Ana Sayfa – DOĞU AKDENİZ DENİZ YETKİ ALANLARI KRİZİ
Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Krizi Özet:
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) 2001 yılından itibaren Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları ile ilgili çalışmalar yapmaktadır. Kıbrıs Adası etrafında Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan etmiş; Mısır, Lübnan ve İsrail ile MEB Sınırlandırma Antlaşmaları imzalamıştır. Bu süreçte GKRY’nin kıta sahanlığı ilan etmesi ve MEB hazırlıkları yapması taraflar arasındaki uyuşmazlığı ortaya çıkarmıştır. GKRY Türkiye’nin uyarılarına rağmen Mısır ile MEB Sınırlandırma Anlaşması imzalamış ve bu anlaşmayı 2004 yılında BM’ye onaylatmıştır. Türkiye bu anlaşmayı Doğu Akdeniz’de haklarını ihlal ettiği gerekçesi ile tanımaması ile birlikte karar alıcı algısında kriz tetiklenmiştir. Daha sonra GKRY ilan ettiği MEB’de Hidrokarbon Arama Ruhsat Sahaları ilan etmiş ve bunları ihaleye açarak krizi tırmandırmıştır. İhalelerin ilk sonucu olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) merkezli Noble Enerji Şirketi 13. sahada ruhsat sahibi olmuş ve sondaj faaliyetlerine başlamıştır. Türkiye, GKRY’nin oldu bitti stratejisi ile fiili durum yaratmasını kıyı devlet olarak hak ve menfaatlerine zarar verdiğini ve Kıbrıs Sorununun çözüm sürecini de olumsuz etkileyeceği için kabul etmemektedir. Türkiye için karar alıcıların algılarına bağlı olarak bir kriz hali alan bu süreçte kriz yönetim stratejileri olarak önce zorlayıcı diplomasi stratejisi kullanılmıştır. Zorlayıcı diplomasi stratejisinin daha yumuşak hali olan dene-gör türünü kullanan Türkiye KKTC kıta sahanlığı anlaşmaları imzalamıştır. Daha sonra değişen uluslararası konjonktür ve GKRY’nin AB üyesi olması sebebiyle güç asimetrisini kullanması ile beraber misilleme ve zamana yayma stratejisi uygulamasına geçilmiştir. GKRY güç asimetrisinden de faydalanarak krizi tırmandırmaktan kaçınmayıp ilan ettiği ruhsat sahalarında yeni ihalelere çıkmıştır. Ayrıca Türkiye’nin kendisine deniz yetki alanlarını kullanmasında engel olduğu gerekçesiyle de Kıbrıs sorununa ilişkin müzakere masasından çekilmiştir.
DOĞU AKDENİZ DENİZ YETKİ ALANLARI KRİZİ
2001 yılında Doğu Akdeniz’de özellikle Kıbrıs’ın güneyi ve güney doğusunda zengin petrol ve petrol yatakları olduğuna ilişkin haberler Yunan ve Rum basınında yer almaya başlamıştır. Bu haberler doğal kaynaklara erişim için kıyı ülkelerini harekete geçirmiş ve Akdeniz’de kıta sahanlığı sınırlandırmasını gündeme getirmiştir. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Doğu Akdeniz’de petrol olduğu haberleri üzerine kendi alanlarını maksimize eden kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırlandırmaları tasarlamaya başlamışlardır. Doğu Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler Türkiye, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Mısır, Filistin, İsrail ve Kıbrıs Adası’ndaki Akrotiri ve Dikelya üsleri ile İngiltere’dir. Deniz yetki alanlarındaki sınırlandırma her kıyı ülkesini ilgilendirse de krizin tarafları GKRY ve Türkiye’dir. Bu şekliyle kriz iki taraflı bir dış politika krizi haline gelmiştir.
