1924 MUSUL KRİZİ

İmparatorluklar çağını sona erdiren Birinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sistemde bir güçler dengesi sistemi hâkimdir. Bu sistem içerisinde İngiltere baskın aktörlerden biri olarak sistemin yönlendiricisi durumdadır. Avrupa’da Alman İmparatorluğu’nun savaştan yenilmiş ve yıpranmış olarak çıkmasının bedeli Versay Antlaşması’nda ağır yaptırımlarla yüzleşmesinin yolunu açmış dolayısıyla bu ülkeyi sistemde görece etkisizleştirmiştir. Diğer yandan İngiltere ile rekabet içerisinde olma kapasitesine sahip bir başka güç ortaya çıkmıştır; Sovyetler Birliği.

Uluslararası siyasal sistemde görece yeni bir güç olarak ortaya çıkan ABD ise henüz sistemi yönlendirebilme kapasitesini kullanmaktan uzak, izolasyonist bir dış politika izlemektedir. Bununla birlikte Uluslararası sisteme İdealist kurumlar ve değerler yerleştirilmeye çalışılmış, Milletler Cemiyeti (MC) kurularak barış ve ortak güvenliğin sisteme hâkim olmasına çalışılmıştır.

İngiltere’nin baskın aktör olduğu bir uluslararası sistem; MC ve Wilson ilkelerine rağmen bu dönemde I. Dünya Savaşı’nın galip çıkan devletleri ile yenilgiyle çıkan devletleri arasındaki rekabetin izleri gözlenmektedir. Dolayısıyla bu süreç Avrupa’da dayatılan barış koşullarını değiştirmeyi hedefleyen ülkeler bakımından geçici bir dönemdir. İmparatorluklar dönemi sona ererken uluslararası topluma yeni ulus devletler katılmış, kurulan devletlerden bir kısmı ise emperyal güçlerin mandaterliği altında sisteme dahil edilmişlerdir.

Genel olarak uluslararası sitemin yapısına bakıldığında klasik güç dengesine dayanan çok merkezli bir yapı arz etmekteyken, sistem düzeyi açısından dominant- baskın sistem mevcuttur.

Bölgesel sistemde uluslararası sistemin karakteristik özelliğini taşıdığı görülmektedir. İmparatorluğun gücünde uzun, yorucu ve maliyetli savaşlardan kaynaklanan bir düşüş söz konusu olsa da İngiltere Ortadoğu bölgesinde hala siyasal etkinliği en yüksek ve en güçlü aktör olarak yer almaktadır. Bununla beraber yükselen güç olarak Amerikan Birleşik Devletleri’nin olduğu görülmektedir. Küresel anlamda etkisi ve gücü günden güne artmasına rağmen Amerikan Birleşik Devletleri (ABD) Monreo Doktrini çerçevesinde izlemiş olduğu “kabuğuna çekilme” (isolation policy) politikası nedeniyle henüz bölgeye nüfuz edememiştir. Bölgede İngiltere dışında Fransa’nın önemli bir tesir alanı mevcuttur. Ayrıca bu coğrafyadaki ülkelerin neredeyse tamamı manda rejimiyle yönetilmektedir.

Fakat krizin cereyan ettiği Ortadoğu’da, bölgesel-alt sistemde İngiliz hâkimiyeti söz konusudur. Bununla birlikte henüz İstiklâl Harbi’nden (19 Mayıs 1919 – 11 Ekim 1922) çıkmış olması nedeniyle, Türkiye rakibiyle masada denk bir şekilde görüşememiştir.

Dış politikaya ilişkin kararların alınması ve uygulanması bakımından kamu bürokrasisinin dayanmış olduğu anayasal ve yasal zemin önem kazanmaktadır. Karar alma ve uygulama süreci siyasal rejimin dayanmış olduğu esaslar çerçevesinde şekillenmektedir. 1923’te ilan edilen Cumhuriyet rejiminin anayasal zemini 1924 yılında kabul edilen 1924 Anayasası ile değişikliğe uğramış ve Meclis Hükümetleri dönemi sona ermiştir. 1924 Anayasası Türkiye’ye güçler ayrılığı ilkesine dayalı olmakla birlikte tek partili otokratik bir sivil siyasal rejim getirmiştir.

Dönemin siyasi karar alma süreci hukuki olarak 1924 Anayasası tarafından belirlenmektedir. Anayasaya göre güçler ayrılığı ilkesi söz konusudur ve dış politikaya ilişkin kararlar özü itibariyle yürütme erkini, dolayısıyla görev, yetki ve sorumluluğunu elinde bulunduran Bakanlar Kurulu tarafından alınmaktadır. Anayasaya göre Yürütme erkinin başında siyasal bakımdan sorumsuz olan Cumhurbaşkanı bulunmaktadır. Cumhurbaşkanının almış olduğu kararların siyasi sorumluluğu ise Bakanlar Kurulu ve ilgili bakan tarafından üstlenilmektedir.

