Kriz Çıkaran Tarafın Niyeti veya Rolüne Göre Türkiye’nin Dış Politika Krizleri
Krizleri tasnif ederken krizi tetikleyen tarafın niyet ve beklentilerine göre bir ayrıma başvurulabilir.
KRİZ ÇIKARAN TARAFIN NİYETİ VEYA ROLÜNE GÖRE TASNİF |
KURGULANMIŞ |
KASITSIZ / ÖNGÖRÜLMEYEN |
ALGISAL GÜVEN[SİZ]LİK |
KAZA KRİZİ |
DOLAYLI KRİZ |
MEŞRUİYET |
Buna göre krizler doğrudan doğruya uyuşmazlığın tarafı olan aktörlerden herhangi biri tarafından tasarlanmış/kurgulanmış olabilir. Krizi tasarlayan taraf uyuşmazlık, çatışma süreçlerini de dikkate alarak krize tetikleyecek davranış sonucunda başlayacak olan kriz yönetim sürecini kendi yararına sonuçlanacak bir meydan okuma olarak görür. Genellikle bir fiili durum yaratarak rakibin tepkisini karşılayabileceğini, üstesinden gelebileceğini ve bunun sonucunda krizi tetiklemekteki hedefine ulaşacağını düşünür. Ancak kriz yönetiminin güçlükleri burada karar alıcının her zaman beklentilerinin karşılanamayacağını göstermektedir. Eğer krizi tırmandırarak süreci yönetebileceğini düşünen ve bunun sonucunda krizin her evresini yönetebileceğini tasarlayan aktör gerçekten gelişkin bir kriz yönetim mekanizmasına sahip değil ise fiili durum yaratarak başlatmış olduğu süreç beklentilerini karşılamayacağı gibi zarar göreceği bir sonuç da doğurabilir. Diğer yandan tasarlanmış bir krizin beklendiği gibi işleyebilmesi için rakibin kapasitesi ve motivasyonun doğru değerlendirilmesi, gelişkin ve iyi işleyen bir iletişim-istihbarat ağı, caydırıcılığı ve inandırıcılığı destekleyecek ekonomik, siyasi ve askeri kapasite, ulusal ve uluslararası hukuk açısından meşruiyete dayanmak gerekir. Tüm bunların yanı sıra tetikleyici davranışın uygulandığı an ve sonrasında bölgesel ve uluslararası sistem koşullarının da bu işleyişe uygun seyretmiş olması gerekir.
Tasarlanmış bir kriz sürecinde başarılı bir sonuç elde edebilmek için “kriz”den beklenen amaç ve hedefin olabildiğince “sınırlı” tutulması gerekir. Bu bağlamda tasarlanmış bir krizde savunmacı nitelikte bir stratejinin izlenmesi saldırgan bir stratejiden daha fazla etkili olabilir. Savunmacı stratejilerle tasarlanmış bir kriz yönetiminde karar alıcı ya rakibin uyuşmazlık sürecinde başlatmış olduğu bir ihlal durumunu durdurmaya ve geri adım attırmaya çalışır ya da fiili durum yaratarak rakibi müzakere edilebilir bir sürece yönlendirir. Saldırgan stratejilerin kullanıldığı bir kriz yönetim sürecinde ise genellikle krizi tasarlayan aktör rakibe üstünlük sağlamaya ve statükoyu kendi yararına değiştirmeye çalıştığı için başarılı bir kriz yönetim sürecinin işlemesi zordur.
