduğuna işaret etmiştir. ABD Başkanı Clinton’ın Suriye Devlet Başkanı Esad’a göndermiş olduğu mektupta dile getirdiği görüşler Türkiye’nin uygulamış olduğu zorlayıcı diplomasi stratejisinin inandırıcılık ve kararlılığını arttıran bir işlev görmüştür. ABD Başkanı Clinton’ın gönderdiği mektupta aşağıdaki ifadelere yer verilmiştir;
“Geçtiğimiz beş yıl içinde sizden sık sık Suriye’nin PKK ve onun liderliğine verdiği desteğe son vermek için adımlar atmanızda ısrar ettim. Bildiğinizi gibi, biz PKK’yı terörist bir örgüt sayıyoruz. Hükümetiniz; PKK’ya desteğin son bulması, barınaklar sağlamaya son vermesi, Suriye ve Bekaa Vadisini eğitimi için kullanmasına son vermesi ve hepsinden önemlisi PKK lideri Öcalan’ı korumayı durdurması için derhal net adımlar atmalıdır.
Türk Hükümeti bize Suriye’nin PKK’ya desteğinin son bulduğunu görmeye kararlı olduğunu bildirmiştir.”[79] diyerek kuvvet kullanma tehdidinde bulunmuştur.
Suriye üzerinde yaratılmak istenen baskı Türkiye’nin amaç ve istemleri ile ölçülüdür. Dolayısıyla Türkiye Suriye’ye diplomatik yollardan iletmiş olduğu istemlerinin dışında bir şey istememiştir. Suriye’nin Türkiye’nin istemini karşılaması durumunda yeni istemlerle karşılamayacağı müzakereleri yürüten karar alıcılar tarafından çeşitli defalar dile getirilmiştir. Nitekim Adana Protokolü’nün imzalanması ve isteme uygun davranışların Suriye tarafından yerine getirilmesi ve bunların da izlenmesinin ardından Türkiye ile Suriye arasındaki ikili ilişkilerde gözle görülür bir iyileşme yaşanmıştır.
Bu iyileşme süreci Hafız Esad’ın vefatından sonra da sürdürülmüş, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Hafız Esad’ın cenaze törenine bizzat katılarak Türkiye’nin Suriye’ye ve bu ülkedeki istikrara vermiş olduğu önemi göstermiştir.
Zorlayıcı diplomasi stratejisi açısından Türkiye isteminin karşılanması için uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru savunma hakkını kullanacağını açıklayarak ölçülü bir tırmanma korkusu yaratmıştır. Suriye’nin bu dönemde sahip olduğu güç kapasitesinin de Türkiye’nin kararlılığı karşısında direnme veya kararlılığını sınama olanağı vermediği yapılan gözlemler sonucunda anlaşılmıştır. Türkiye’nin Suriye’ye yönelik aşırı istemler ve gerçekleştirilmesi güç askerî stratejiler oluşturması baştan beri Türkiye’nin duyarlı olduğu haklılık ve meşruiyet bakımından sakıncalı sonuçlar doğurabilecek niteliktedir. Bu nedenle Suriye üzerinde uygulanan zımni ültimatom ve aşamalı baskı stratejileri Türkiye karşısında bir tepki blokunun oluşmasını engellediği gibi Suriye’ye destek verebilecek ülkeler bile krizin çözümü için Suriye’nin sürdürmekte olduğu siyasadan vazgeçmesi gerektiğinde hemfikir olmuşlardır. Mısır ve İran’ın Türkiye’nin görüşlerini ve kararlılığını Suriye’ye iletmeleri açısından üstlenmiş oldukları rol yapıcı bir etki yaratmıştır.