ULUSLARARASI SİSTEM
Soğuk Savaş sonrasında iki kutuplu sistemin artık varlığının bittiği açıksa da yeni sistemin niteliği tartışmalı olmuştur. 90’lı yıllarda Soğuk Savaşın galibi ABD süper güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Süper güç kavramı sistemde tek kutupluluğa işaret etse de Sovyet ardılı Doğu Avrupa ülkelerini birliğe dahil eden AB’nin genişleyen coğrafyası ve prestiji bulunmaktadır. 2000’li yıllarda Çin’in artan nüfusu ve büyüyen ekonomisi diğer bir merkez daha doğmasına sebep olmuştur. Putin dönemi güçlenmeye başlayan ve enerji ilişkileri ile Avrupa’yı kendine bağlayan bir Rusya da bulunmaktadır. Bu perspektiften baktığımız da ise çok merkezli bir sistem görmekteyiz. Bunlara rağmen küreselleşen dünyada her şeyin iç içe geçmişliği, karşılıklı etkileşim ve bağımlılığın had safhada olduğu 2000’li yılların uluslararası sistemine çok merkezli diyebiliriz.
Doğu Akdeniz’deki gelişmeler Türkiye’de iktidarda değişimin yaşandığı döneme denk gelmiştir. 1999 yılında görev başına gelen 57. hükümet Bülent Ecevit’in Başbakan görevinde bulunduğu Demokratik Sol Parti, Anavatan Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin koalisyonundan oluşmaktaydı. 3 Kasım 2002 seçimlerinde yeni bir parti olan Adalet ve Kalkınma Partisi 58. Hükümeti kurmuştur. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 9 Mart 2003 Siirt Milletvekili Yenileme Seçimi’nde parlamentoya girmesinden sonra, AKP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Hükümet, 11 Mart’ta istifa etmiştir. Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki 59. Hükümet 14 Mart 2003’te kurulmuştur. 2007 ve 2011 genel seçimleriyle 60. ve 61. Hükümetler kurulmuştur. İktidar partisi yine Adalet ve Kalkınma Partisi olup Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmuştur. 2014’te Cumhurbaşkanı seçimlerinde aday olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi ile yeni başbakan Ahmet Davutoğlu olmuştur.
2003-2015 yılları arasında Dışişleri Bakanlarına bakacak olursak Abdullah Gül, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu ve Mevlüt Çavuşoğlu’nu görmekteyiz. 2003 iktidarı ile Ahmet Davutoğlu 2009’a kadar Dışişleri Bakanlığı ve Başbakanlık’ta başdanışmanlık görevindedir. 2009’da kabinedeki değişiklikler ile Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı olmuştur. Davutoğlu’nun danışmanlığı ile başlayan süreç dışişlerinde dönüşümü getirmiştir. AKP dönemi ile dış politikanın farklılaştığını söylemek mümkündür. Özellikle Davutoğlu ile gelen çok yönlü dış politika anlayışı etkili olsa da sert bir söylemin olduğunu söyleyebiliriz. Ahmet Davutoğlu’nun 2014’te başbakan olmasının ardından Mevlüt Çavuşoğlu Dışişleri Bakanı görevini üstlenmiştir.
Kriz süresince karar almada ismine sıkça rastladığımız Başbakan, Dışişleri Bakanı, Enerji Bakanı olmuştur. Askeri kanat zaman zaman krizde anılsalar da sadece alınan kararların icrasında kalmışlardır. Enerji Bakanı, Bakanlığı’nın konuyla ilişkili olması sebebiyle krizin içinde bulunsa da krizdeki rolü teknik gözükmektedir. Genele olarak kriz süresince Dışişleri ve Başbakan karar alma rolünü üstlenmiş gözükmektedir. Bu sebeple kriz karar alma birimi küçük gruptur.
