2010 Mavi Marmara Krizi
ÖZET
İstanbul Merkezli bir sivil toplum kuruluşu olan İHH(İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı) ile Gazze Şeridi’ne içerisinde 10 bin tonluk yardım malzemesi taşınması girişimi, filoya 31 Mayıs 2010’da İsrail tarafından askeri operasyon düzenlenmesi ve yaşanan ölçüsüz şiddet sonucunda Türkiye ve İsrail arasında bir dış politika krizi ortaya çıkmıştır. Bu durum Türk dış politikası açısından devlet dışı bir aktörün inisiyatifi ile gerçekleştirilen bir girişimin iki taraflı bir dış politika krizine dönüşmesinin özgün örneklerinden biridir. Kriz Türk karar alıcıların yardım girişimini sahiplenmeleri ile devletler boyutuna taşınmıştır. Mavi Marmara Krizi, doksanlı yıllarda geliştirilen askeri, siyasi ve diplomatik yakınlaşmaya geri dönülemez biçimde son vermiştir. Ayrıca krizin iki ülke arasındaki etkisi halen devam etmekte olup; taraflar halen kriz öncesi evreye geri dönememiştir.
MAVİ MARMARA KRİZİ
Yardım hareketinin bir krize dönebileceği izlenimini veren ilk emareler 3 Nisan 2010’da İHH’nın Gazze’ye insani yardım ile birlikte içerisinde parlamenterler, aktivistler ve gazetecilerin olacağı filonun kamuoyuna ilan edilmesi ile başlamıştır. Bu süreçte İsrail Dışişleri Bakanlığı Avrupa İşleri Direktörü Naor Gilon’un Türkiye, Yunanistan, İrlanda ve İsveç elçileri ile ayrı ayrı görüştüğü “kıyı sınırına ulaşmadan aktivistlerin durdurulacağı” uyarısında bulunduğu İsrail basınına yansımış; aynı dönemde Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun beklenen yardım konvoyu ile ilgili olarak “İsrail hükümeti ile temasa geçeceği, bu süreçte tansiyonu yükseltmekten ziyade sakin davranmak gerektiği ve yeni gerilimlerin istenmediği bundan dolayı İsrail’in de bu sivil insiyatife karşı sağduyulu davranacağına inandığı” yönündeki açıklamalar İsrail basınında yer almıştır. BM İnsan Hakları Komisyonu’nun Mavi Marmara olayını anlatan raporda, İsrail Genelkurmay Başkanlığı’nın ve karar alıcılarının ambargoyu kırmak amacıyla yardım filosunun planlandığını ve Gazze’ye hareket edeceğini Şubat ayının başlarında öğrendikleri belirtilmektedir. Bu dönemde İsrailli yetkililerin temel amacı, “planın gerçekleştirilmeden önüne geçilmesi” olmuştur. 12 Mayıs 2010’a kadar filoyu kalkmadan durdurmayı deneyen İsrail Genelkurmayı 13 Mayıs tarihi itibariyle askeri operasyon yapılmasına ilişkin görev kararı almıştır. 26 Mayıs 2010 tarihinde İsrail Savunma Bakanı operasyon yetkisini resmi olarak onaylamıştır. 28 Mayıs’ta İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Yigal Palmor; “gemilerin İsrail karasularına girmesi halinde İsrailli denizcilerin müdahale edeceğini, gemilerin Aşdod Limanı’na çekileceğini ve eylemcilerin sınır dışı edileceğini” açıklamıştır. Aynı dönem İsrail basınında İsrail kabinesinin aktivistlere karşı “gerekirse güç kullanmaya izin verdiği ve İsrail ordu ve donanmasının gemilerin Gazze’ye ulaşmasını engelleyeceği” yönünde haberler çıkmıştır. 28 Mayıs’ta İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Yigal Palmor; “gemilerin İsrail karasularına girmesi halinde İsrailli denizcilerin müdahale edeceğini, gemilerin Aşdod Limanı çekileceğini ve eylemcilerin sınır dışı edileceğini” ilan etmiştir. Yardım filosuna ilişkin olarak 3 Nisan 2010’da bir sivil toplum örgütü olan İHH arasında başlayan uyuşmazlığın 28 Mayıs 2010’da Yigal Palmor’un açıklaması ile çatışma evresine geçtiğini söylemek mümkündür.
Krize özgü uyuşmazlığın çatışma durumuna tırmanmasına neden olan olay; yapılan tüm uyarılara rağmen aktivistlerin 27 Mayıs 2010’da İstanbul’dan hareket etmeleri ve daha sonra 30 Mayıs’ta diğer ülkelerden gelen gemilerle Kıbrıs’ın 40 deniz mili açığında buluşmalarıdır. Bu buluşma, İsrailli yetkililer tarafından kararlılık gösterisi olarak algılanmıştır. Operasyonun gerçekleştiği esnada gemide yaklaşık 700 kişinin bulunduğu bilinmektedir.[1] Turkel Komisyonu’nun araştırma raporuna göre, olay meydana geldiği esnada filo içerisindeki en büyük gemi olan Mavi Marmara’da yaklaşık olarak 29 mürettebat ve 561 yolcu bulunmaktaydı.[2] Toplamda 8 gemiden oluşan -fakat gemilerden ikisinin arızalanması nedeniyle 6 gemi ile sürdürülen- 10 bin tonluk yardım malzemesi taşıyan filoya 31 Mayıs 2010 sabahı saat 04.30 sıralarında İsrail Savunma Kuvvetleri(IDF) tarafından askeri operasyon yapıldığında; filonun rotası açık denizden kıyıya paralel olarak 70-80 deniz milidir. Ayrıca filo, hali hazırda seyrüsefer serbestisinin esas olduğu, açık denizde hareket halindeydi. Filoya askeri operasyon düzenlendiği bölge esas itibariyle İsrail’in ilan ettiği blokaj sahasının ise 64 deniz mili uzaklığındaydı.