Türkiye Suriye üzerinde uygulamış olduğu zorlayıcı diplomaside kuvvet kullanma tehdidinden yararlanmış olmakla beraber diplomatik süreci açık bırakmış ve asıl amacının savaş çıkarmak olmadığını vurgulamıştır. Bununla birlikte kesin bir sonuca varılmasını güçleştirecek seçenekleri de dışlamıştır. TBMM’de bir konuşma yapan Başbakan Yılmaz, “Suriye Türkiye'ye karşı dolaylı savaş sürdürmektedir. BM Anlaşması'nın 51. maddesi uyarınca Türkiye'nin meşru müdafaa hakkı bulunmaktadır. Türkiye savaş çıkarmak için çalışmıyor. Ama, Türkiye'nin hayati menfaatleri için gerekli önlemleri almakta ve gerektiğinde de yüce Meclis'in iznine başvurmakta kararlıyız.
Diplomatik tüm yollar şimdiye kadar denenmiştir. Ancak, gündemin Suriye'nin teröre verdiği desteğe son vermesiyle sınırlı olması ve sulandırılmaması şartıyla diplomatik yolları”[81]demiştir.
Dolayısıyla, Türkiye Suriye’nin o zamana değin izlemiş olduğu siyasanın inandırıcılığını kaybettiğini belirterek iki ülke arasında barış ve istikrara dayalı bir ilişkinin kurulabilmesi ve işbirliğinin geliştirilebilmesi için her şeyden önce varılan mutabakatlara samimiyetle uygulayacağının garanti edilmesini şart koşmuştur. Bu noktada Suriye açısından yaşamsal çıkarlarını etkilemeyen bir konu olarak ayrılıkçı terör hareketine sağlamış olduğu her türlü desteği sona erdirmesi çok da zor olmamıştır. Her ne kadar yıllardır dile getirmiş olduğu Öcalan Suriye’de değil söylemi çökmüş olsa da Adana Protokolü’nün imzalanması sırasından önce Öcalan’ın ülke dışına çıkartılmış olması Suriye’nin saygınlığını bir ölçüde koruyabilmesini sağlamıştır. Türkiye açısından asıl önemli nokta ise varılan mutabakatın fiili olarak uygulanmasını takip edecek bir kontrol mekanizmasının kurulmasının Suriye tarafından kabul edilmesidir.
Özet Tablo 6: 1998 Suriye Krizi | |
Zorlayıcı Aktör | Türkiye |
Hedef Aktör | Suriye |
Olay |
Suriye, ülkesinde PKK’ye destek vermekte ve barındırmaktadır. Suriye ise bu iddiaları reddetmektedir. Süreç içerisinde yapılan çok sayıda düzenlemeye rağmen etkili sonuç almak mümkün olmamıştır. Türkiye Suriye’den sonuç getirecek önlemler almasını ve PKK’ye desteğini kesmesini istemiştir. Askeri yetkililerin sert açıklamalar yaparak gerginliği tırmandırması. |
Amaç / Hedef |
Suriye’nin PKK’ya desteğini sona erdirmek, lider kadrosunun Suriye dışına çıkmasını sağlamak, etkin denetim mekanizması oluşturmak. |
Yöntem |
Tür: “Zorlayıcı diplomasi” açısından Türkiye’nin uyguladığı yöntem zımni ültimatom, baskıyı aşamalı artırma. İstem: PKK’ya desteğin kesilmesi ve Suriye dışına çıkarılması İvedilik: Zaman sınırı koymaksızın söylemde zamanın bittiği izleniminin verilmesi. İstemin tercih edilebilirliği: Aksi takdirde savaşın çıkması çok büyük bir olasılıktır. |
Eylem |
MGK’da Suriye’ye karşı sert önlemlerin alınmasını içeren bir eylem planının hazırlanması kararının alınması. (Temmuz 1998) K.K.K. Org. Atilla Ateş’in Reyhanlı konuşması. (16. 9. 1998) Suriye sınırında askeri kuvvetlerin takviye edilmesi ve askeri müdahale hazırlıklarının hızlandırılması. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in TBMM’nin açılışında yaptığı konuşma. (1. 10. 1998) Türkiye’nin Suriye sınıra askerî yığınak yapması ve Mübarek’in arabuluculuk teklifinin reddi ve Türkiye’nin kararlılığının bildirilmesi/uyarılması. |