Krizin başladığı süreçten 2015’e kadar GKRY Devlet Başkanları Glafkos Klerides, Tasos Papadopulos, Dimitris Hristofyas, Nikos Anastasiadis’dir. İktidar partisi kirizin çıktığı süreçte DISY (Demokratik Seferberlik Partisi) iken 2003’te DİKO (Demokratik Parti), 2007’de AKEL (Emekçi Halkın İlerici Partisi), 2013’te ise DISY (Demokratik Seferberlik Partisi) olmuştur. GKRY tarafında kriz süresince dışişleri bakanları sırasıyla Ioannis G. Kasoulides, George Iacovou, Yiorgos Lillikas, Erato Kozakou-Marcoullis, Markos Kyprianou, Erato Kozakou-Marcoullis, Ioannis G. Kasoulides olmuştur.
Krizin ilk emareleri gazetelerde Doğu Akdeniz’de petrol rezervlerinin olduğu ve GKRY ile Yunanistan’ın bu noktada birlikte hareket ettiği üzerine haberlerin çıkmasıydı. 2001 yılında Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarına ilişkin GKRY tarafında eyleme dönüşmese de sınırların belirlenmesi ve olası rezervlerin kullanımına ilişkin söylem düzeyinde gelişmeler yaşanmıştır. Bu durumda Türkiye açıkça tepki vermese de konu Kıbrıs sorunu çerçevesinde değerlendirilmiştir. Bu süreç taraflar arasında uyuşmazlığın varlığına işaret eder ve kriz öncesi evrenin de başlangıcı demektir. GKRY, 2002 yılında kıta sahanlığı sınırlandırması için harekete geçmiştir. Rum Yönetimi önce iç hukukunda kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesine ilişkin düzenlemeyi gerçekleştirmiştir. 2004’te de onaylanan yasası ile 24 mil bitişik bölge, 200 mil münhasır ekonomik bölge ilan etmiş ve karşılıklı kıyılar söz konusu olduğunda antlaşma sağlanana kadar ortay hattın geçerli olduğunu kabul etmiştir. 2002 yılında kıta sahanlığını düzenleyen yasa Bakanlar Kurulu’nda görüşülüp uygun bulunduktan sonra Mısır ile kıta sahanlığı sınırlandırması için görüşmelere başlamıştır. GKRY tarafında bu gelişmeler yaşanırken Türkiye Mısır özelinde ve diğer olası kıyı ülkelerini de kapsayacak şekilde GKRY ile kıta sahanlığına ilişkin bir anlaşma yapmaktan sakınılması gerektiğini belirtmiştir. Türkiye bu söylemini hem kıyıdaş ülke olmasına hem de Kıbrıs sorununa dayandırmaktaydı. Bu gelişmelerle birlikte uyuşmazlık tarafların amaçlarının farklı olmasından kaynaklanan çatışmaya evirilmiştir. GKRY Doğu Akdeniz’de revizyonist davranırken Türkiye statükonun korunmasından yanadır. Artık taraflar arasında eylemsellik söz konusudur fakat eylemler henüz karar alıcılar tarafından tehdit olarak algılanmamıştır. Türkiye’nin girişimlerine rağmen GKRY ile Mısır arasında 17 Şubat 2003’te Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmada 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) referans alındığı belirtilmiş, sekiz coğrafi koordinat kullanılarak Mısır ile GKRY kıyıları arasında kuzeybatı-güneydoğu yönünde uzanan ortay hat ile örtüşen