Türkiye’nin dış politika krizleri bakımından ele alındığında Türkiye tarafından tasarlanmış olan dış politika krizlerinde savunmacı özelliklerin daha baskın olduğu görülür. Dış politikasının temek karakteristik özelliklerine dayanan savunmacı stratejiler ve meşrulaştırma kaygısı söz konusu krizlerde açıkça görülmektedir. Örneğin 1974-1976 Ege Denizi Kıta Sahanlığı Krizi Türkiye’nin tasarlamış olduğu krizlerdendir. Türkiye’nin bu krizdeki temel amacı Yunanistan’ın Ege Denizi’nde tek yanlı hak iddiasını tanımadığını gösterecek ve Yunanistan’ı Türkiye’nin de Ege Denizi’nde kıta sahanlığı hakkına sahip olduğunu kabule ikna etmektir. Bu amaca dönük olarak TPAO’ya ruhsatlar vererek hak iddiasını dillendirmiş olduğu gibi araştırma gemilerini ruhsat alanlarına göndererek “fiili durum”lar yaratmış ve Yunanistan’ı Türkiye ile müzakere masasına oturmaya yöneltmiştir. Sonuçta 1976 yılında imzalanan Bern Deklarasyonu ile Yunanistan Türkiye’nin de Ege Denizi’nde kıta sahanlığı hakkına sahip olduğunu kabul etmiş ve sınırlandırma anlaşması yapılıncaya değin geçici bir statüde anlaşmışlardır.
Tablo??: Kriz Çıkaran Tarafın Niyeti Veya Rolüne Göre Türkiye’nin Dış Politika Krizleri (1923-2015) |
|||
Kriz Tipi |
Krizler |
||
Kurgulanmış |
1992 TCG Muavenet Krizi |
1945 Sovyet Talepleri |
1929 Küçük Ağrı |
1997 S300 Füze Krizi |
1964 Kıbrıs I |
1973 -1976 Kıta Sahanlığı |
|
2003 Süleymaniye Baskını |
1967 Kıbrıs II |
1987 Kıta Sah. Krizi |
|
2010 Mavi Marmara |
1989 Bulgaristan Göçü |
1998 Suriye – Öcalan Krizi |
|
2003 Doğu Akdeniz MEB |
1996 Kardak Krizi |
|
|
1989-1990 Batı Trakya Krizi |
|||
Algısal Güven[siz]lik |
1957 Suriye |
1994-1995 Ege Denizi Krizi |
1935 Bulgaristan Krizi |
1974-1979 NOTAM-FIR |
|||
Kasıtsız / Öngörülmeyen |
1964 Johnson Mektubu |
1968-1973 Afyon Krizi |
1926 Bozkurt Lotus |
1955 6-7 Eylül Olayları |
1974 Kıbrıs III |
1936 Sancak Krizi |
|
2015 Şah Fırat Operasyonu |
|||
Dolaylı |
1942 Struma Krizi |
1991 Nahçivan Krizi |
1958 Irak Krizi |
2014 IŞİD Rehine Krizi |
|
1988 -1991 Iraklı Sığınmacılar Krizi |
|
Meşruiyet |
1924 Musul Krizi |
1981 Limni Krizi |
|
Kaza* |
1926 Bozkurt Lotus |
1992 TCG Muavenet Krizi |
2003 Süleymaniye Baskını |
* Söz konusu krizler aynı zamanda teknik anlamda “kaza” olarak nitelendirildiği için burada yeniden sınıflamaya dahil edilmektedir. |
Tasarlanmış bir diğer dış politika krizinde ise Türkiye doğrudan meşru savunma hakkına dayanan bir kuvvet kullanma tehdidi/zorlayıcı diplomasi stratejisi uygulamıştır. 1998 yılında Suriye’nin terör örgütü PKK’ya sağlamış olduğu desteği sonlandırmak ve bu ülkede bulunan lider kadronun ülke sınırları dışına çıkartılmasını sağlamak amacıyla zorlayıcı diplomasi stratejinden yararlandığı bir kriz tasarlamış ve süreci hızla tırmandırmıştır. Söz konusu krizde Türkiye ulusal ve uluslararası hukuk açısından meşru zeminde bulunduğu gibi kriz yönetiminin başarısı açısından uygun ulusal, bölgesel ve uluslararası sitem koşullarında krizi yönetmiştir. Söz konusu krizde askeri kuvvet kullanma tehdidinin inandırıcılığını arttıracak kapasite ve kararlılığa sahip olması başarıyı arttırmıştır.