Diğer yandan günümüzden farklı olarak dış politika konusunda ve diğer iş ve işlemlerde olduğu gibi hükümet, yasama organına, TBMM’ye karşı sorumludur. TBMM’nin denetimine tabidir. TBMM, bu yetkiyi genel görüşme, gizli görüşme, gensoru, yazılı-sözlü soru önergeleri ile kullanabilmektedir. Ayrıca Hükümetin yapmış olduğu uluslararası antlaşmaların yürürlüğe girmesi, uluslararası örgütlere üyelik, savaş ilanı ve silahlı kuvvetlerin yurtdışına gönderilmesi, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’ye gelmesi gibi konular da TBMM’nin konuyu görüşmesi ve bir karar ve/ya yasa ile uygun bulmasına bağlıdır. Hükümet yaptığı işlerden TBMM’ye karşı yükümlü olması çok büyük aksaklıklara neden olmasa da bazı durumlarda karar alma sürecinin yavaşlamasına neden olmuştur.

1924 Anayasasının çizmiş olduğu çerçeve içerisinde devletin dış ilişkilerini yürütme Bakanlar Kurulu’nun görev, yetki ve sorumluluğundadır. Bununla birlikte dış politika kararlarını alınması ve uygulanması sürecinde siyasi karar alıcıların tercihlerini kolaylaştıracak bilgi ve deneyim yine kamu bürokrasisi içerisinde bulunmaktadır. Hariciye Vekâleti (Dışişleri Bakanlığı) dış politikanın diplomatik, siyasi ve kimi zaman hukuki kısmını şekillendirirken, Milli Müdafaa Vekâleti (Savunma Bakanlığı), Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) dış politikanın güvenlik ve savunma kısmını destekleyen bilgi ve seçenekleri üreterek Hükümetin dış politikasının oluşumunda yardımcı olurlar.

Daha alt düzeyde ve nadir olmakla birlikte kimi zaman Hükümetin dış politika kararlarını verirken ihtiyaç duyduğu bilgiyi istihbarat ile ilgilenen Milli Amele Hizmet Teşkilatı (Milli İstihbarat Teşkilatı) sağlayabilmektedir. Krizi süresince taraflar arasındaki iletişim; hükümet başkanları ve dışişleri bakanları (daha az) ve bürokratlar düzeyinde sürdürülmüştür.

Bunun dışında Musul meselesi, toprak kaybı söz konusu olması nedeniyle hem Lozan Barış Konferansı’nda hem de sonrasındaki süreçte gelişmelere paralel olarak TBMM’de hararetli tartışmalara sahne olmuştur. Bu durum Musul’un konuşulduğu Meclis celse tutanaklarından rahatlıkla izlenebilmektedir.

Musul krizinde, krizi yürüten taraflar açısından günümüzde pek rastlanılmayan bir durum söz konusu olmuştur. Söz konusu krize sebep olan Musul Irak’ta bulunan bir bölge olmasına rağmen, Türkiye’nin bu konudaki tek muhatabı İngiltere olmuştur. Sömürgeci konumundaki İngiltere mandater ülke olarak Irak adına krizi yöneten ülke konumuna gelmiştir. Rakip İngiltere olması nedeniyle kriz yönetimi açısından Irak yöneticileriyle doğrudan ya da dolaylı herhangi bir temas kurulmamış, dolayısıyla krizin incelenmesi esnasında Iraklı liderler ve onların özellikleri dikkate alınmamıştır.

Dönemin İngiltere Kralı ve ülkenin başı George V (George Frederick Ernest Albert) – 6 Mayıs 1910 – 20 Ocak 1936 olmasına rağmen kriz esnasında adet olduğu üzere yürütmeyle ilgili işlere müdahalede bulunmamıştır. İngiltere adına kriz Başbakan, İngiliz Büyükelçiliği, Irak Yüksek Komiseri ve Savaş Bakanlığı (Secretary of State for War) tarafından yönetilmiştir. Buna rağmen İngiliz karar alma mekanizmasında bürokrasi ve kurumsal yapı tam olarak işletilmiş, kişisel insiyatifler daha sınırlı tutulmuştur. Kriz zamana yayıldığından İngiltere’de bu dönemde çoğunlukla Muhafazakar Parti’den (Conservative Party) Stanley Baldwin Hükümeti (23 Mayıs 1923 – 16 Ocak 1924 / 4 Kasım 1924 – 5 Haziran 1929) iş başında olmuştur.  Sadece çok kısa bir süre için (22 Ocak 1924 – 4 Kasım 1924) Birleşik Krallık Başbakanlığı görevinde İşçi Partisi’nden (Labour Party) James Ramsay Macdonald bulunmuştur. Liderlik özellikleri bakımından İngiltere’de, gelişmiş bürokratik yapılanmadan dolayı krize etki eden “baskın lider” etkisi görülmemektedir. Türkiye’de ise bu dönemde Atatürk Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü ise Başbakan olarak dış politikayı belirleyen yürütme erkini ellerinde bulundurmaktadır. Anayasa gereği siyasal sorumlu olmayan Cumhurbaşkanı Atatürk karizmatik liderliğiyle çoğu kez dış politikada önemli kararların alınmasında etkili olmuştur. Genellikle dış politika kararlarının alınması sırasında dar bir kadronun sürece dahil olduğu görülmektedir. Cumhurbaşkanı, başbakan, dışişleri bakanı bu kadronun çekirdeğini oluştururken savunma bakanı, içişleri bakanı, genelkurmay başkanı sürece dahil edilen diğer aktörler olmaktadır.

