Krizlerde Üçüncü Aktörler ve Katkıları

Dış politika krizlerinin yönetim süreçleri bakımından karar alıcının uluslararası / bölgesel sistemdeki mevcut koşul ve dengeleri dikkate alması gerekir. 1923-2015 zaman diliminde karşılaşılan dış politika krizleri büyük çoğunlukla ikili seyretmiş olsa da bazı krizlerde üçüncü aktörlerin sürece dahil olduğu görülmektedir. Üçüncü aktörler krizin tırmanarak savaşa dönüşmesini sağlamak adına krizin tarafları arasında bazı durumlarda iletişimi sağlayan aktör olarak katkıda bulunurken bazı krizlerde ise doğrudan taraflar arasındaki uyuşmazlığı sonlandıracak nihai kararı verecek aktör olarak yer almıştır.


1924-1926 Musul Krizi buna örnektir. Bu krizde taraflar arasındaki müzakerelerle uyuşmazlığı çözmek mümkün olamadığından Milletler Cemiyeti uyuşmazlığı ele alarak karara bağlamıştır. MC Meclis’i Lozan Barış Antlaşması hükümlerine dayanarak, Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nın kararı ile teyit ederek sorunu esastan karara bağlamıştır. Devletlerarası uyuşmazlıklar söz konusu olduğunda Daimi Adalet Divanı’nın yargı yetkisine başvurulacağının kabulü Türkiye’nin antirevizyonist bir dış politika izlemekte olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bu bağlamda uyuşmazlıklarını diplomatik-siyasi müzakere ve pazarlıklarla çözmeye çalışırken gerektiğinde hukuki-yargısal çözümlere de başvurulmuştur. Dolayısıyla Uluslararası Daimi Adalet Divanı ve 1945 sonrasında Uluslararası Adalet Divanı bir boyutuyla uyuşmazlık, çatışma, kriz süreçlerinde gerilimi azaltan tampon mekanizmalar olmuştur. Hukuksal-yargısal mekanizmalara yapılan başvurulardan 1926 Musul Krizinde uyuşmazlık Irak-İngiltere’nin görüşüne göre çözülürken 1927 Lotus-Bozkurt Krizinde uyuşmazlık Türkiye’nin tezleri doğrultusunda çözümlenmiştir.

1936 yılında ise Türkiye ile Fransa arasında Sancağın (Hatay’ın) statüsü konusunda ortaya çıkan kriz sürecinde taraflar konuyu MC gündemine taşımıştır. MC Meclisi taraflar arasındaki ilişkilerin sıcak bir çatışmaya dönüşmemesi ve uyuşmazlığın halli konusunda karar verebilmek amacıyla bir raportör (İsveç Temsilcisi Rickard Sandler) tayin ederek hazırlayacağı rapor sonucunda nihai kararını vereceğini belirtmiştir. Hazırlanan Sandler Raporu’nu dikkate alan MC Meclis’i Sancak’ın “ayrı bir varlık” olduğuna dair statüsünü tanıyarak Türkiye ile Fransa arasında varılan anlaşma doğrultusunda Sancak (Hatay)’da uygulanacak statü ve anayasa çalışmalarını başlatmıştır.

Üçüncü aktörlerin örgütsel düzlemde asıl katkıda bulunduğu dönem 1945 sonrasıdır. Bu dönemde kurulan evrensel nitelikle Birleşmiş Milletler ve sonrasında kurulan Avrupa merkezli örgütlerin pek çoğunda Türkiye kurucu, tam üye olarak yer almıştır. Dolayısıyla dış politika krizlerinin seyri içerisinde Türkiye söz konusu platformlardan krizdeki meşruiyetini dillendirmek için yararlanmıştır. Bu bağlamda en fazla ön plana çıkan örgütün BM olması anlaşılabilir bir olgudur. BM’nin barışı ve istikrarı korumada üstlenmiş olduğu rol dolayısıyla Türkiye’nin dış politika krizlerinde özellikle Kıbrıs krizlerinde tartışmalı bir etkisi bulunmaktadır. 1963 sonrasındaki her krizde BM Güvenlik Konseyi ve Genel Sekreterin taraflar arasında müzakerelerle kalıcı bir çözümü sağlamaya dönük çabaları söz konusudur. Ancak bu çabaların kalıcı bir çözüm üretmiş olduğunu söylemek de pek mümkün değildir.