1929 Ağrı isyanları sırasında yaşanan Küçük Ağrı Krizi’nde de Türkiye sınırlandırmış olduğu bir kriz yönetim stratejisi izlemiştir. Bir fiili durum yaratarak sıcak takip sonucunda İran topraklarına giren Türk askerleri geri çekilmeyerek İran ile diplomatik bir pazarlık sürecini başlatmış, bunun sonucunda da Türkiye ile İran toprak değişimi ile yeni bir sınır düzenlemesinde anlaşmışlardır. Her iki ülkenin de kriz sürecinde birbirlerinden doğrudan bir tehdit algısı içerisinde olmaması ve karar alıcıların birbirlerinin kimlik ve niyetleri hakkında olumlu görüşlere/kanaatlere sahip olmaları krizin tırmanmasını önlemiştir. Bu krizde Türkiye’nin fiili durum yaratmadaki temel amacı İran’ı mağdur etmek değil tam tersi İran ile arasının sınır ihlalleri yüzünden açılmasının önüne geçmektir.
Kasıtsız / Öngörülmeyen krizlerde ise karar alıcının uyuşmazlık-çatışma sürecinde izlemiş olduğu siyasasının tırmandırmaya yola açacağı ve bir krizi tetikleyebileceği öngörülmemektedir. Karar alıcı beklentilerinin aksine gelişen süreçte hasım ile bir krizin içerisine sürüklenir. Aslında bu tür krizlerde karar alıcı hasım aktörle ilişkilerinin seyrinde tırmanma ve krizleşme potansiyeli olan “uyaran”ları algılama ve değerlendirmede gerekli özeni göstermemiş olabilir. Kimi zaman yetersiz istihbarat ve bilgi akışının yanı sıra kriz yönetim süreci içerisinde karar alıcıyı bilgilendirmesi gereken bürokratik kadro ve uzmanlar da uyaranları dikkate alan bir kriz yönetim stratejisinin oluşturulması ve uygulanmasında yetersiz kalabilmektedir. Dolayısıyla niyeti bir kriz çıkartmak olmayan taraf izlemiş olduğu strateji ve taktik davranışlar sonucunda kendini bir medyan okumanın içerisinde bulabilir. Bu durum eğer iyi yönetilemez ve onurlu bir geri adım – pazarlık süreci yaratılamaz ise krizin kendi içerisinde yeniden tırmanması ve askeri bir niteliğe dönüşmesi mümkündür. 1955 yılında yaşanan 6-7 Eylül Olayları bu tarz bir kriz örneğidir. Karar alıcılar Londra’daki müzakerecilere kamu oyu desteği sağlamaya çalışırken azınlıklara yönelik bir ötekileştirmenin içerisinde olduğunun farklına varmadığı gibi bunun Türkiye ile Yunanistan arasında bir kriz çıkartabileceğini de öngörmemiştir.
Algısal güvenlik bağlamında ortaya çıkan krizlerde tarafların diğer ülkeye karşı düşmanca bir amacı olmasa bile diğer ülkede doğan algı bunun kendisini hedef almış olduğu yönündedir. Bu bağlamda karar alıcı gerçeklik ile algı arasında bir bağ kurmak konusunda ikilem içerisinde olabilir. Güven ve güvenlik algısının sağlanamadığı bir durumda tarafların bir diğerini kendi çıkar, hedef ve önceliklerinin korunması ve/ya elde edilmesinde potansiyel tehdit ve/ya engelleyici unsur olarak görmesi uyuşmazlıkların hızla çatışmaya, giderek krize tırmanmasına neden olur. Çünkü çoğu kez güven ve güvenlik arttırıcı önlemlerin yaşama geçirilmesi ve ilişkilerin “normalleştirilmesi” uzun bir çabayı gerektirir. Üstelik tarafların tamamının bunun gerekliliğine inanmış ve samimi olarak çaba gösteriyor olması gerekir.