Dış politikanın hassas dengeleri çerçevesinde Cumhurbaşkanı olarak Atatürk’ün görevli diplomatlar aracılığı ile dış politika gündemine dair bilgi sahibi olduğu, MAH’tan bilgi aldığı görülmektedir. Bütün bu durum dikkate alındığında karizmatik bir lider olarak Atatürk’ün dış politikaya ilişkin kararlarını verirken kararını kolaylaştıracak ayrıntılı bilgi ve seçenekler edinmek amacıyla çok çeşitli aktör ve kaynaktan yararlanmış olduğu anlaşılmaktadır. Nihai siyasi kararı verme aşamasında tercihini/görüşünü hükümete bildirmekte ve çoğunlukla bu karar uygulanmaktadır.

Liderlik özellikleri bakımından Atatürk’ün konumu itibariyle “baskın lider” olduğu söylenebilir. Algısal, bilişsel özellikleri ve kapasitesi ile özellikle dış politika alanında Hükümetin siyasası üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olarak Hükümetin almış olduğu kararlara etkisi, kimi durumlarda doğrudan süreci etkileyecek kararları alarak bürokrasiyi hatta Hükümeti yönlendirmesi ilerleyen süreçte Başbakan İnönü’nün tepkisine de neden olur.

Musul krizi uzunca bir süreye yayılmasına rağmen karar alıcıların yapısında ciddi bir değişiklik olmamıştır. Kriz boyunca ülke tek parti yönetimince idare edilmiştir. Kısaca kriz boyunca Atatürk ve İsmet İnönü ve dışişleri bakanının aktif katılımı dışında, dönemin Türkiye’sinde kurumsal bir karar alma birimi olarak Bakanlar Kurulu mevcut olmasına ve kararların kurulda onaylanmasına rağmen, savunma bakanı, genelkurmay başkanı ve TBMM başkanı da sürece dahil olmuştur. Yani kararlar sınırlı sayıda, ülkeyi sivil otoriter rejimle yöneten küçük grup tarafından (1-5 kişi) alınmıştır.

1923 sonrasıTürkiye bakımından devrimin yerleştirilmeye ve Lozan’dan arta kalan sorunların çözülmeye çalışıldığı bir döneme işaret etmektedir. Bu dönem aslında modern bir devlet yaratmanın sıkıntılarını içermektedir. Bir yandan ulus devlete dayalı cumhuriyet rejimi yerleştirilmeye çalışılırken diğer yandan buna direnen ve süreci tökezleten gruplarla da mücadele edilmek zorunda kalınmıştır. Toprak ve insan kayıplarıyla, savaşlarla küçülen bir imparatorluktan bir cumhuriyet, ulus devlet yaratılmıştır. Yeni bağımsızlığını kazanan Türkiye, kamu düzenini kurma ihtiyacı, ulusal güvenlik, toprak bütünlüğü ve iç isyanlar – ayrılıkçı taleplerle uğraşmakla meşguldür. 1927 yılında yapılan Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu 13.648.270’tir. Toplam nüfusun %75,78’i köyde, %24,22’si şehirlerde yaşamaktadır. Nüfusun 6.563.879’u erkek, 7.084.391’i ise kadınlardan oluşmaktadır.

Krizin devam ettiği süreçte, rejim Şeyh Sait İsyanı ve Nasturi ayaklanmaları dışında iç siyasette muhalefetle mücadele etmiştir. Cumhuriyet rejimi yöneticileri seküler ve laik bir devlet öngördüğü için buna karşı çıkan önemli bir muhalif kesim bulunmaktaydı.  Dolayısıyla diğer faktörlere ek olarak rejim iç siyasette de henüz öngördüğü büyük değişiklikleri gerçekleştiebilmiş ve iktidardaki yerini tahkim etmiş değildir. Bu durum İngilizlerle olan ilişkilerde ve kriz yönetimi için dikkate alınması gereken, direnç noktalarının oluşturulmasına önemli bir etken olarak karşımıza çıkmıştır. İngiltere yönetimi ülkenin dezavantajlı bu durumunun farkında olmasından dolayı, kriz yönetiminde fırsatı sonuna kadar kullanmıştır.

Buna mukabil İngilizler bu dönemde daha çok ekonomik meselelerle ve ülke dışındaki askerlerin durumuyla uğraşmaktadırlar. Dünya savaşından dolayı bozulan ekonomik yapı ve ülke dışında savaşan askerlerin varlığı kamuoyunda rahatsızlığa neden olmuştur. Bu sebepten dolayı çok elzem olmadığı müddetçe doğrudan bir çatışmaya girebilecek durumları yoktur ve çatışma yerine anlaşma yolunu tercih etmek istemiştir. Dolayısıyla bu iki durum İngiltere’de de karar alma mekanizmasında bir baskı oluşturmuştur.  Ayrıca kriz boyunca İngiltere bazen çoğunluk hükümetince bazen de koalisyon hükümetince idare edilmekte ve ülke genel olarak demokratik bir rejimle yönetilmektedir.