Bu operasyon esnasında gemide bulunan 9 aktivist ölmüş[3]; yaklaşık 50 aktivist ise yaralanmıştır. İsrail kuvvetlerinin operasyonu saat 05.17’de sona ermiştir. Operasyon sonrası, gemide bulunan bütün aktivistler kabin bölgesinden güverteye alınarak teker teker aranmış[4]; Mavi Marmara’nın kaptanı ve mürettebatı dâhil olmak üzere gemide bulunan herkes kelepçelenmiştir. Aktivistlerin büyük bir kısmı geminin değişik bölümlerinde- Aşdot Limanı’na kadar devam eden 12 saatlik yolculuk boyunca- diz çöker pozisyonda bekletilmiştir. Kriz, IDF tarafından gemilere el konulması, aktivistlerin gözaltına alınmaları, sorgulanmaları, özgürlüklerinin engellenmesi ve gemilerin güç kullanılarak Aşdot Limanı’na götürülmesi ile birlikte iyice tırmanmıştır.
Mavi Marmara krizinin yumuşama belirtilerini göstermeye başlaması 01 Haziran 2010’da İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun “İsrail’in elinde tuttuğu aktivistleri serbest bırakacağını” açıklamasıyla başlamıştır. Ancak tam olarak yumuşama evresinin filoda bulunan tüm aktivistlerin Türkiye’ye getirilmesiyle gerçekleştiğini ifade etmek mümkündür. İsrail, 325 aktivisti ülkelerine geri göndermek üzere 02 Haziran sabahı havalimanına intikal ettirmiş; aynı zamanda İsrail ile diplomatik ilişkisi bulunmayan 12 Müslüman ülkelerden aktivistlerin ise Ürdün üzerinden karayolu ile ülkelerine dönmelerini sağlamıştır. Filoda bulunan aktivistlerin büyük kısmı, 03 Haziran 2010’da THY uçaklarıyla -filodaki aktivistler 9 cenaze, aktivistlere yardım etmeye giden 4 Türk milletvekili ile birlikte 466 yolcu- Türkiye’ye getirilmiştir. Aktivistler, havaalanında Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç tarafından karşılanmıştır. Mavi Marmara Krizi, aktivistlerin Türkiye’ye getirilmesiyle birlikte krizin zirve yaptığı dönem sona ermiş ve yumuşama evresi başlamıştır.
Kriz Yönetimi
Türkiye, Mavi Marmara krizinin meydana geldiği 31 Mayıs 2010’da, AK Parti’nin kurmuş olduğu çoğunluk hükümetiyle yönetilmektedir. Ülke genelinde kurumsal bir karar alma birimi olarak Bakanlar Kurulu mevcut olsa da kurulun yapısı gereği kararlar oy birliği ya da oy çokluğundan ziyade ilgili birimlerin fikirleri alınarak başbakanın onayı ile oluşturulmaktadır. Türkiye’de karar alma birimi 1-4 kişiden oluşmaktadır. Bu nedenle kriz yönetim sürecinde alınan kararların “küçük grup” kararı olduğunu ifade etmek mümkündür. Kriz yönetim sürecinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu öne çıksa da son kararın Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından alındığı anlaşılmaktadır.
Mavi Marmara krizinin karşı tarafı İsrail’de ise, krizin meydana geldiği dönemde Başbakan Benyamin Netanyahu önderliğinde bir koalisyon hükümeti yönetimdedir. İsrail’de de karar alma biriminin büyüklüğü 1-4 kişiden oluşmaktadır. İsrail’de 32. Hükümet döneminde koalisyonu oluşturan 7 partinin – Bu dönemde İsrail hükümeti Likud, Kadima, İşçi Partisi, Evimiz İsrail, Habayit Hayehudi, Tevrat’ın Seferad Bekçileri ve Haatzma`ut [5] partisinden oluşmaktadır- ve başkanlarının karar alma sürecinde önemli bakanlıkları paylaşmışlardır. Ancak kriz döneminde dış politika anlamında karar alım sürecinde öne çıkan savunma, dış ilişkiler, istihbarat ve uluslararası ilişkiler gibi bakanlıklar 4 aktör tarafından paylaşılmıştır. Bu noktada Savunma Bakanı Moşe Yaloon, Dış İlişkiler Bakanı Benyamin Netanyahu* Uluslararası İlişkiler ve İstihbarat Bakanı Yuval Steinitz’den oluşmaktadır. İsrail’de krize giden süreçte ülkenin sahip olduğu siyasi kültürün bir sonucu olarak askeri bürokrasinin etkinliği son derece belirgindir. Bu bağlamda, krizi ortaya çıkaran kararın alınmasında, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin ön planda olduğu görülmektedir. Zira, yukarıda belirttiğimiz üzere, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) filoya operasyon düzenlenmesi hakkındaki kararı 13 Mayıs 2010’da almış ve bu karar 26 Mayıs 2010’da İsrail Savunma Bakanlığı tarafından onaylanmıştır. İsrail’de de kriz yönetim süreci, kurumsal yapı içerisindeki “küçük grup” tarafından gerçekleştirilmiştir.