Türkiye’nin dış politika krizleri bakımından değerlendirildiğinde 1935 Bulgaristan krizinde Bulgaristan’ın Türkiye’den kaynaklandığını düşündüğü güvenlik kaygıları bu kapsamda değerlendirilebilir. Revizyonist eğilimlerin Balkanlar’da yükselişte olduğu bir süreçte Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlamaya yönelik olarak Trakya’yı silahlandırması Bulgaristan’ı kuşkulandırmış ve Türkiye’nin kendisine saldıracağı endişesine kapılmıştır. Bunun farkına varan Türkiye’deki karar alıcılar Bulgaristan’ın kaygılarını giderecek diplomatik-siyasi girişimleri yaparak ilişkileri güvene dayandırmaya çalışmıştır.
Türkiye’nin 1997-1999 yıllarında Kıbrıs’taki S-300 füzelerine ilişkin krizde benzer bir kaygıdan hareket ettiği söylenebilir. Henüz kalıcı bir barışın kurulamadığı Kıbrıs’ta KRY’nin ateşkes koşullarını ve Kıbrıs’taki silah dengesini sarsacak bir silahlanma faaliyeti içerisine girmesi Türkiye’de güvenlik eksenli kaygıları arttırmıştır. KRY’nin S-300 füzelerini sipariş etmesi ve bunları Ada’ya getirecek olması gerçekte Türkiye’nin askeri kapasitesi düşünüldüğünde çok büyük bir risk yaratmayabilecekken Türkiye bu durumu algısal düzeyde anlam yükleyerek karşı çıkmıştır. Krizde Türkiye’nin kararlılığı bu füzelerin Kıbrıs’a gelmesi halinde imha edilecekleri söylemi/eylemi üzerine kurulmuş ve baskılara rağmen bundan geri adım atılmamıştır.
Karar alıcı bakımından önceden tasarlanmamış, engellenebilmesi mümkün olmayan, yanlış değerlendirme ve/ya eksik bilgiden kaynaklanabileceği gibi tamamen teknik anlamda kaza olarak ortaya çıkan krizlerdir. Bu tür krizler taraflar arasında herhangi bir uyuşmazlığın içerisinde çıkmadıkları ve önlem alınması için hazırlık yapılması mümkün olmadığı için karar alıcılar bakımından aniden ortaya çıkarlar. Dolayısıyla krizin tarafı olan aktörler bakımından krizi ilişkilerin seyrini değiştirecek bir niteliğe dönüşmeden çözme olanağı vardır. Taraflar bu tür krizlerde ilişkileri tırmandıracak söz veya eylemler yerine kaza niteliğini kanıtlayacak ve ilişkilerde yaratmış olduğu hasarı ortadan kaldırmaya yarayacak siyasaları işleterek hızla normal ilişki düzeyini yakalamaya çalışırlar.
Krizi tetikleyen söz veya eylemin taraflardan birinin iradi tasarrufu [kriz çıkartma niyeti] sonucunda gerçekleşmemiş olması bu tür krizlerin yönetilmesini kolaylaştırmaktadır. Bunun için uğranılan hasarın telafisini sağlayacak somut davranışların sergilenmesi gerekir. Tarafların iyi niyet ve şeffaflığı krizin tırmanmadan atlatılmasını kolaylaştırır, kamuoyu ve kitle iletişim araçlarının travmayı sansasyonel amaçlı kullanmasını önler.