bir sınır çizilmiştir. Söz konusu antlaşma Şubat 2004’te Birleşmiş Milletler’e (BM) tescil ettirilmiştir. Antlaşmanın tescil ettirilmesi kriz özelinde krizin tetikleyeni olmuştur. Çünkü anlaşmanın tescilinden sonra 2 Mart 2004’te Türkiye BM aracılığı ile GKRY nota vererek anlaşmayı tanımadığını ve Doğu Akdeniz’deki haklarının saklı olduğunu belirtmiştir. Bu durum göstermektedir ki GKRY’nin imzaladığı anlaşmanın Doğu Akdeniz’de statü oluşturma çabası Türkiye’deki karar alıcılar için değerlere tehdit olarak algılanmıştır. Böylece kriz evresi başlamıştır. Tetikleyen eylem GKRY tarafından gerçekleştirildiği için krizi tetikleyen birim devlettir. Krizin tetikleyicisinin özelliklerine bakacak olursak tetikleyici eylem Türkiye sınırları dışındadır. Ayrıca tetikleyici eylem niteliği bakımından siyasi ve hukukidir. GKRY, kıyı devletleri ve özellikle KKTC’yi göz ardı ederek MEB Sınırlandırma Antlaşmaları yapmak suretiyle fiili durum yaratmaya yöneliktir. Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs adası etrafında GKRY’nin MEB Sınırlandırma Antlaşmaları Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin yerleşik uluslararası hukuktan doğan ab initio ve ipso facto (başlangıçtan ve kendiliğinden) mevcut hukuki haklarını ilgilendirmektedir. GKRY’nin Doğu Akdeniz’de oldu-bitti ile ortaya çıkacak olan deniz yetki alanları Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan haklarından daha az bir alana razı gelmesi anlamı taşıyacaktır. Bu durum Türkiye için hak kaybı demektir. Bu hak kaybı Türkiye’yi siyasi olarak etkilediği gibi kıta sahanlığının ekonomik amaçlarla kullanılması sebebiyle ekonomik etkileri de bulunmaktadır. Diğer taraftan Türkiye’nin haberi dışında ve Kıbrıs Meselesi’ne rağmen GKRY’nin böyle bir sınırlandırmaya girişmesi Türkiye için prestij kaybı anlamına da gelmektedir. Bu değerlendirmeler ışığında tetikleyici eylemin yarattığı tehdit görece önem sırasına göre diplomatik-siyasi, hak ve saygınlık kaybı yaratır, ekonomik türdendir. Tehdit yaratan olaya yani krizi tetikleyen eyleme Türkiye’nin ilk tepkisi sözlü ve siyasi olmuştur. Türkiye sözlü ve siyasi tepki olarak 2 Mart 2004’te nota ile görüşlerini bildirmesi olmuştur. Buna göre Akdeniz’deki sınırlandırmaların Türkiye’nin haklarını ilgilendirdiğini ve antlaşmayı tanımadığını belirtmiştir.
Krizi hali hazırdaki sürece bakıldığında tarafların tutumu bir yumuşamaya gidilmediğini göstermektedir. Bu sürece baktığımızda kriz hala sürmektedir. Bu yönüyle kriz zamanı bakımından gelişen krizdir. Krizin genel niteliğine baktığımızda GKRY Kıbrıs Sorunu bağlamında müzakerelerde elini güçlendirmek ve Türkiye tarafını müzakere masasına oturtup doğrudan kendisini muhatap almasını sağlamak adına tasarlamış olduğu kurgulanmış krizdir.