Mavi Marmara krizi süresince taraflar arasındaki iletişim; bakanlar ve bürokratlar düzeylerinde sürdürülmüştür. Taraflar arasında iletişim düzeyinin bakanlar ve bürokratlar tarafından sürdürüldüğü, CHP Adana Milletvekili Osman Loğoğlu’nun 7/15126 esas numaralı soru önergesinde yer aldığı şekilde Ahmet Davutoğlu-Ben Eliezer, Feridun Sinirlioğlu-Joseph Ciechanover, Hakan Fidan ve Tamir Pardo arasında gerçekleşen görüşmelerinden anlaşılmaktadır.[6] Ayrıca bu görüşmeler basına yansımış ve yalanlanmamıştır.
Krizin meydana geldiği dönemde Dünya, ABD’nin siyasal etkinliğinin halen sürmekte olduğu; bununla beraber birden “çok merkez ”in güçlerini arttırmalarından dolayı çok merkezli olarak tanımlanmaktadır. Mavi Marmara krizinde olayın meydana geldiği coğrafya Doğu Akdeniz olmakla birlikte, bölgesel-alt sistemde kriz Türkiye-İsrail arasında meydana geldiği için krizin oluştuğu temel coğrafya Ortadoğu’dur. Bölgesel alt sistemde krizin etkileri Ortadoğu’da görülmektedir. Mavi Marmara krizinde en etkili, baskın aktör hem Türkiye hem de İsrail ile müttefiklik ilişkileri bulunan ABD’dir. Mavi Marmara krizi açısından ABD’nin baskın aktör olarak değerlendirilmesinin temel nedeni, daha önce belirttiğimiz gibi, operasyonun ardından İsrail rehinesi haline gelen aktivistlerin ABD’nin baskısı ile serbest bırakılmasından ve Türkiye’nin İsrail’den talep ettiği özür beyanının Başkan Obama’nın 22 Mart 2013’deki resmi ziyareti sırasında gerçekleşmesinden anlaşılmaktadır.
Mavi Marmara krizi, süregiden bir uyuşmazlığın yeniden nüksetmesi dolayısıyla ortaya çıkan, bir tekrarlayan çatışma özelliği hali hazırda göstermemektedir. Krize özgü uyuşmazlık, krizin başladığı 31 Mayıs 2010’dan bu tezin kaleme alındığı döneme kadar tekrar etmemiştir; bu nedenle Mavi Marmara’nın hali hazırda tekrarlanmayan bir çatışma olduğu düşünülmektedir.
Mavi Marmara krizine özgü uyuşmazlık; 2006 yılında Hamas’ın Filistin’de yapılan genel seçimleri kazanmasından sonra, İsrail’in Gazze’de uyguladığı ablukayı daha da şiddetlendirmesinin etkisiyle -BM’nin çeşitli organları tarafından sürekli olarak vurgulanan “Gazze’deki insani durumun sürdürülemezliği” argümanı üzerine harekete geçen Özgür Gazze Hareketi’nin bölgeye insani yardım taşıyacak bir sivil toplum koalisyonu oluşturması ve deniz yolu üzerinden topladıkları yardımı Gazze’ye ulaştırmak için harekete geçmesinin bir sonucu olarak- sivil toplum örgütü ve devlet arasında ortaya çıkan bir uyuşmazlık olarak belirmiştir. Mavi Marmara olayında uyuşmazlığın devlet taraflarının durumu kriz olarak değerlendirmesi farklı zaman dilimlerinde gerçekleşmiştir. Bu açıdan Mavi Marmara krizi değerlendirildiğinde; tarafların kriz algılamalarının farklı zamanlarda tetiklenmesi bakımından krizin uluslararası krizlere benzediği görülmektedir.[7] Uluslararası krizler birçok ülkeyi içine almaları bakımından her bir ülke için krizin tetikleyicisi olan söz, eylem ya da davranışın farklı olabilmektedir.[8] Mavi Marmara krizinde hem Türkiye hem de İsrail için krizin başladığı tarih ve eylem aynı değildir. Yukarıda belirtildiği üzere Gazze filosunun 28 Mayıs 2010’da Antalya Limanı’ndan ayrılması ile İsrail tarafı açısından kriz başlamıştır. Bu nedenle krizin devlet dışı aktörlerden biri olan çeşitli sivil toplum örgütlerinin koalisyon biçiminde hareket etmesi nedeniyle tetiklendiği söylenebilir. Çeşitli ülkelerden aktivistleri taşıyan filodaki gemilerden bir olan Mavi Marmara’ya İsrail Deniz Kuvvetleri’nin operasyon düzenlemesi, operasyon neticesinde 9’u Türk 1’i ABD vatandaşı olan 10 kişinin olay esnasında ve sonrasında hayatlarını kaybetmeleri ve yaklaşık 50 kişinin yaralanması nedeniyle hem kriz tırmanmış hem de sivil toplum-devlet arasındaki bir kriz, devlet-devlet krizine dönüşmüştür. Filoya 31 Mayıs 2010’da operasyon düzenlenmesi ise Türkiye için krizi başlatmıştır. Olay, Türk karar alıcılar tarafından bir prestij sorunu; vatandaşlarının yaşam hakkına yönelik tecavüz biçiminde değerlendirilmiş ve sahiplenilmiştir. Bu tarihten itibaren kriz; Türkiye ile İsrail arasında iki taraflı-dış politika krizi halini almıştır. Krizin devlet-devlet arasındaki tırmanması, Mavi Marmara’da bulunan çoğunluğu Türk vatandaşı olan aktivistlerin güç kullanılarak İsrail’e götürülmeleri ve bölgede bulunan çeşitli hapishanelerde tutulmalarıyla birlikte daha da artmıştır. ABD’nin baskısı üzerine 3 Haziran 2010’da İsrail’de tutulan aktivistler serbest bırakılarak Türkiye’ye getirilmiş İsrail’in bu davranışı sonucunda krizin yumuşama evresi başlamıştır.