Karar alma sürecine yukarıda belirtilen temel görünen aktörler dışında her hangi başka bir aktör katkıda bulunmamıştır. Fakat sürecin gidişatına ciddi bir etkisi olan bir unsur gündeme gelmiş ve bu da karar alma sürecinin seyrini büyük oranda etkilemiştir. Musul’un statüsü/Irak sınırı konusu Lozan’da görüşüldüğünde Türkiye açısından farkına çok sonraları varılacak bir durum söz konusudur; Ankara ile kırmızı çizgiler konusunda sürekli yazışan Lozan Heyeti’nin tüm yazışmaları, kendilerine ulaşmadan önce İngiliz istihbaratçıları tarafından deşifre edilmiştir. Kriz yönetiminde rakibin sınırlarının, stratejilerinin hatta direnç noktalarının bilinmesinin ne kadar önemli olduğu dikkate alındığında bu durumun çok önemli olduğu sonradan anlaşılmaktadır. Krizin gidişatına etki eden bu durum Türkiye’nin krizi yönetimi açısından çok büyük zorluklara neden olmuştur. Belki de Lozan Heyeti’nin Ankara’ya yakındığı rakiplerin (özellikle Lord Curzon) müzakere konuları hakkında geri adım atmayan inatçı tavırlarının ardında bu bilgi mevcuttur. Dolayısıyla bu durum karar alma sürecinde Musul’un kaderinin tayin edilmesinde etkili olmuştur.

Şimdi de krize uyuşmazlık, çatışma, kriz öyküsü ve temel bilgiler açısından bakıldığında şöyle bir tabloyla karşılaşılmıştır.

20. yüzyılın başlangıcı yeni Türkiye için birçok zorluğu beraberinde getirmiştir. Osmanlı’dan devrolunan sıkıntıların, buhranların yanı sıra yeni bir devlet olarak üstesinden gelmesi gereken birçok sorun bulunmaktaydı. Yeni kurulan Cumhuriyet yönetimi savaşlardan, zorunlu göçlerden yeni çıkmış askeri, iktisadi ve sosyal açıdan sorunlarla mücadele etmekteydi. Bundan dolayıdır ki, büyük güçlerle yapmış olduğu antlaşmalarda eşit şartlarda müzakere edilememekte ve çoğunlukla da Türkiye aleyhine sonuçlar / belirsizlikler içermekteydi. Bu dönemde özellikle yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla büyük emperyal güçlerle anlaşmazlık oluşturan birçok konuyla karşı karşıya kalınmıştır. Musul bunlardan sadece bir tanesini oluşturmaktadır.

Musul Sorunu, Osmanlı Devleti’ne bağlı Musul Vilayeti’nin toprak sorunudur. Sorunun arka planında yatan sebepse Musul bölgesinin hangi ülkenin egemenliğine bırakılacağı sorunu olmuştur. Uzunca bir süredir savaşlar sebebiyle içeride ve dışarıda ciddi sıkıntıları olan İngiltere Musul’u bırakmak istememiştir. İngilizler, Musul’da petrol rezervleri /yataklarının olduğuna dair elde ettikleri bilgi sebebiyle işgal etmiş bulundukları bu bölgeyi Türkiye’ye vermek istememişlerdir.

Bununla birlikte Türkiye’nin Musul meselesiyle uğraşması ciddi isyanlarla uğraşmak zorunda olduğu bir döneme denk gelmiştir. Bu durum krizin gidişatını ciddi oranda etkilemiştir. Bunlardan en büyükleri Şeyh Sait Ayaklanması ve Nasturi İsyanı olmuştur.  Kriz boyunca etkin olan dönemi başbakanı ve Lozan Heyeti’ne başkanlık yapan İsmet İnönü hatıratlarında her ne kadar Şeyh Sait isyanında genelde Musul ile bir alaka kurulduğunu ama kendisinin bu isyanların İngilizlerin çıkardığına veya desteklediğine dair her hangi bir ize rastlamadığını dile getirir. Fakat döneme dair yazılan çalışmaların önemli bir kısmı İngilizleri Türkiye’nin elini masada güçsüzleştirmek için çıkan isyanları desteklediği en azından kaşıdığına işaret etmektedir. İngilizlere göreyse isyanın asıl nedeni olarak dini bir makam olan hilafetin kalkması, bölgedeki yöneticilerin Türk olmaması, hükümetin yanlış iskân siyaseti ve Kürtçenin konuşulmasına bölgede izin verilmemesinden ileri geldiği iddia edilmiştir. Hatta daha da ileri giderek isyanın Türkler tarafında çıkarıldığı ve kavga süsü verilerek Musul meselesinin oldubittiye getirilmeye çalışıldığı fikri ortaya atılmıştır.