Kriz ve kriz yönetiminin özelliklerine baktığımızda karşımıza çıkan temel parametre tarafların kriz yönetim stratejileridir. Alexander George’un kriz yönetim stratejilerini temel aldığımızda krizi tetikleyen taraf olarak GKRY’nin saldırgan bir strateji benimsediğini görmekteyiz. GKRY’nin varolan statükodan memnun olmayıp oldu bitti stratejisi ile fiili durum yarattığını görmekteyiz. GKRY’nin bu stratejiyi kullandığının göstergesi kıyıdaş ülkelerle MEB sınırlandırma antlaşmaları imzalaması ve petrol arama ruhsat sahaları belirleyerek ihaleye açması olmuştur. Söz konusu kriz niteliği itibari ile gelişen bir kriz olduğu için zamana yayılmıştır. Zamana yayılan krizlerde taraflar gelişen/değişen koşullarda kriz yönetim stratejilerini farklı bir strateji ile değiştirebilirler. Türkiye’nin izlediği stratejiler ve değişen bölgesel değişikliler sebebiyle kriz süresince GKRY’nin uyguladığı diğer bir strateji de sınırlı tırmandırma stratejisidir. Bu stratejiyi uygulayan temel kuralları koymak için pazarlık zeminini kabul edilebilir seviyeye getirmeye ve daha fazla tırmandırmayı sınırlamaya çalışır. Bu sınırlı tırmandırma aynı zamanda karşı taraftan gelecek olan karşı tırmandırmayı caydırmayı da amaçlar. Bu stratejinin uygulanan iki türü bulunmaktadır. Birincisi krizin kendi konusu içinde tırmandırmayı içeren dikey tırmandırmadır. İkincisi ise savunan tarafın karşı tarafı başka alanlarda zarara uğratmaya çalışan yatay tırmandırmadır. GKRY sınırlı tırmandırmanın her iki türünü de uygulamaktadır. Öncelikle ruhsatları ihaleye açmış ve ihale sonucunda Nobel Energy’e sondaj hakkı vermiştir. Türkiye’nin itirazlarına rağmen tırmandırmadan kaçınmayıp Nobel Energy aracılığı ile sondaj faaliyetine başlamıştır. Böylece aynı konu içinde dikey tırmandırma gerçekleştirmiştir. Diğer taraftan çok farklı bir konu olmayıp iç içe geçen konular olarak Kıbrıs Meselesinde yatay tırmandırma uygulamıştır. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki tutumlarını bahane ederek GKRY Kıbrıs Müzakerelerinden çekildiğini açıklayarak yatay tırmandırma stratejisini de uygulamıştır.
Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Krizi GKRY’nin oldu bitti ile fiili durum yaratması üzerine çıkmış bir kriz olması sebebiyle Türkiye’nin taraflar açısından konumu savunmacıdır. Türkiye, GKRY’nin MEB sınırlandırma antlaşmalarından ilki Mısırla imzalanan antlaşmanın 2004 yılında BM’ye tescil edilmesini tehdit olarak algılamış ve kriz tetiklenmiştir. Bundan sonra krizin başlaması ile Türkiye krizi yönetmek adına savunmacı kriz yönetim stratejilerinden biri olan zorlayıcı diplomasiyi seçmiştir. Zorlayıcı diplomasi stratejisi düşmanı zorlayıcı tehditler ya da sınırlı güç artırımı kullanarak yaptığı eylemden vazgeçirmek için kullanılır. Düşman bir eylemde bulunmuştur ve yaptığı eylemden vazgeçmesi konusunu ikna edilmeye çalışılır. Düşmanın eyleminden vazgeçmemesi halinde kuvvet kullanılabileceği yönünde kuvvet kullanma tehdidini içerir. Bu sebeple hemen askeri bir güç kullanmadan önce eski statükoya dönmesi için düşmana zaman verilir. Bu haliyle bakılınca zorlama stratejisi kuvvet tehdidi ile desteklenen diplomatik bir stratejidir. Türkiye GKRY’ni kuvvet kullanma tehdidi ile eyleminden vazgeçirmeye çalışmaktadır. Krizin tetikleyenleri baş gösterdiğinde Türkiye önce diplomatik yollardan GKRY’ni uyarmıştır. Karşı taraf eyleminden vazgeçmemiştir. Aksine sahip olduğu güç asimetrisini kullanarak krizi tırmandırmayı rasyonel bulmuştur. Krizin tırmanmaya başlaması ile Türkiye kuvvet kullanma tehdidi ile zorlayıcı diplomasiyi uygulamaya başlamıştır. Bunu yaparken de