Mavi Marmara krizinde, krize neden olan olay ve krizin tırmanma eğilimi zamana yayılmıştır. Kriz filonun hazırlıklarının kamuoyuna ilan edilmesinden itibaren ilk nüvelerini vermeye başlamış, filoya yapılan operasyonla tırmanmış ve zirve noktasından günümüze kadar geçen yaklaşık 4,5 yıllık süre boyunca varlığını sürdürmüştür. Türk karar alıcılar açısından olayın gelişimine bakıldığında; filoya askeri bir operasyon düzenlenmesinin beklenilmediği anlaşılmaktadır. Ayrıca, Türkiye’de karar alıcılar tarafından sivil toplum kuruluşlarının eyleminin yanlış algılandığı ve yanlış değerlendirildiği sonucu ortaya çıkmaktadır. Mavi Marmara krizi genel niteliği itibariyle değerlendirildiğinde; İsrail tarafından filonun gönderilmesine izin verilmemesi için birçok kanaldan açık çağrıların yapılmasına karşın, Özgür Gazze Hareketi’nin Gazze’ye deniz yolu üzerinden ulaşmayı deneme kararı göz önünde bulundurulduğunda, kurgulanmış bir olay olduğu izlenimini doğurmaktadır. Zira İsrail açısından uygulanan deniz ablukası doğrudan doğruya ülkenin güvenliğine yönelik temel bir tehdit olarak değerlendirilmektedir. Sivil toplumun oluşturduğu girişim ise, fiili olarak uygulanan ablukayı anlamsızlaştırmaya yöneliktir. Özgür Gazze Hareketi’nin topladığı insani yardımın Gazze’ye abluka bölgesi üzerinden ulaştırılmasına müsaade edilmeyeceği açıktır. Buna ek olarak aktivistlerin yaşam hakkına yönelik şiddetli bir müdahalenin iki ülke arasında bir krize neden olacağını tahmin etmek güç değildir.
Mavi Marmara olayının tasarlanmış bir kriz olduğu varsayımından hareket edildiğinde krizin ya İsrail ya da Türkiye tarafından tasarlanmış olma ihtimalleri üzerinde durmak gerekmektedir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıkladığı gibi Mavi Marmara’nın yolculuğunda Türkiye’nin 4 muhtemel senaryoya sahip olması ilk bakışta krizin Türkiye tarafından tasarlanmış olabileceğini akla getirmektedir. Davutoğlu, Türkiye’nin beklediği muhtemel senaryoların şunlar olduğunu belirtmiştir:
“Mavi Marmara yola çıktığında teknik olarak dört senaryo üzerinde çalışmıştık. Birincisi, gemiler yaklaştığında İsrail Mavi Marmara’nın karşısına kendi gemilerini koyar, kendi karasularında blokaj yapar, bir müddet beklenir, onlar protesto eder, İsrail geçirmemiş Böylece barışçıl bir protesto olur vs. İkincisi bir müdahale olabilir. Teknik bir müdahale. Gemilerin eşlik edilerek limana çekilmesi olabilir. Üçüncüsü gemiye operasyonel anlamda bir müdahale olabilir. Ama silahlı baskın şeklinde değil. Son senaryo da gemiye müdahale olur ama can kaybına neden olacak olaylar olmadan belki silah kullanılmadan belki arbede filan olur.” [9]