Meselenin Kurtuluş Savaşı’ndan henüz çıkmış ve Misak-i Milli tartışmalarının yoğun tartışıldığı bir dönemde gündeme geldiği dikkate alınırsa Türkiye’deki karar birimlerinin seçeneklerinin rasyonel karar vermesinin zorlukları daha iyi anlaşılmaktadır.  Diğer yandan Musul’da varlığı bilinen, civar bölgelerde de bulunacağı tahmin edilen petrol nedeniyle krizin sınır çizimi ve toprak paylaşımından öte bir anlamı vardır. Bugün Musul Krizi olarak bilinen olayın başlangıcı bu şekilde gerçekleşmiş, zamanla Türkiye ve İngiltere arasında sorun olarak algılanmıştır.

Çalışmanın bundan sonraki kısmında Türk dış politikası krizlerinden biri olan Musul Krizinin karar verme ve yönetimi süreçleri önceden belirlenmiş parametreler çerçevesinde analiz edilecektir.

Osmanlı devleti sınırları içerisinde yer alan Musul ve çevresi özellikle petrol varlığının keşfedilmesiyle dönemin büyük güçleri tarafından rekabete konu olmuştur. 1916 tarihinde yapılan Sykes-Picot Antlaşması’na göre Musul Fransa’ya bırakılmışken, Fransa 1920’de yapılan San Remo Konferansı’nda Ortadoğu’daki Fransız çıkarlarını koruması için İngiltere terketmiştir. Bölgeyi hâkimiyetine alan İngiltere Hristiyanların güvenliği, Krallık savaş esirlerine kötü muamele edilmesi vb. sebeplerden dolayı Mondros Mütarekesi’nin 7.maddesine dayandırarak Osmanlı devletinden Musul’u kendilerine bırakılmasını istemiştir. Güvenlikleri gereği işgal ettikleri Musul 15 Kasım 1918 tarihinde İngilizlerin eline geçmiştir. Sonrasında beklendiği gibi İngiltere mütarekeden kaynaklanan belirsizlikten yaralanarak silah bırakışmasından 15 gün sonra bölgeye el koyarak sonrasında yaşanacak tüm ihtilafların başlangıcına temel hazırlamıştır.

İşgal sonrasında Musul konusu Türkiye ve İngiltere arasında Lozan Konferansları’nda (11 Kasım 1922– 24 Temmuz 1923) sert tartışmaların yaşanmasına sebep oldu. Buna rağmen konferansta Musul’la ilgili herhangi bir karara varılamamış fakat bir yıl içerisinde Türkiye ve İngiltere arasında anlaşarak çözülmesi yönünde karar alınmıştır. Konferans henüz devam ederken İngiltere işgali altında olmayan bölgelerde de bir ayaklanma çıkarmış ve ordu birlikleri Süleymaniye’yi işgal etmiştir. Türkiye protesto ettiği işgalde, Asuri kabilelerin Türk kuvvetlerine saldırmasında İngiltere’nin dahli olduğunu ileri sürmüştür.

Görüldüğü gibi Musul krizi, Türkiye ile İngiltere arasında birçok meselenin bir arada görüldüğü ilan edil(me)miş bir savaş ve masada fiili durumu hukukileştirme çabasıdır.  Mesele sadece Musul’daki petrolün kime ait olacağı değil, aynı zamanda Türkiye açısından bir Kürt meselesinin de gündeme geldiği bir konudur. İngiltere açısından Türkiye’ye karşı bir “savunma duvarı” oluşturmak istemesinden kaynaklanmıştır.

Dönemin şartları dikkate alındığında tarafların birbiriyle doğrudan mücadele etmeye mecali olmadığı; fakat her iki taraf da – çoğunlukla da İngiltere-  bölgedeki güç dengesini Kürt aşiretlerle kendi lehlerine çevirmeyi planladıkları görülmektedir. Kimi araştırmacılara göre Lloyd George kabinesinin düşmesiyle İngiltere’yle savaş ihtimali yok olmuştu. Kısa süreli Andrew Bonar Law (23 Ekim 1922 – 22 Mayıs 1923) idaresinde İngiltere, kamuoyundaki baskı sebebiyle bölgeyi terk etmeyi isterken petrolün varlığı ve buradan gelecek kazanç buna mani olmaktaydı. Daha önceleri kademeli olarak güçlerini azaltan İngiltere 17 Şubat 1922’de Musul’a takviye birliklerini konuşlandırmıştır.

Musul meselesi Lozan’dan beri Türk hükümetlerinin gündeminden düşmemiştir. Meclisteki en hararetli tartışmaların başında gelmiştir. Türkiye Musul’un İngilizlerden talep edilmesi konusunda istikrarlı bir politika izlememiştir. Uluslararası konjonktür, ülkedeki meselelerin ciddiyeti ve boyutuna göre politikalarında değişiklik göstermiştir. Türk siyasetçileri tarafından zaman zaman Misak-ı Milli’nin bir parçası görülürken zaman zaman taviz unsuru olarak da görülmüştür. Atatürk ve İnönü’nün başını çektiği ağırlıklı grup Musul konusunda pazarlığa açık olduklarının emarelerini göstermişlerdir. Lozan’dan dönen heyete Musul’u niçin erteledik diye soran İsmet Paşa’ya, Rauf Bey “Musul’u behemehâl alacağız fikrinde ısrar edersek, mutlaka ordu ile almak imkânı vardır. Çünkü bunu siyasetten alma imkânımız olmadığına heyet kani olmuştur” der. Bu durum Konferans henüz devam ederken Atatürk tarafından Ocak 1923 İzmit’te gazetecilerle yaptığı bir basın toplantısında (yazılmamak kaydıyla) “Her şey oldu bitti, Musul için harbe devam makul bir şey midir?”  şeklinde belirtilmiştir.