zorlayıcı diplomasinin yumuşak bir türü olan “dene-gör”ü tercih etmiştir. Mısır ile GKRY arasında imzalanan Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Antlaşması’nın BM’ye tescilinden sonra Türkiye 2 Mart 2004’te görüşlerini bildiren notada isteminin neler olacağını belirtmeye başlamıştır. Türkiye söz konusu antlaşmayı tanımamakta ve deniz yatağı, deniz yatağının altı ve üzerindeki su kitlesi dahil olmak üzere 32o 16’ 18’’ meridyeninin batısındaki sınırlandırma sahası ile ilgili tüm hukuki haklar saklı tutmaktadır. Kıbrıs’ı yani Kıbrıslı Rum ve Türkleri temsil edecek fiili ya da hukuki tek bir otorite bulunmamaktadır ifadesi ile Kıbrıslı Türklerin iradesinin dikkate alınması gerekliliğine de vurgu yapılmıştır. GKRY’nin, Türkiye’nin notasına cevap verdiği açıklamasının ardından Türkiye 4 Ekim 2005’te BM Genel Sekreteri’ne gönderdiği mektupta GKRY görüşleri reddedilmiştir ve Uluslararası Deniz Hukukuna göre Akdeniz gibi kapalı veya yarı kapalı bir denize kıyısı olan devletler haklarını kullanır yükümlülüklerini yerine getirirken işbirliği yapmak zorunda olduğunun altı çizilmiştir. GKRY, ilan ettiği petrol arama sahalarını ruhsat için ihaleye açınca Türkiye bu konuda sessiz kalmayacağını belirtmek üzere faaliyete geçmiştir. Türkiye dene-gör eylemlerine başlamıştır. Önce Akdeniz’de tatbikatlar yapılmaya başlanmıştır. 2007 yılının Mart ayında başlayan ve Haziran ayında da devam eden tatbikatların yapıldığı sahaların koordinatları National Geospatial-Intelligence Agency ve Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğünce yayımlanmıştır. 2-5 Mayıs 2007 tarihleri arasında denizaltı, savaş gemileri ve uçaklar ile gerçek mermiler kullanarak yapılan tatbikat, Kıbrıs Adasının ilk kez 12-25 mil güneyinde gerçekleştirilmiştir. Deniz Kuvvetlerinin planlı tatbikatlarından olan Deniz Kurdu tatbikatları, son beş senedir ağırlıklı olarak Ege Denizi’nde yapılırken, 2007 yılında Doğu Akdeniz’de yapılmıştır. Türkiye Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının dört bölgedeki (TPO/XVI/A, TPO/XVI/D, TPO/XVI/E ve TPO/XVI/F) ruhsat ve arama izni taleplerini 9 Ağustos 2007 tarihli Resmî Gazete ile ilan etmiştir. Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, Türkiye ilgili bölgelerde kıta sahanlığı haklarına sahip olduğunu üstü örtülü olarak resmen uluslararası kamuoyuna bildirmektedir. Bu durum Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de haklarına sahip olacağını, GKRY’nin vereceği ruhsatları tanımayacağını, bu ruhsatlara dayanarak sahada yürütülecek faaliyetlere müsaade etmeyeceğini ve müdahale edebileceğini göstermektedir. Türkiye Kıyı Emniyet Genel Müdürlüğü, denizcilere Malene Ostervold isimli geminin 14 Kasım 2008 tarihinden başlayarak ikinci bir duyuruya kadar belirtilen koordinatlar arasında jeofizik araştırma yapacağı duyurusunda bulunmuştur.
Doğu Akdeniz deniz yetki alanları krizinde uygulanan bir diğer strateji ise karşı tırmandırmayı engellerken uygulanan misilleme stratejisidir. Saldırgan bir strateji olarak Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından gerçekleştirilen oldu-bitti stratejisini karşılamak için başlatılan zorlayıcı diplomasi strateji (dene-gör) süreç içerisinde Rum Yönetimi’nin sürdürdüğü tırmandırma girişimleri sonucunda sınırlı bir etki yaratmış ve Türkiye gelişen kriz sürecinde stratejilerini gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Bu süreç içerisinde kuvvet kullanma tehdidinden yararlanma seçeneği daha az dillendirilirken özellikle KKTC ile imzalanan antlaşmalarla Rum Yönetimi’ne karşı misilleme/misliyle mukabele stratejisi uygulanmaya başlanmıştır.