Zorlayıcı Diplomasi Stratejisi | ||||
Türkiye’nin İstemi | Açık |
Terör örgütlerine vermiş olduğun yardım ve desteği sona erdir. |
||
İsteme uyma aciliyeti/zorunluluğu | Yüksek |
İstemler müzakere edilebilir değil. |
||
İstemi yerine getirmemenin bedeli | Yüksek |
Aksi takdirde bir kuvvet kullanma olasılığı çok yüksek. Suriye için PKK’ye verilen destek ülkenin yaşamsal çıkarlarını değil taktik amaçlarını ilgilendirmekte; kolaylıkla vazgeçilebilir. |
||
İstemin kabul edilmesini kolaylaştıracak öneri | Açık | Kendi inisiyatifinle PKK liderini Suriye’den çıkar ve verilen desteği sona erdir. Türkiye’nin dostluğunu kazan. | ||
Sonuç |
Suriye’nin PKK desteğine son verme ve örgütün lider kadrosunu ülke dışına çıkartması. Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması ve Kenya’da yakalanması. Suriye’nin Mutabakatın uygulanmasına yönelik tutumunun gözetimi için mekanizma kurulması. |
|||
İstemin Başarısını Etkileyen Faktörler | ||||
Amacın açıklığı | P | |||
Motivasyonun güçlülüğü | P | |||
Motivasyonun asimetrisi | - | |||
Aciliyet/Zorunluluk duygusu | P | |||
Güçlü liderlik | P | |||
İç (ulusal) destek | P | |||
Uluslararası destek | P | |||
Rakibin kabul edilemez tırmanma korkusu | P | |||
Krizin çözümünün kesin koşullarına ilişkin açıklık | P | |||
[2] PKK hakkında ayrıntılı bir inceleme için bkz.; Yalçın Yelence, İnfazsız Yargı, İstanbul: Otopsi Yay., 2005.
[4] Ayın Tarihi, 29 Mart 1983, http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/AyinTarihi/1983/mart1983.htm
[6] Ziyaret sırasında imzalanan güvenlik protokolü ile taraflar kendi toprakları üzerinde karşı tarafa yönelik terörist faaliyetlere izin vermeyeceklerini ve silahlı eylemlere katılmış kişileri iade edeceklerini kabul etmiştir. Ekonomik işbirliğine ilişkin protokolle Türkiye, Atatürk Barajı’nın rezervuarının doldurulması sırasında ve Fırat sularının üç ülke arasında nihai tahsisine kadar Türkiye-Suriye sınırından yıllık ortalama 500m3/sn’den fazla su bırakmayı taahhüt etmiş. Aylık akışın 500m3’ün altına düştüğü durumlarda farkın gelecek ay kapatılması kararlaştırılmıştır. Bu protokollerle birlikte Türkiye-Suriye ilişkilerinde su ve terör konusu birbirleriyle ilişkilendirildiği için eleştirilere neden olmuştur. Ayrıntılar için bkz.; Fırat ve Kürkçüoğlu, “Orta Doğu’yla İlişkiler…,” Cilt II, s. 137.
[8] Bu ziyaret sırasında İsmet Sezgin, “…Suriye’nin PKK’ya destek verdiğini gösteren kanıtları meslektaşına sundu. Öcalan’ın Şam’da yaşadığına ve Suriye gizli servisi tarafından korunduğuna ilişkin belgeleri, PKK’lıların üzerinden çıkan sahte kimlikleri, Suriye’nin SAM-7 füzeleriyle koruduğu Beka vadisindeki PKK kamp ve eğitim merkezlerinin yerine dair bilgileri, PKK’larla birlikte ölü bulunan Suriyelilerin resimlerini yakalanan 25 Suriyelinin ifadelerini Şam’da yetkililere veren Sezgin sınırdan sızmaları ve terörist eylemleri önlemek için Suriye’nin imzalamış olduğu uluslararası antlaşmalarla üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmesini talep etti.” Fırat ve Kürkçüoğlu, “Orta Doğu’yla İlişkiler…”, Cilt II, s. 556.
[10] Ayın Tarihi, 03 Ağustos 1992, http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/AyinTarihi/1992/agustos1992.htm
[12] Fırat ve Kürkçüoğlu, “Orta Doğu’yla İlişkiler…”, Cilt II, s. 558.