Bununla beraber “salt barışın yapılmasına engel olmamak için” sorun bir yıl içinde çözülmek üzere ertelenmiş ve anlaşmanın 3/2. maddesiyle, (“Türkiye ile Irak arasındaki sınır bu anlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Ön görülen süre içinde iki hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisine götürülecektir: Sınır çizgisi konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz hükümetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka bir harekette bulunmamayı karşılıklı olarak yükümlenirler.”) gündemden kaldırılmıştır.

Ankara, zorunluluktan dolayı böyle bir hükme razı olmuş olsa da bunun pratikteki anlamı Musul’un İngiltere’nin mandaterliğinde Irak’a bırakılmasına razı olmaktır. Bu sebeple kimi araştırmacılara göre Musul’un İngiltere’nin mandaterlğindeki Irak’a bırakılması 1926’da değil, 1923’te Lozan’ın ilgili maddesinin kabul edilmesiyle olmuştur. Buna karşın Musul’dan asla taviz verilmemesi gerektiğini savunan siyasetçiler de mevcuttur. Gürün’e göre Türkiye Musul’u savaşla almayı planlamıştı. Zaten güçlüydü de Musul’da. Özdemir Harekâtıyla bu görüldü. Daha çözüm için konferans toplanmadan bu politika izleniyor hatta konferansın ertelenmesinde bunun etkisi olduğu düşünülmektedir. Nitekim Mondros mütarekesi sırasında bir Musul’da bulunan Osmanlı VI. Ordusu Komutanı Ali İhsan Paşa kendisine şehri İngilizlere bırakılması gerektiği talimatı gelince terk etmemek için istifa etti. Emir ancak Binbaşı Halit Akmansü’nün Musul’u boşalttırmasıyla yerine getirilmiştir.  Ayrıca Musul konusunda ısrarcı olanlar I. Dünya Savaşı sonunda Musul vilayetinin Türk askerlerinin kontrolünde ve milli sınırlar içerisinde olduğunu ileri sürmektedirler.

19 Mayıs 1924 tarihinde Türkiye ve İngiltere birlikte sorunun çözümüne yönelik İstanbul’da bir konferans düzenlemiştir. Türk makamları Musul’un etnografik, hukuksal, tarihsel, ekonomik, siyasal, askeri ve stratejik gerekçelerden ötürü Musul’un Türkiye sınırları içinde olması gerektiğini ileri sürdü. İngilizlerse coğrafi ve etnik açıdan Türkiye’ye ait olmadığını, bölgedeki Kürtlerin ne Türk ne de Arap olduğunu ileri sürdü. Ayrıca halkın Türkiye’nin dediği gibi Türkiye’ye katılma konusunda çok istekli olmadığı belirtildi. Tüm bu uyuşmazlıklarda dolayı Musul’un Türkiye sınırları içinde olmaması gerektiğini ileri sürmesi üzerine İstanbul Konferansı dağıldı.Kısaca uyuşmazlığın başlangıcı büyük oranda Musul’un kime ait olduğu konusundaki ihtilaftan yola çıkmıştır. Sonradan yapılan görüşmeler ve konferanslarla da ortak bir çözümün olacağına dair inancın yok olmasıyla uyuşmazlıktan çatışmaya doğru bir süreç yaşanmıştır.

Musul’un kime ait olduğuna ilişkin uyuşmazlığın 1923 sonrası dönemde Türkiye ve İngiltere arasındaki ilişkileri meşgul etmiştir. Irak’taki manda rejimini elinde bulunduran İngilizler bir yandan Türkiye ile ilişkilerinde bu konuyu bir koz olarak tutmak isterken diğer yandan manda yükümlülüklerinin genel çerçevesini korumaya çalışmıştır. Bununla birlikte Türkiye özellikle 1922’den itibaren Musul’un statüsüne ilişkin girişimlerini sıklaştırmaya başlamıştır. Bölgedeki nüfuzunu kullanarak özellikle Kürt aşiretlerle ilişkilerini iyi tutmayı onları yanında tutmayı başarmıştır.