Krizlerdeki rolü bağlamında BM mekanizması zaman zaman çatışma-kriz süreçlerinde barış ve istikrarın bozulduğu gerekçesiyle şikâyet zemini olarak da kullanılmıştır. Örneğin 1957 Suriye Krizi’nde Suriye Türkiye’nin sınıra kuvvet yığmasını tehdit olarak değerlendirerek BM Güvenlik Konseyi’ne şikâyette bulunmuştur. 1974-1976 sürecinde ise Yunanistan Türkiye’yi Ege Denizi’nde kıta sahanlığına ilişkin ruhsat ve sismik faaliyetleri dolayısıyla şikâyet ederek BM Güvenlik Konseyi’nden ihtiyati tedbir almasını istemiştir. BM ise bilimsel nitelikteki faaliyetlerin devletlerin kıta sahanlığı haklarını ihlal etmediğini belirterek tarafları barışçıl müzakerelere davet etmiştir.

Üçüncü aktör bağlamında etkili bir başka örgüt ise NATO’dur. Gerek blok içindeki ülkelerle yaşanan krizlerde gerekse blok dışı ülkelerle yaşanan krizlerde NATO ittifakın temel çıkarlarını tehlikeye düşürebilecek bir gerginliği, tırmanmayı engellemeye çalışmıştır. Özellikle NATO’nun güneydoğu kanadını oluşturan Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan krizlerde savaş riskinin yüksekliği örgüt içerisinde kaygı yaratmıştır. Bu gibi durumlarda örgüt içerisinde baskın aktör durumundaki ülkeler, özellikle ABD ve İngiltere kriz yönetim sürecinde etkin rol üstlenmiştir. ABD’nin kriz yönetim süreçlerinde taraflar arasında doğrudan arabuluculuk misyonu üstlendiği görüldüğü gibi, krizin tırmanmasını önleyici bir baskın aktör rolü oynamıştır. 1974 Kıbrıs Krizi sonrasında Yunanistan’ın NATO askeri kanadından ayrılması ile NATO’da Yunanistan’ın yeniden askeri kanada dönüşüne ilişkin girişimler Türkiye’nin direnci ile karşılaşmış ve 1980 yılına kadar bu konuda bir ilerleme sağlanamamıştır. 1980 yılında Türkiye’deki askeri müdahale sonrasında konu yeniden gündeme geldiğinde “Rogers Planı” ile Türkiye vetosunu kaldırmış ve Yunanistan askeri kanada geri dönmüştür. Yunanistan’ın NATO’ya dönüşü üçüncü aktörler bağlamında NATO’nun çatışma çözücü bir rol üstlenebileceğine dair beklentileri cesaretlendirmiş olsa da bu tarihten itibaren Yunanistan NATO’yu Türkiye ile mücadelenin bir platformu olarak kullanmasına yol açmıştır. 1981’den itibaren Limni’deki askeri varlığını NATO askeri planları içerisine dahil ederek adaları silahlandırmasına meşru bir zemin yaratmaya çalışması yeni krizlere neden olmuştur. Bu süreçte NATO Genelsekreteri ve askeri yetkililerinin zaman zaman Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde arabulucu rolü üstlenerek önemli konularda bir mutabakat sağlamaya çalıştığı görülmüştür. Genel olarak NATO’nun taraflar arasında doğrudan taraf tutmamaya özen göstererek dengeli bir siyasa izlediği söylenebilir.

Bir diğer çok uluslu/uluslarüstü örgütlenme olarak AB’nin de Türkiye-Yunanistan arasındaki krizlerde rol üstlenmiş olduğu söylenebilir: Ancak Avrupa Birliği’nin krizlerdeki tutumu Yunanistan ve Kıbrıs’ın bu örgüte tam üye olmasından dolayı tarafsız olmaktan uzaktır. AB’nin kriz durumlarında Türkiye ile Yunanistan-Kıbrıs arasındaki ilişkilerin genel seyrine bağlı olarak aday Türkiye’ye karşı üye Yunanistan ve Kıbrıs’ın yanında yer aldığı görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye bakımından AB ile ilişkiler bir tür koşulluluk ilişkisi içerisinde yürütülmektedir. Yıllık ilerleme raporlarında Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan ile yaşadığı uyuşmazlıkların çözümünde bir ilerleme kaydedilememesinin sorumluluğunun tek yanlı olarak Türkiye’ye yüklenmekte oluşu AB’ye arabulucu ve tarafsız bir çatışma çözücü aktör statüsü vermemektedir.