[14] Yetkin’in belirttiğine göre 23 Ocak 1996’da Suriye’ye vermiş olduğu bu notadan önce Türkiye Öcalan’ı Suriye’den resmi olarak istememiştir. Söz konusu nota bu bakımdan bir ilktir. Bu konuda bkz.; Yetkin, Kürt Kapanı…, s. 38.
[16] Bkz.; “Suriye'ye Sert Uyarı”, Hürriyet, 24 Temmuz 1998, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1998/07/24/57188.asp [20.02.2008].
[18] Bu konuda bkz.; Mahmut Bali Aykan, “The Türkish-Syrian Crisis of October 1998: A Turkish View”, Middle East Policy, Vol IV, No. 4, June 1999, pp. 174- 191; Meliha Benli Altunışık-Özlem Tür, “From Distant Neighbors to Partners? Changing Syrian–Turkish Relations”, Security Dialogue, Vol. 37, No. 2, June 2006, pp. 229-248.
[20] Yetkin, Kürt Kapanı…, s. 205.
[22] Önder Yılmaz “Hatay'ın Kurtuluşunda Suriye'ye Eleştiri”, Milliyet, 24 Temmuz 1998, http://www.milliyet.com.tr/1998/07/24/index.html [20.02.2008].
[24] Yetkin, Kürt Kapanı…, ss. 203-204. Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu Temmuz 1998’de yapılan MGK toplantısı sırasında Kara Kuvvetleri Komutanı’dır.
[26] “Suriye'ye Sabrımız Kalmadı”, Hürriyet, 17 Eylül 1998, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1998/09/17/67031.asp
[28] Ayın Tarihi, 13 Ekim 1998, http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/AyinTarihi/1998/ekim1998.htm
[30] Konuşma metni için bkz.; “Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem 4. Yasama Yılı, 3. Birleşim 07/Ekim/1998 Çarşamba”, http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_b_sd.birlesim_baslangic?P4=332&P5=B&PAGE1=1&PAGE2=45
[32] 1 Ekim 1998 tarihli Milliyet ve Radikal gazetelerinde yer alan “Suriye’ye Uyarı: Ayağını Denk Al” ve “MGK: Çete Yasası Çıksın”, başlıklı haberlerde 30 Eylül 1998 tarihinde toplanan Milli Güvenlik Kurulu’nda Suriye’ye son bir kez diplomatik uyarıda bulunulmasının, Suriye’nin tutumunu değiştirmemesi halinde ise “gerekenin yapılmasının” kararlaştırıldığı yer almaktadır. Bu haberlerin doğru olması durumunda MGK’da alınan bir karar doğrultusunda zorlayıcı diplomasi stratejisinin işletildiği söylenebilir. MGK’da alın[may]an bir kararın resmi açıklamada yer almamasına karşın basında yer alması ilginçtir. Üstelik gazetenin yayınlandığı gün Cumhurbaşkanı Demirel’in TBMM’nin açılışındaki konuşması daha henüz yapılmamıştır. Bu durumda ya MGK toplantısında alınan kararlar konusunda bir sız[dır]ma vardır ya da gazetecilerin büyük bir risk alarak, Cumhurbaşkanı Demirel’in TBMM’de yapacağı konuşmayı önceden elde ederek ve MGK kararı eksenine oturtarak haberleştirmesi söz konusudur. Söz konusu haberler aşağıdaki gibidir;
“Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin Suriye konusunda yaptıkları sunuşun ardından Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Mesut Yılmaz ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş'in Şam'a yönelik uyarıları doğrultusunda, Suriye'ye ‘ayağını denk al’ mesajı verilmesi benimsendi.
Türkiye'nin iyi niyetini sürekli istismar eden Şam yönetiminin, bölücü terör örgütüne sürekli destek verdiği ve PKK liderinin halen Şam'da barındığı vurgulanan toplantıda, ‘Suriye bir taraftan bu yardımı reddederken, diğer yandan gizli düşmanlığı sürdürmektedir. Türkiye'nin dostluk elini sürekli geri çevirmektedir. Bu politika sürdükçe, Suriye'ye anlayacağı dilden konuşmak gerekecektir’ görüşü dile getirildi.