Bu uyuşmazlığın zaman içinde çatışmaya dönüştüğünü görmekteyiz. Bundan sonraki süreçte gelişmeler şu şekilde cereyan etmiştir. Arazi de hâkimiyeti elinde bulunduran Türk tarafıyla diplomatik ve siyasi üstünlüğü elinde bulunduran İngilizlerle kıyasıya bir mücadele başlamıştır. İngilizler yerel ayaklanmalara ve isyanlara destek verirken-ki bu İngiliz istihbarat belgeleriyle sabittir-, Türkler yerel halka olan ilişkilerini – özellikle de Kürtlerle- iyi tutarak İngilizlere büyük askeri zayiatlar verdirmiştir. Böylelikle iki ülke arasındaki uyuşmazlığın yerelde sınırlı bir şekilde silahlı çatışmaya dönüştüğü görülmektedir. Türkiye alanda hâkimiyet ve üstünlük kazanma yollunda girişimlerde bulunsa da bu durum karar alıcılar tarafından siyaset ve diplomatik olarak İngiltere’ye karşı asla gerginlik konusu yapılmamaya çalışılmıştır. Bu hem Türkiye’nin İngilizlere karşı orantısız gücünden kaynaklanmaktadır hem de yeni Kemalist rejim, toplumu dönüştürmeye yönelik bundan sonra izleyeceği politikalarda Batılı ülkelerin desteğine ihtiyaç duyacaktır.  Bununla birlikte taraflar haklarını hukuki yönden aramaya devam etmiştir.

İngilizlerin kriz süreci içerisinde bölgeye çok fazla askeri saldırılar gerçekleştiği MC’ye yapılan şikâyetlerden anlaşılmaktadır. 18 Ekim 192l’de İngiliz Hava Kuvvetleri Rania ve Revanduz’daki Türk garnizonlarını bombalamış ve Türk muharip güçleri geri çekilmek zorunda kalmıştır. Aynı şekilde 1922 yılında da İngiliz ve Türk güçleri bir çok kez sıcak çatışmalar gerçekleştirmişlerdir. Henüz barış görüşmeleri başlamadan Musul konusunda sahada üstünlük sağlamak isteyen Türkiye ve İngiltere, sınır bölgesinde karşılıklı olarak askeri saldırılar başlatmışlardır. Türkiye’nin emriyle İngilizleri taciz etmek için Revanduz’a gönderilen Ali Şefik El-Mısri (Özdemir Bey olarak bilinen) askeri hazırlıkları tamamlayıp İngiliz güçleriyle savaşmıştır.  Özdemir Bey’in saldırıları sonucunda zor durumda kalan İngilizler Bağdat’ta sürgünde bulunan Şeyh Mahmut Berzenci ile bir antlaşma yaparak, Türkleri bölgeden çıkarmayı başarmıştır. Sonrasında Berzenci, Özdemir Bey ile işbirliği yapınca tekrar zor durumda kalan İngiltere konuyu masada çözmenin yollarını aramıştır. Fakat görüşmelerde -Lozan’da olduğu gibi- taviz verilmemiştir, hatta bu sebepten konferansa ara verilmiştir.

Türkiye diğer yandan masada elini güçlendirmek için ikili siyaset izleme stratejisini izlemiştir. Özdemir Bey bölgeye olan aşinalığı sayesinde aşiretlerle görüşerek bir kuvvet toparlamakta bununla da sürekli Fransız ve İngiliz birliklerine saldırmaktadır. Hatta Derbent Muharebesi olarak bilinen çarpışmada Özdemir Bey İngilizlere karşı 31 Ağustos’ta üstün gelmiştir. Bundan sonra İngilizler tekrar güçlerini kademeli olarak azaltmaya başlamıştır. Atılan tüm bu adımlara ve Özdemir Bey’in Ankara tarafından desteklenmesine rağmen Türkiye hükümeti, Özdemir Bey’e bu çatışmalarla Türkiye’nin alakası olduğuna dair herhangi bir iz bırakmaması yönünde talimatlarda bulunur.

Burada dikkat çeken husus İngilizlerin Türklere karşı gelmesi için Kürt aşiretleri yanına çekme politikaları olmuştur. Özdemir Harekâtından da anlaşılacağı üzere Kürtler İngilizlere karşı vermiş olduğu mücadelede Türklerle kader birliği yaptığını, dolayısıyla İngilizlerin politikalarının tutmadığı görülmüştür. Neticede Musul’un kime ait olduğu konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmeyince (Haliç Konferansı) taraflar pozisyonlarını daha da sertleştirmeye başladılar. Bu süreçte Araplar İngilizlerle birlikte hareket ederken Kürtler Türklerle birlikte hareket etmişlerdir. Haliç Konferans İngiliz heyetine Irak yüksek komiseri Sir Percy Cox başkanlık ederken, Türkiye heyetine Ali Fethi Okyar Bey başkanlık etmiştir.

Diğer yandan İngiltere’nin talepleri neticesinde İngiltere’nin güçlü olduğu Cemiyet’e başvuran Türkiye, konu hakkında müdahalede bulunmasını talep etmiştir. Krizde yumuşama (geçici) tarafların sorunu Milletler Cemiyeti’ne götürme konusunda hemfikir olmasından sonra gerçekleşmiştir. Türkiye, Cemiyet Genel Sekreteri’ne bir nota göndererek Cemiyet’in Musul konusunda sınırın saptanmasına yardımcı olmasını istemiştir. Böylelikle taraflar, özellikle de Türkiye sorunun çözümü için hukuki yolları denemeyi de ihmal etmemiştir.