Davutoğlu’nun bahsettiği senaryolardan anlaşıldığı üzere Türkiye’nin Gazze Filosuna şiddet içeren bir askeri müdahalenin gerçekleştirilmesini beklememektedir. Ancak krizin Türkiye tarafından tasarlanmış olması varsayımı, bunun hangi amaca ulaşmak için krizin tasarlanmış olabileceği sorusunu akla getirmektedir. Bu sorunun en akla yakın cevabının AK Parti döneminde söylemsel düzeyde Ortadoğu’da sağlanan ve arabuluculuk çalışmaları çerçevesinde görünür hale gelen etkinliğin arttırılarak devam ettirilmesi olduğu düşünülmektedir.[10] Bu tespitin TESEV’in 2009 yılında 7 Arap ülkesinde 2006 kişiyle görüşülerek gerçekleştirdiği “Ortadoğu’daki Türkiye Algısı” anketine göre Arap kamuoyu tarafından da desteklendiği ampirik verilerle ölçülmüştür. Anket, Türkiye’nin Arap dünyasında daha büyük bir rol oynaması gerektiği düşünüldüğünü, Türkiye’nin İsrail-Filistin arabuluculuk rolü üstlenmesinin Arap dünyasında desteklendiğini, Türkiye’nin model olarak görüldüğünü ortaya koymuştur. Ayrıca 2009’da Davos Dünya Ekonomik Forumu toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında yaşanan gerilimin “Türkiye’nin Arap kamuoyunun beklentileri karşısında hassas davranan bir ülke” olduğu şeklindeki imajın güçlenmesine yardımcı olduğu sonucuna ulaşılmıştır.[11] Aynı raporun 2013 yılında yayınlanan versiyonu; özellikle Mısır ve Suriye’de Türkiye’ye olumlu yaklaşanların sayısının azaldığı, Türkiye’nin mezhebe dayalı dış politika izlediği algısının ise arttığını, yine de Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünün genel olarak desteklendiği, Türkiye’nin pek çok ülkede demokratik yapısından dolayı halen model olarak görüldüğü fakat bölgede en sevilen ülke olmaktan uzaklaştığı tespit edilmiştir.[12] Bu nedenle Mavi Marmara krizi öncesinde Türkiye’nin Arap kamuoyundaki imajının bugüne kıyasla daha olumlu olduğu görülmektedir. Dolayısıyla eğer kriz Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini arttırmak üzere tasarlanmış olsaydı en azından kriz sonunda bu amaca ulaşılması beklenirdi.
Barış Doster’in belirttiği gibi Türkiye son yıllarda pek çok ülke arasında arabuluculuk yapma çabası içerisine girmiştir. Bununla birlikte Türkiye’nin arabuluculuk çalışmaları yürüttüğü ülkelerle olan ilişkisi hızla bozulmuştur. “Öyle ki Türkiye, değil başka ülkeler arasında arabuluculuk yapmak, onlarla ilişkilerini düzeltmek için arabulucuya gereksinim duyar hale gelmiştir”[13]. Uluslararası sorunların çözümünde arabuluculuk rolü üstlenebilmek bölgede etkin olabilmek, barışı tesis edebilecek güce sahip olmak, bölge ülkeleriyle yakın ilişkide bulunmak gerekmektedir. Ayrıca ülkelerin güvenini kazanmak onları müzakere masasına oturtacak, dahası masada tutacak, bu yönde baskı yapacak güce ve olanaklara sahip olunması şarttır. Çok boyutlu, çok merkezli çok yönlü, çok kimlikli, bir dış politika izlemek için Türkiye’nin jeopolitik konumu ve tarihsel birikimi gerekli olmakla birlikte yeterli değildir. İlk olarak Türkiye’nin ekonomik gücü böyle bir politika için yeterli değildir. Zira bölgesel gücün, bölgenin en güçlü siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel aktörlerinden biri olmayı gerektirir.[14] Bölgesel güç olarak Türkiye’nin güç unsurları değerlendirildiğinde askeri gücünün konvansiyonel unsurlar dışında büyük ölçüde müttefiklerinin desteğine bağlı, ekonomisinin kırılgan, siyasi gücünün karşılığının Ortadoğu’da çok etkili olmadığı görülmektedir.