MGK, Suriye'nin diplomatik yolla son bir kez daha uyarılmasını, bildik tutumunu devam ettirmesi durumunda da ‘gereken yanıtın verilmesini’ benimserken, Türkiye'nin ‘mukabele’ hakkının saklı olduğu vurgulandı.” Yusuf Özkan,“Suriye’ye Uyarı: Ayağını Denk Al”, Milliyet, 1 Ekim 1998, http://www.milliyet.com.tr/1998/10/01/index.html
“Toplantıda, Cumhurbaşkanı Demirel ve Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş'in, Suriye'nin PKK'ya verdiği destekle ilgili çıkışları sonrasında Şam'a 'ayağını denk al' uyarısı yapılması kararlaştırıldı. Buna göre, diplomatik kanallardan Suriye'ye 'gizli düşmanlık politikandan vazgeç, sabrımız taştı’ mesajı verilecek. Toplantıda, Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan sunuşta şu değerlendirmeye yer verildi:
Türkiye'nin iyi komşuluk ilişkilerini geliştirme çerçevesinde attığı bütün adımlar, bütün açılımlar sonuçsuz bırakılmıştır. Dışişleri Bakanı Doha'da Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şara ile görüşmüş, Suriye Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Adnan Omran'a Ankara'da olumlu mesajlar verilmiş, diyalog istendiği vurgulanmıştır. Ancak, Suriye bu açılımlara cevap vermek yerine gizli düşmanlık politikasını geliştirmeyi seçmiştir. Bu politika sürdükçe Suriye'nin anlayacağı dilden konuşmak gerekmektedir. Türkiye, BM yasalarının sağladığı 'meşru müdafaa zemininde' mukabele hakkını saklı tutmalıdır.
İstihbarat raporları, Suriye'nin PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Şam'da yaşamasına göz yummakla yetinmeyip, örgüte açık destek verdiğini de ortaya koymaktadır. Ancak bunları Şam yönetimine sorduğumuzda, 'Biz iddialarınızı doğrulayacak, Öcalan'ın Suriye'de yaşadığına dair hiçbir veri yoktur' yanıtını veriyor. Avrupalı, Yunan ve Ermeni parlamenterler Şam'da örgüt başıyla görüşüp, ardından da 'Öcalan'la Şam'da görüştüm' açıklaması yaparken Suriye'nin inkâr politikasını sürdürmesi devlet geleneğine yakışmamaktadır. Suriye'ye hasmane tutumuna son vermesi gereği sert bir yöntemle anlatılmalıdır.
MGK toplantısında ayrıca İtalya'nın sözde Kürt Parlamentosu'na İtalya Parlamentosu'nda toplanma izni vermesi de değerlendirildi. İtalya'ya uyarı yapıldığı, ayrıca diplomatik yollardan gerekli mesajların verilmesi kararlaştırılan toplantıda, 'İtalya'nın bu tutumundan geri adım atmaması halinde başta savunma sanayi ihaleleri olmak üzere bir dizi ekonomik yaptırım uygulanması' konusunda görüş birliğine varıldı.”
Evren Değer ve Murat Gürgen, “MGK: Çete Yasası Çıksın”, Radikal, 1 Ekim 1998, http://www.radikal.com.tr/1998/10/01/politika/mgk.html [20.02.2008].
[34] Yetkin, Kürt Kapanı…, ss. 62-63. Ayrıca bkz.; Rıdvan Akar ve Can Dündar, Ecevit ve Gizli Arşivi, Ankara: İmge Yayınları, 2008, ss. 406-432.
[36] Akar ve Dündar, Ecevit ve Gizli Arşivi…, ss. 425-426. (Vurgular bize ait, F.A.)
[38] Bilâ, Komutanlar Cephesi…, s. 275.
[40] Akar ve Dündar, Ecevit ve Gizli Arşivi…, s. 426.