Diğer yandan kimi durumlarda tarafların krizi tetikleyen söz ve/ya eyleme ilişkin bilgilerde muğlaklık ve kamuoyu vicdanında kuşkuları giderecek şeffaf ve inandırıcılığı yüksek bir açıklamanın yapıl[a]maması “kaza krizleri”ni şüpheli kılmaktadır. Böylesi durumlarda ilişkilerin genel seyri içerisinde tarafların birbirlerine bu “kaza krizi” aracılığı ile vermek istediği mesajın ne olduğuna dair çeşitli senaryolar üretilmektedir.
Türkiye’nin dış politika krizlerinden ikisinin bu türden “kaza krizi” olduğu söylenebilir. 1992 yılında icra edilen bir NATO tatbikatı sırasında ABD uçak gemisi US Saratoga’dan açılan güdümlü füze ateşi sonucunda TCG Muavenet zırhlısının köprü üstünün vurulması “kaza” olarak nitelendirilerek uyutulmuştur. Yapılan resmi açıklamalarda olayın tamamen insan hatasından kaynaklanan bir “kaza” olduğu vurgulanmıştır. Ancak mağdurların ABD’de açmış oldukları davada ABD mahkemesi davanın siyasi niteliğine işaret ederek davaya bakmayı reddetmiştir. Kazaya neden olan ABD’li askeri personel ise herhangi bir cezai yaptırımla karşılaşmamıştır. Bu durum Türk kamuoyunda olaya ilişkin kuşkuları arttırmıştır.
Benzer bir kriz yine ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali sonrasında yaşanmıştır. 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye’de göre yapan Türk askeri irtibat birliğine yapılan baskın sonucunda Türk askeri personeli başlarına çuval geçirilerek gözaltına alınmış ve Türkiye’nin askeri ve sivil kanallardan müdahalesi sonucunda 72 saat sonra bırakılmaları sağlanmıştır. Bu durum ABD’li karar alıcılar tarafından Süleymaniye’deki Amerikan personelinin yanlış bilgilendirilmelerinden kaynaklandığı şeklinde açıklanarak durumdan üzüntü duyulduğu şeklinde geçiştirilmiştir. Ancak baskının yaratmış olduğu travmanın Türk-Amerikan ilişkilerindeki izleri hala korunmaktadır.
Dolaylı krizler ise doğrudan Türkiye’nin bir başka ülke ile yaşamış olduğu herhangi bir uyuşmazlık/çatışma içerisinde ortaya çıkmayan bununla birlikte başka aktörler arasında başlayan fakat etkisi bakımından Türkiye’yi de ilgilendiren ve tepki göstermesini gerektiren krizlerdir. Dolaylı krizlerde kriz bundan etkilenen üçüncü aktörleri de içine çekecek şekilde yatayda tırmanır ve genişler. Üçüncü aktörün uyuşmazlık-çatışma-kriz sarkacında diğer aktörlerle doğrudan herhangi bir sorunu genellikle yoktur. Kriz, savunmacı ve saldırgan olmak üzere iki taraf arasında sürerken bu durumdan –genellikle olumsuz etkilenen üçüncü aktörler savunmacı ve saldırgan taraflardan herhangi birini hedef alarak krize dahil olur. Üçüncü tarafın süreç içerisinde krize dahil olma istek ve beklentisi yoktur. Örneğin 1989-1992 yılları arasında Azerbaycan ile Ermenistan arasında Dağlık Karabağ’da başlayan ve gelişen savaş sırasında çatışmaların yayılması ve Nahçivan’a da sıçraması Türkiye açısından bir dolaylı krizi başlatmıştır. Nahçivan’ın toprak bütünlüğünün tehlikeye girmesi ve Ermenistan’ın bu toprakları işgal etmesi karşısında Türkiye doğrudan tarafı olmadığı bir savaşta doğrudan tarafı haline geleceği bir krizle karşılaşmıştır. Nahçivan’ın toprak bütünlüğünün ihlal edilmesi ve işgalin sonlandırılmaması durumunda Ermenistan’a karşı askeri kuvvet kullanabileceğini açıklayarak Ermenistan’ın işgali sonlandırmasını sağlamıştır.