Bu açıdan sonuç üzerinden hareket eden bir değerlendirmede krizin İsrail tarafından tasarlanmış olması daha olasılığının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. Politik psikoloji açısından İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in Başbakan Erdoğan tarafından bütün dünyanın gözü önünde eleştiren söylemi ve tutumu, Türkiye içinde Erdoğan’ın büyük dünya devletlerine ve İsrail’e kafa tutan lider biçiminde algılanmasına ve böylece Erdoğan “Türkiye’nin hasretle beklediği lider” imajına bürünmesini sağlamıştır. Bu imaj değişimi bir yandan Türk halkının gurunu okşarken, diğer taraftan Batı karşısında ezilmiş hisseden Ortadoğulular tarafından takdirle karşılanmıştır.[15] Davos olayından itibaren yaklaşım İsrail’in perstijini sarsmıştır. “Türklerde her ne kadar narsisistik bir kabarmaya yol açmışsa da buna karşılık İsrail’de de önemli bir narsisistik yaralanmaya yol açmıştır”[16]. Bir tarafın gururu ve benlik saygısı şişirilmişken diğer tarafın gururu kırılmış aşağılanma yaşanmıştır. Çünkü toplumlar için liderleri ya da grup üyelerinden herhangi birine yönelik bir olumsuzluk tüm gruba yöneltilmiş olarak algılanır ve grubun tümünün tepki göstermesine neden olur. Ancak Mavi Marmara olayının ardından Türkiye’nin başarılı bir toplum oluşturduğu yönündeki yeni algı kitlelerin umut ve beklentilerinin önünde engel oluşturmuştur.[17]
Buna ek olarak Gazze Hareketi’nin düzenlediği yardım filosunun benzerleri daha önce düzenlenmiştir. Kıbrıs merkezli bir Free Gaza Movement Ağustos-Aralık 2008 döneminde az sayıda ve küçük teknelerle giriştiği Gazze’ye denizden ulaşma teşebbüslerinde beş defa başarılı olmuştur. Mavi Marmara olayında olduğu gibi bu beş seferin amacının da “Gazze ablukasını kırmak” olduğu belirtilmiştir. Free Gaza Movement’ın Aralık 2008’de giriştiği altıncı seferde İsrail donanmasına ait bir gemi, tekneye kasten çarpıp ağır hasar vermiş ve teknenin rotasını Lübnan yönüne çevirmeye zorlamıştır. Aynı şekilde 29 Haziran 2009’da Free Gaza Movement’ın Gazze’ye insani yardım taşıyan Spirit of Humanity isimli gemisi içerisinde bulunan yolcularla beraber Gazze’nin takriben 20 mil açığında durdurmuştur. Gemide bulunan yolculardan geri dönmeleri istenmiş ve bu taleplerin geri çevrilmesinin ardında İsrail askerleri Spirit of Humanity gemisine çıkmıştır. Free Gaza Movement’ın yedinci denemesinde gemi Aşdod Limanı’na çekilmiş ve içinde bulunan yolcular alıkonulmuş ve tutuklanmışlardır. Free Gaza Movement, bu başarısız teşebbüsler sonrasında yeni seferlerinde gemi sayısını arttırabilmek için başka organizasyonlarla iş birliği arayışına girmiştir.[18] İHH da benzer bir yardım organizasyonu hazırlamaktaydı. İHH’nın yardım sürecine dâhil olduğu ilk kara konvoyu Aralık 2009’da Mısır üzerinden yardım götürmeyi denemiş fakat Mısır konvoyun ilerlemesine izin vermemişti.[19]
Mavi Marmara, krizin içeriğine göre öncelikle askeri-güvenlik, insani, siyasi-diplomatik ve hukuksal bir krizdir. Mavi Marmara, İsrail tarafından ülkenin askeri güvenliğini doğrudan etkileyebilecek bir olay olarak algılanmış ve bu nedenle hızla karşı önlemler almayı, filonun durdurulmasını gerektirmiştir. Olayın insani boyutu göz önünde bulundurulduğunda; İsrail’in askeri operasyonun temel insan hak ve özgürlüklerine yönelik şiddet içeren açık bir saldırı olduğu açıktır. Olayın siyasi-diplomatik boyutunu ise saldırgan tarafın meşru gördüğü gerekçelere dayanarak bir siyasi hedefi ve/veya önceliğini elde edebilmek için fiili bir durum yaratması oluşturmaktadır. Zira Gazze ablukası kriz öncesi dönemde de facto olarak uygulanmakta olup; hukuki açıdan tartışmalı bir nitelik göstermektedir. Ablukanın siyasi boyutunun tartışmalı olması hukuki durumun belirsizliğini de göstermektedir.
Mavi Marmara olayında krizi tetikleyen eylem, Doğu Akdeniz’de, Türkiye sınırları dışında gerçekleşmiştir. Krizin temel tetikleyicisi sivil toplum koalisyonunun Gazze Şeridi’ne yardım ulaştırmayı amaçlaması ve bölgede uygulanan İsrail ablukasına karşı çıkması neticesinde belirmiştir. Bu açıdan filoda bulunan gemilerde ateşli silahların bulunmaması açısından bakıldığında krizi tetikleyen eylemin şiddet araçlarından uzak olduğu görülmektedir. Zira BM tarafından yapılan incelemelerde filoda silah benzeri insan yaşamını doğrudan tehdit edecek herhangi bir materyalin varlığına rastlanmamıştır. Bu nedenle krizin tetikleyen şeyin bir protesto olduğu görülmektedir.
Mavi Marmara krizinde İsrail tarafından gösterilen ilk reaksiyon; olayın niteliği itibariyle şiddet içeren askeri eylemleri de kapsayan çoklu tepki niteliği göstermektedir. Filoya gösterilen tepki IDF güçlerinin hem denizden hem de havadan askeri operasyon yapılması biçiminde gerçekleşmiştir. Türk karar alıcılar ise olay karşısında öncelikle sözlü, siyasi ve ekonomik tepki geliştirmişlerdir. Yapılan operasyon kınanmış, iki ülke arasındaki siyasi ve diplomatik ilişkiler durma noktasına gelmiş, krize kadar yapılan – askeri niteliği olan- bütün ekonomik antlaşmalar ise askıya alınmıştır. Bu çerçevede yapılması planlanan tatbikatlar dahi iptal edilmiştir.