[42] Cem’in ifadesiyle, “…Mübarek, Türkiye’nin söylemini yumuşatmasını istiyordu, o da meselenin Türkiye'nin istediği gibi çözülmesi için çalışacaktı. Ancak bizim tutumumuz çok kesindi. ‘Suriye’ye de hareket imkanı bırakalım’ gibi düşünceleri çoktan aşmış durumdaydık. Bir-iki kez gitti geldi Sayın Mübarek… Nihayet, terörbaşının, yıllardır rahatça barındığı Suriye’nin başkenti Şam’dan çıkarılmış olduğu haberi bize ulaştı.” Dündar (Y.Haz.), Ben Böyle Veda Etmeliyim:…, s. 227.
[44] Bununla birlikte, döneme ilişkin bazı haber ve incelemelerde Türkiye’nin istemlerinin yerine getirilmesi için Suriye’ye bir ültimatom vererek 45 günlük bir süre tanıdığı bilgisi yer almaktadır. Ancak bu bilgi bizim yararlandığımız kaynaklarda doğrulanmamaktadır.
“Şam'a 45 Gün Süre”, Hürriyet, 8 Ekim 1998, http://dosyalar.hurriyet.com.tr/hur/turk/98/10/08/dunya/01dun.htm [20.02.2008]
Nikolas Strüchler, The Threat of Force in International Law, Cambridge: Cambridge University Press, 2007, p. 308.
[46] Örneğin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu medyada yer alan haberlerin algı açısından Suriye’de isteme uyma zorunluluğu yaratmış olduğuna işaret etmektedir. Bu noktada medyada yer alan haber ve yorumlar Suriye üzerinde bir psikolojik harekât etkisi yaratmakla birlikte ulusal kamuoyunda da aşırı beklentilere yol açabilme riski de taşımıştır. Kıvrıkoğlu’na göre; “medyanın geliştirdiği savaş senaryoları, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin birkaç gün içinde Suriye’ye karşı bir askerî harekatın yapılacağına işaret ediyordu. Oysa Silahlı Kuvvetler intikal ve lojistik yönden hazırlıklarını tamamlayabilmek için zamana ihtiyacı vardı.” Yetkin, Kürt Kapanı…, s. 204. 9 Ekim 1998 tarihinde yapılan Dış Politik Gelişmeler Toplantısı’nda Başbakan Mesut Yılmaz da bu konuya işaret etmektedir. Ayrıntılar için bkz.; Akar ve Dündar, Ecevit ve Gizli Arşivi…, s. 417.
[48] Yetkin, Kürt Kapanı…, s. 81.
[50] Bu konuda bkz.; Tuncay Özkan, Operasyon, İstanbul: Doğan Kitapçılık, 2000, s. 69. Öcalan bu durumu şu şekilde anlatmaktadır; “Türkiye’nin baskısı üzerine Suriye hükûmeti bana ‘Ya Türkiye ile aramızda savaş çıkar veya biz seni yakalar Türkiye’ye teslim ederiz, tercih yapmak zorundasın’ dedi. Bu tebliği bana Ağa kod adlı Mervan Zerki yaptı. Biz de Yunanistan formülünü tercih ettik.”
[52] Şükrü Elekdağ, “2 ½ War Strategy”, Perceptions, Vol. 1, March-May 1996, s. 7. http://www.sam.gov.tr/perceptions/Volume1/March-May1996/212WARSTRATEGY.pdf;
[54] Bu konudaki değerlendirmeler için bkz.; Yetkin, Kürt Kapanı…, ss. 40-43; Fikret Bilâ, Hangi PKK?, Ankara: Ümit yayıncılık, 2004, s. 75; Bilâ, Komutanlar Cephesi…, ss. 199-200.
[56] Toluner, “Hukuksal Alanda …”, s. 490.
[58] Yetkin, Kürt Kapanı…, s. 107.
Bunalım sırasında Yunanistan’ın da gelişmelerden tedirgin olduğu ve Suriye’den sonra sıranın Yunanistan’a geleceğine ilişkin haberler basında yer almıştır. Bu konuda bkz.; Murat İlem, “Şam Suskun, Atina Tedirgin”, Cumhuriyet, 10 Ekim 1998, s. 15. http://arama.yore.com.tr:8081/cgi-bin/sayfa.cgi?w+30+/cumhuriyet/9810/10/t/c1503.html [20.02.2008].