Kimi durumlarda dolaylı krizler bir ülkenin kendi içinde başlattığı bir eylem sonucunda komşu ülkenin sorunun tarafı haline gelmesi ile de gerçekleşebilir. Örneğin 1988 – 1991 yıllarında Irak'ın kendi ülke sınırları içerisinde Kürt halkına yönelik olarak başlattığı şiddet ve kitlesel imha girişimi Türkiye ile doğrudan bir ilgisi olmamasına rağmen Türkiye'yi bir taraf haline getirmiştir. İnsani niteliği de bulunan bir kriz Türkiye – Irak arasında bir krize dönüşmüş ve iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştirmiştir. Burada Türkiye savunmacı niteliği ile bir kriz yönetim stratejisi izlemiş ve Irak'tan kaçarak Türkiye topraklarına sığınan insanların yarattığı sorunu çözmek için yoğun bir çaba harcamak zorunda kalmıştır.
Krizi çıkaran taraf kriz yaratan olayı meşruiyet sağlamak amacıyla başlatabilir. Savunmacı taraf için meşruiyet krizi ise daha önce tanınmış olan veya tanınmasını istediği hak ve statüyü korumaya ilişkin olabilir. Bu boyutuyla ele alındığında savunmacı niteliğiyle bir krizi tırmandırmayı veya tetiklemeyi göze almış olan bir tarafın aslında krizde elde etmeye çalıştığı temel amaç/hedef istemine meşruiyet kazandırmakla sınırlıdır. İstemine kazandırmaya çalıştığı meşruiyet ulusal-uluslararası hukuk tarafından desteklenebilir nitelikte ise genellikle kriz kuvvet kullanma tehdidine veya sınırlı bir sıcak çatışmaya varmadan durdurulabilir. Meşruiyetin korunması konusunda duyarlılığı bulunan taraf söz konusu meşruiyet ilişkisini fiili bir eylemle tehdit eden gelişmelere karşı duyarlılığını korur. Böyle bir durum gerçekleştiği takdirde savunmacı taraf saldırgan tarafa diplomatik, hukuksal, siyasal ve giderek askeri araç ve yöntemlerle direnç gösterir. Saldırgan tarafın başlatmış olacağı bir fiili durum yaratma çabası ise saldırgan tarafın haksız eylemine meşruiyet sağlamayı hedefleyebilir. Böyle bir durumda fiili durum yaratma girişiminin bir oldu-bitti ile sonuçlanma riski bulunmaktadır. Genellikle oldu-bitti yaratma girişimine bir tepki gösterilmediği takdirde pazarlık-müzakere sürecinde bu bakımdan bir yapılagelişin/teamülün oluştuğu ileri sürülebilir. Bu nedenle hak ve statü kaybına uğramak istemeyen taraf böyle bir durumda krizi yatay ve/ya dikey olarak tırmandırarak krizi derinleştirmeyi tercih edebilir. Türkiye’nin dış politika krizleri dikkate alındığında savunmacı veya saldırgan nitelikte meşruiyet kazanmak amacına yönelik krizler görülebilir. Örneğin 1924-1926 Musul Krizinde Türkiye Misakı Milli sınırları içerisinde olduğunu ilan ettiği Musul’u ulusal sınırları içerisine dahil etmeye çalışırken İngiltere’nin mandaterlik statüsünü ileri sürerek Musul’u Irak’ın bir parçası olarak göstermeye çalışması bir meşruiyet tartışmasına dayanmaktadır. İngiltere fiili durumu Türkiye’ye dayatarak bir meşruiyet sağlamaya çalışırken MC’nin de desteğini kendi yanında görmüştür.
Diğer yandan 1981 yılında Yunanistan’ın Limni’yi uluslararası antlaşmalara aykırı olarak silahlandırmış olmasına NATO çerçevesinde bir statü kazandırma girişimi krizi tetikleyen davranış olmuştur.