Mavi Marmara örneğinde tehdidin ciddiyeti Türkiye’de devletin saygınlığına yöneliktir. Bununla birlikte krizin uluslararası sistem ve bölgesel alt sistemde etki kaybına neden olacağı görülmektedir. Krizde savunmacı konumda bulunan Türkiye’nin ise Alexander George’un savunmacı kriz yönetimi stratejilerinden “sınırlı tırmandırma” stratejisini seçtiği anlaşılmaktadır. Bu kapsamda Türkiye’nin İsrail’in kendisine karşı yeniden harekete geçmesini önlemek açısından; iki ülkenin güç unsurlarını karşılaştırdığı anlaşılmaktadır. İsrail’in nükleer güç kapasitesini de dikkate alan Türkiye, İsrail’e karşı missilleme, aynı şekilde mukabele etmek gibi bir savunmacı stratejisinin yerine –iki ülkenin güç kapasiteleri açısından daha rasyonel olan- pazarlık zemininin ön koşullarını belirlemek üzere yatay tırmandırma stratejisini benimsediği anlaşılmaktadır. Türkiye’nin kriz yönetim stratejisinde şiddet içermeyen çözüme ve arabuluculuğa başvurulmuştur. İsrail tarafının gemiye düzenlediği operasyon, uygulanan kriz yönetim stratejisinin öncelikle şiddet içeren yöntemlere odaklanıldığını göstermektedir. Sonraki süreçte İsrail Türkiye ile ilişkilerini normalleştirmek için Türkiye’nin kendisine önerdiği yollardan müzakere edilmesi üzerinden ilerlemiştir. Türkiye pazarlık koşullarını belirlemiştir. Bu koşullar: el konulan gemilerin iadesi, olayla ilgili özür dilenmesi, olayda ölenlerin ve yaralananların ailelerine tazminat ödenmesi, Gazze üzerindeki ambargonun kaldırılması ve uluslararası bir soruşturma komisyonunun oluşturulmasıdır. Bu kapsamda Türkiye’nin talepleri üzerine talep ettiği özür Başbakan Natenyahu yerine getirmiş, tazminat konusunda anlaşma sağlanamamış; BM’den istenen soruşturma konusu tartışılmış ancak tarafsız bir aktörün olayı soruşturmasından ziyade, her iki ülkede bağımsız aktörler tarafından kendi iç soruşturmaları gerçekleştirilmiştir. Gazze’de uygulanan ambargo ve abluka konusunda belirli ölçüde bir yumuşama sağlandıysa bile abluka uygulanmada devam etmektedir.
Türkiye’nin kriz yönetim tekniği krizin şiddet içermeyen bir çözüme kavuşturulması üzerinden ilerlemiştir. Bu kapsamda hem Türkiye’nin hem de İsrail ile müttefiklik ilişkisine sahip olan ABD üçüncü bir aktör olarak tarafları bir araya getirmeye, aralarında arabuluculuk çalışmaları yürütmeye yönelmiştir. Krizde şiddetin seviyesi ibret verici ölçüde güç kullanmak üzerine kurulmuştur.
Mavi Marmara olayında saldırgan taraf, İsrail üç farklı strateji kullanmıştır. Bu kapsamda İsrail’in Alexander George’un tanımladığı kriz yönetim stratejilerinden, “hat çizme”, “taahhütlerin yerine getirilmesi” ve “oldu-bittiye getirme” stratejilerini kullandığı görülmektedir. Hat çizme ve taahhütlerin yerine getirilmesi stratejileri, krizlerde genellikle savunmacı pozisyonunda bulunan tarafça kullanılır. İsrail Gazze’ye yardım götürmek amacıyla oluşturulan filonun ablukayı delme girişimini engelleyebilme amacına dönük olarak “caydırıcı” nitelikte bir ön alma stratejisini yürütmüş ancak tırmanma eşiği hızlıca-kontrolsüz aşılmıştır. İsrail’in geliştirdiği kriz yönetim stratejisi ise olayın başlangıcında şiddet içeren çözüm geliştirilerek ablukanın varlığına –dolayısıyla İsrail’in varlığına- yönelen tehdidin önünün alınması; daha sonra ise ilişkilerin normale dönmesini sağlamak amacıyla müzakere edilmesi temeli üzerine kurulmuştur.