[60] Cem, Türkiye Avrupa Avrasya…, s. 149. Cem bir başka vesile ile şunları söylemektedir; “…Suriye ile 1998 sonunda neredeyse savaşmak üzereydik. Terör altyapısını yok etmezlerse ‘… Türkiye’nin her yolu, yöntemi kullanarak Suriye’yi zorlayacağını’ açıklamazdan önce, Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve Genel Kurmayın kesin yaklaşımını aldım, öyle konuştum. Dış siyasette sözünüzün güvenirliği, caydırıcılığı yoksa, söylenenler boşlukta kalmaya mahkumdur.” Cem, Türkiye Avrupa Avrasya…, ss. 206-207.
[62] Bilâ, Komutanlar Cephesi…, ss. 199-200.
[64] Bkz.; “Orgeneral Kılıç, Sorunun Kriz Yönetimiyle Çözümü İçin Çaba Gösterildiğini Belirtti: Savaş İstemiyoruz”, Cumhuriyet, 6 Ekim 1998, s. 1-17. http://arama.yore.com.tr:8081/cgi-bin/sayfa.cgi?w+30+/cumhuriyet/9810/06/t/c17.html
[66] Suriye bunalımı sırasında Cumhurbaşkanı Demirel’in süreçte önplana çıkması, Başbakan Yılmaz’ın ise arka planda kalması eleştirilere neden olmuştur. Bu çerçevede siyasilerin söylemlerindeki “aşırı”lıklara karşın askerlerin “temkinli” bir dil kullanmalarına işaret edilmiştir. Bir yorum için bkz.; Cüneyt Arcayürek, “Çok Bilinmeyenli Denklem”, Cumhuriyet, 6 Ekim 1998, s. 1-17.
http://arama.yore.com.tr:8081/cgi-bin/sayfa.cgi?w+30+/cumhuriyet/9810/06/t/c1708.html
[68] “Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem 4. Yasama Yılı, 3. Birleşim 07/Ekim /1998 Çarşamba,” http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tutanak_b_sd.birlesim_baslangic?P4=332&P5=B&PAGE1=1&PAGE2=45
[70] “Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem 4. Yasama Yılı, 3. Birleşim 07/Ekim /1998 Çarşamba”…,
[72] “Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimlerinin yenilenmesine ve seçimlerin, mahalli idareler genel seçimleri ile birlikte 18 Nisan 1999 Pazar günü yapılmasına, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun 30.7.1998 tarihli 131 inci Birleşiminde (11) ret oyuna karşı (486) kabul oyuyla karar verilmiştir.”
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Seçimlerinin Yenilenmesine Dair [Karar, 590 / 30 Temmuz 1998]”, http://www.tbmm.gov.tr/tbmm_kararlari/karar590.html
[74] “Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem 4. Yasama Yılı, 3. Birleşim 07/Ekim /1998 Çarşamba”…,
[76] Konuşma metni için bkz.; “Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem 4. Yasama Yılı, 3. Birleşim 07/Ekim /1998 Çarşamba”…,
[78] ABD Başkanı Clinton’un Türkiye ve Suriye Cumhurbaşkanlarına göndermiş olduğu mektuplar için bkz.; Yetkin, Kürt Kapanı…, ss. 66-67.
[80] “Diplomasi Kapısı Açık”, Cumhuriyet, 8 Ekim 1998, ss. 1-15.
http://arama.yore.com.tr:8081/cgi-bin/sayfa.cgi?w+30+/cumhuriyet/9810/08/t/c0109.html
[81] Emine Kaplan, Akın Bodur, Mehmet Ali Solak, “Son Barışçı Yolu Deniyoruz”, Cumhuriyet, 20 Ekim 1998, s. 8.
http://arama.yore.com.tr:8081/cgi-bin/sayfa.cgi?w+30+/cumhuriyet/9810/20/t/c0811.html