GKRY’ne karşı Türkiye gereken her türlü önlemin alınabileceği mesajını vermiştir. Hatta Rum tarafının sondajdan vazgeçmemesi üzerine Türk Donanması unsurları ile Piri Reis gemisini Ada’nın açıklarına göndermiştir. Türkiye’nin göndereceği gemi her ne iş görecek olursa olsun Türkiye’nin amacı ben Akdeniz’de varım ve senin yaptığın faaliyetleri tanımıyorum mesajını vermektir. Ayrıca Türkiye Akdeniz’de krizin yaşanmaya başlamasından sonra bölgede yaptığı tatbikatlarla da zorlayıcı diplomasi çerçevesinde askeri güç artırımını belirterek kuvvet kullanma tehdidinin bir seçenek olduğunu göstermiştir.
Türkiye’nin zorlayıcı diplomasi ile uyguladığı baskıyı aşamalı arttırmanın bir seviyesi olarak Rumların ikazları dikkate almaması üzerine KKTC ile imzaladığı Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması imzalanmış ve daha sonra KKTC petrol arama ruhsat sahaları imtiyazı TPAO’na verilmiştir. Bu sahaların Ada’nın güneyini de kapsıyor olması tırmanmanın Türkiye tarafından göze alındığını göstermektedir. Ama artık tırmandırmak çıkarlara uygun gözükmemektedir.
15 Eylül 2011’de, Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Adanın güneyinde sondaj faaliyetlerine başlaması halinde Türkiye ile KKTC arasında bir Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması yapılması hususunda mutabakata varıldığını taraflar bildirmiştir. 23 Eylül 2011’de bölgede petrol arama çalışmaları yapmak üzere sismik gemi gönderilmiştir. Türkiye böylelikle gerilimi tırmandırmadan, ancak GKRY’ne, KKTC’de yaşayan Türkleri tanımazsan, ben de seni tanımıyorum mesajını açıkça vermektedir.
GKRY’nin 12. sahada petrol arama faaliyetlerinin başlamasından sonra diğer adımı olarak Türkiye KKTC ile Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması imzalamıştır. Türkiye Cumhuriyeti ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Arasında Akdeniz’de Kıta Sahanlığı Sınırlandırılması Antlaşmanın genel hükümleri itibariyle uluslararası teamüllere uygun bir kıta sahanlığı antlaşması olduğu belirtilmiştir. KKTC ile Türkiye arasında antlaşma imzalanmasına rağmen eğer Rumlar geri adım atacak olurlarsa antlaşmanın hükümleri uygulanmayacağı açıklanmıştır. Fakat Rum tarafı eyleminden vazgeçmemiştir. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Ekonomi ve Enerji Bakanlığı arasında, 2 Kasım 2011 tarihinde, KKTC’nin kara ve deniz alanlarında sahip olduğu ruhsat alanlarını kapsayan bir Petrol Sahası Hizmetleri ve Üretim Paylaşımı Sözleşmesi imzalanması Rumları caydırmak için diğer bir adım olmuştur. Masrafların tamamı kendisine ait olmak üzere, TPAO tarafından yürütülecek faaliyetlerin ana hatları ile belirlendiği bu Sözleşme, 23 Kasım 2011 tarihli KKTC Resmi Gazetesi’nde yer alan Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanmıştır.