Mavi Marmara olayında saldırgan taraf (İsrail) Alexander George’un tanımladığı kriz yönetim stratejilerinden “oldu-bittiye getirme” stratejisini kullanmıştır. İkinci bölümde belirttiğimiz gibi, oldu-bittiye getirme stratejisi, saldırgan tarafın rakibinin tartışmalı konu üzerindeki konumunu korumayacağına inandığı durumlarda, hızlı ve kararlı biçimde harekete geçmesini ve var olan statükoyu kendi lehine değiştirmesini hedeflemektedir. İsrail’de bulunan karar alıcılar, özellikle askeri bürokrasi filonun İstanbul’dan ayrılmasının hemen ardından kriz durumuna geçmiştir. Mavi Marmara gemisine tam teşekküllü, havadan ve denizden indirme yapılması, aktivistlerin doğrudan doğruya hedef alınması İsrail’in güvenlik devleti uygulamalarıyla paraleldir. İsrail yönetimi, bir daha hiçbir kuruluşun Gazze Şeridi’nde herhangi bir eylem yapmayı göz önüne almamasını hedeflemiştir. Bölgede adeta bir çeşit korku duvarı inşa ederek rejimin, varlığının bir parçası olarak gördüğü bu alanı ne pahasına olursa olsun koruyacağını ilan etmiştir. İsrail’in Mavi Marmara gemisine gerçekleştirdiği askeri operasyon, Gazze üzerindeki deniz ablukasının “yasal” olmasa dahi – Palmer raporu taraf devletlerce imzalanmadan yayınlandığı için raporun hukuki niteliği tartışmalıdır- de facto olarak kabul görmesine yol açmıştır. Bu bağlamda İsrail’in oldu-bittiye getirme stratejisinin gereklerine uygun olarak istenmeyen bir tırmanma riskini, uluslararası sistemin güvenilir bir aktörü olmaktan çıkma ve kınanma gibi temel risk unsurlarını göz önünde bulundurduğu anlaşılmaktadır.
İsrail’in geliştirdiği kriz yönetim stratejisi ise olayın başlangıcında şiddet içeren çözüm geliştirilerek ablukanın varlığına –dolayısıyla İsrail’in varlığına- yönelen tehdidin önünün alınması; daha sonra ise ilişkilerin normale dönmesini sağlamak amacıyla müzakere edilmesi temeli üzerine kurulmuştur.
Mavi Marmara krizinde olaya en yoğun biçimde müdahil olan örgüt BM Güvenlik Konseyi’dir. Krizin tırmandığı aşamada İsrail’in şiddet içeren davranışı BM tarafından kınanmış; aktivistlerin serbest bırakılması amacıyla çağrılar yapılmış, daha sonra ise Türkiye’nin talep ettiği soruşturma BM öncülüğünde oluşturulan Palmer Komisyonu ile gerçekleştirilmiştir. BM dışında NATO, İslam Konferansı Örgütü’nün İsrail’in eylemini kınayan açıklamalar yayınlamıştır. Olayda üçüncü aktör olarak öne çıkan ülke ise ABD’dir. ABD, taraflar arasındaki krizin daha üst seviyeye tırmanmaması ve silahlı bir çatışmanın önünün alınması yönünde çalışmalarını sürdürmüştür. Bu çerçevede ABD’nin Türkiye-İsrail arasında, her iki tarafla da ayrı ayrı iletişim kurduğu gözlenmiştir. Zaten Türkiye’nin İsrail’den beklediği özür beyanı da Başkan Obama’nın İsrail gezisi esnasında ABD’nin siyasi baskısının sonucunda gelmiştir.
Mavi Marmara olayında kriz hali hazırda sona ermediği –taraflar arasında kriz öncesi dönemdeki ilişkilere geri dönülmediği için- bir kriz sonrası evre mevcut değildir. Kriz, 2010 yılının 31 Mayıs’ından bu metnin kaleme alındığı döneme kadar halen devam etmektedir. Bu nedenle olayın sonucu hali hazırda belirsizlik niteliğini korumaktadır.
Türkiye’nin belirlediği kriz yönetim stratejisinin bir noktaya kadar başarılı bir biçimde yürüttüğünü de belirtmek gerekmektedir. Ancak yumuşama evresinde belirttiğimiz üzere kriz İHH tarafından bireysel düzlemde, Türkiye tarafından kurumsal düzlemde ayrı ayrı yürütülmeye başlanmıştır. Bu durumun Türkiye’nin devlet-devlet krizi ile doğrudan bir bağlantısı bulunmamaktadır. Ancak İHH’nın ve filoda bulunan aktivistlerin bireysel hukuk arama çabalarının kriz süresini uzattığı ifade edilebilir. Ayrımın başladığının düşünüldüğü temel nokta ise İsrail’in ödemeyi planladığı tazminatın İHH ve filoda bulunan aktivistler tarafından kabul edilmediğinin anlaşıldığı 6 Mayıs 2012’dir. Bu süreçten sonra her ne kadar İsrail’in özür dilemesine ve tazminat talebini kabul etmesine rağmen hem Türk mahkemelerinde açılan davalar devam etmiş; hem de İHH avukatları Komor Devleti adına Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvurmuş ve İngiltere’de olayla ilgili bir soruşturma başlatmıştır. Bu nedenle olaya ilişkin olarak bireysel hak ihlallerinin İHH tarafından yetkili mercilere taşınması ilişkilerin normalleşmekten uzaklaştığı günümüzde olayın iki başlı şekilde yönetildiği izlenimini doğurmaktadır. Türkiye, yatay tırmandırma stratejisini Filistin’in tanınması üzerinden sürdürmektedir. Türk tarafı Filistin’in bir devlet olarak tanınması halinde İsrail’in uyguladığı ablukanın yasal temellerinin sarsılacağı düşüncesinden hareketle yatay tırmandırma stratejisini bunun üzerinden yürütülmeye yönelmiştir. Dolayısıyla İsrail Devleti’nin krize Türkiye’den bütünsel olarak yaklaştığı görülmektedir. Türkiye’de gelişen süreçte olaya birçok aktör dâhil olmuştur.