Türkiye’nin misilleme strateji uygulamasına rağmen Rum tarafı petrol arama ruhsat sahaları için ikinci ihaleyi başlatmıştır. Kıbrıs Rum Kesimi’nin Avrupa Birliği Dönem Başkanlığı’nın avantajlarını da kullanarak Doğu Akdeniz’de ikinci sondaj ve doğalgaz arama ihalesinde ısrar etmektedir. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Selçuk Ünal Rumların ikinci ihale sürecini şu şekilde yorumlamıştır: “GKRY’nin açtığı sözde ihaleye konu olan deniz alanlarının Ada’nın batısındaki bir bölümü Türkiye’nin Akdeniz’deki kıta sahanlığı alanı ile çakışmaktadır. Türkiye, bu alanlarda hiçbir faaliyete müsaade etmeyecektir. İhaleye konu olan deniz alanlarının Ada’nın güneyindeki büyük bölümünün KKTC tarafından TPAO’ya verilen ruhsat sahaları ile çakıştığını; Uluslararası petrol şirketlerinin bu alanlarda ileride faaliyette bulunmaları, KKTC ve TPAO ile karşı karşıya gelmelerine ve arzu edilmeyen gerginliklerin ortaya çıkmasına sebep olabilecektir. İlgili ülkeler ve petrol şirketlerini sağduyulu hareket etmeye ve ihaleden çekilmeye davet ediyoruz” 7 Ekim 2014’te, Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ın sözde Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde (MEB) bulunan 2,3 ve 9 numaralı parsellere denk gelecek şekilde Navtex ilan etmesinin ardından Rum hükümeti görüşmelerden çekilme kararı almıştır.
GKRY’nin oldu-bittilerle fiili durum oluşturmasına karşılık Türkiye’nin GKRY’yi eyleminden vazgeçirmek için savunmacı stratejiler kullanmıştır. İlk başta kuvvet kullanma tehdidinden faydalanarak zorlayıcı diplomasi stratejisini kullanan Türkiye değişen uluslararası koşullarla zamana yayma ve misilleme stratejilerini kullanmıştır. Türkiye kriz yönetim stratejilerini uygularken teknik olarak zorlayıcı diplomasinin de doğası gereği şiddet içermeyen askeri kriz yönetim tekniği kullanmaktadır. Rakip ise Kıbrıs Müzakerelerinde Türkiye’yi masaya davet etmek suretiyle müzakere tekniğine yatkın görünmektedir.
Türkiye GKRY’nin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de hak ve menfaatlerini ihlal ettiğini, Kıbrıs Adası etrafındaki kaynaklardan ada halkının her ikisinin de hakkı olduğunu ve Kıbrıs Adası’na ait kaynakların paylaşımı için Kıbrıs Sorunun çözülmesinin beklenmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Türkiye GKRY’nin yapmış olduğu ihlalden vazgeçirmeye çalışmaktadır. Fakat bunda iki tarafın ilişkileri dışında varolan krizin yönetim strateji ve başarısını etkileyecek üçüncül müdahiller bulunmaktadır. Genel olarak kriz sürecinde etkili olan üçüncü aktörler Yunanistan, İsrail, Mısır, Lübnan, AB ve BM olarak sayılabilir. Türkiye’nin bölgedeki ülkeler, Akdeniz’e kıyısı olan devletler, olaya dolaylı olarak Noble Energy ile müdahil olan Amerika ile ilişkiler ve diğer taraftan Kıbrıs Sorunu dahilinde AB ile ilişkiler düşünülerek kriz değerlendirildiğinde krizi tırmandırmak ya da tırmandırmamak arasında bir seçim yapması gerekmektedir. Davos’ta “one minute” krizi ile İsrail ile ilişkiler gerginleşmeye başlamış, Mavi Marmara krizi ile gerginlik iyice artmıştır. Arap Baharı sonrasında Suriye’deki olaylarda Suriye yönetimine karşı tutum sergileyen Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri bozulmuştur. Bu durumda Türkiye’nin dikkate alınmadı Suriye ile GKRY arasında bir MEB Antlaşması imzalanabilir. Noble Energy Şirketi GKRY’de MEB sahalarında rezerv araması için ruhsat sahibi olan şirketin menşei ABD’dir.
Kriz süreci bakımından gelişen bir kriz olduğu için henüz bir yumuşama ve kriz sonrası evreden bahsetmek mümkün değildir. Bunun için krizin sonucu, krizin sonucu, sonucun niteliği ve etkilerine dair bir parametre belirlemek mümkün değildir.