Musul krizi belirli aralıklarla devam eden çatışmanın zaman zaman şiddetlenmesiyle iki ülke arasında krizleşmeye doğru gitmiştir. Özellikle Türkiye’nin hukuki ve siyasi olarak İngilizlere oranla zayıf kalması onu kendi başının çaresine bakmaya zorlamış zaman zaman diplomasi dışındaki yollara başvurmuştur.

Türk karar alıcıları bakımından olaya bakıldığında Musul krizinin tetiklenmesi 29 Eylül 1924 tarihinde İngiltere’nin Türkiye’ye ültimatom şiddetinde nota vermesiyle gerçekleştirilmiştir. İngiltere açısından Türkiye’nin bu talebe olumsuz yanıt vermesiyle başlar. Cenevre’de sorunun çözümüne dair görüşmeler devam ederken 29 Eylül 1924’te Türk askerlerinin 48 saat içerisinde Türkler için çizilen sınıra çekilmesini istemektedir. İngiltere vermiş olduğu ültimatomda, istekleri kabul edilmeyecek olursa askeri girişimlerde bulunacaklarını açıklıyorlardı. Türk hükümetiyse bu ültimatoma verdiği karşılıkta, sınırlarını ve bağımsızlığını korumak için her türlü önlemi alacağını belirtmiştir.

Böylelikle iki ülke arasında var olan uyuşmazlık artık kriz haline dönüşmüştür. Bu gelişmeyle beraber karar alıcı artık bir karar almaya zorlanmıştır. Ya askerini geri çekip İngiltere’nin istemini yerine getirecek ya da direnip sorunu başka türlü halletmenin yollarını arayacaktır. Bu kesin karar karşısında, İngiltere hükümeti herhangi bir harekette bulunmaya teşebbüs  etmemiştir. Türkiye, ayrıca Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri’ne bir nota göndererek usul konusunda sınırın saptanmasına yardımcı olmasını talep etmiştir.

Bu durum İsmet İnönü tarafından Meclis’te şu şekilde ifadelendirilmiştir:

“Bundan sonra 25 Eylül tarihli kendilerinden bir nota aldık ve 29 Eylülde de bir nota aldık. Bu notaların esası, muhafazası iktiza  eden statüko vaziyetini ihlâl etmek bilâkis bize atfolunuyor ve kıtaatımızın girmiş olduğu yerlerden çıkması isteniyordu. 25 ve 29 Eylül tarihlerinden bahsederken, azayikiram bu esnada Cenevrede müzakerat cereyan ettiğini derhatır buyururlar.”

Daha önceki dönemde Türkiye’nin diplomatik-siyasi girişimleri İngiltere’nin görüşlerini değiştirmede etkili olamadığı görülmekte, bölgeyi Türk askerlerinin varlığından arındırma konusundaki ısrarı kriz sürecini tetiklemiştir. Türk makamları ise İngilizlerin çözümden yana tavır almamaları ve Türkleri bölgeden mahrum etme stratejilerinden ötürü Türkiye iki ülke arasındaki kriz halini tetikleyecek yöntem ve araçları devreye sokmaktan geri durmamıştır.

Karar alıcı tarafından olaya bakıldığında krizi tetikleyen olay İngiltere’nin Türkiye’den tartışmalı bölgeden askerlerini 48 saat içinde geri çekmesini istemesiyle başlamıştır. Türkiye, Musul konusunda yukarıda bahsedilen nedenlerden ötürü İngiltere’yi karşısına almayı düşünmemesine rağmen bunu kendi egemenlik hakkına tehdit olarak algılamış ve talebi tedirginlikle karşılamıştır. Böylelikle Türkiye- İngiltere arasındaki çatışma resmen krize evrilmiştir. Bir taraftan da MC Meclisi 20 Eylül 1924 tarihinde iki ülke arasındaki ihtilafı görüşmeye başlamıştır.

Türk heyetine başkanlık eden Fethi Bey [Okyar] plebisit konusunda ısrarcı olurken, komisyonun halkın duygularını bilemeyeceğini ifade ederken; İngiliz temsilci bunun Musul’un geleceğiyle ilgili bir mesele olmadığını bir sınır sorunu olduğunu ileri sürer ve Türkiye’nin önerdiği plebisitin bölge halkının cahil olması nedeniyle çözüm olamayacağını belirtmiştir. Nihayetinde, bu sürecin sonunda İngilizlerin savunmuş olduğu komisyon MC kararıyla kurulmuş olur.

1924 yılından krizin sonlandığı 1926 yılına kadar geçen süre içerisinde Türkiye bölge üzerindeki hak ve iddialarından vazgeçmemiş fakat bunun için de büyük güçlerle ilişkilerini asla koparma noktasına getirecek söylem ve eylemde bulunmamıştır.

Bu dönemde İngiltere, Türkiye’nin geri adım atmasını sağlamak için diplomatik girişimlere paralel olarak yıkıcı faaliyetlerde ve isyanları destekleme yoluna gitmiştir. Farklı tartışmalar devam ediyor olsa da Şeyh Sait İsyanı ve Nasturi Ayaklanmasının İngiltere tarafında desteklendiği bilinmektedir. İngiltere bu tür yöntemlerle Türkiye’yi yıldırma politikası izlemiştir. Buna karşın Türkiye sorunun hukuki yollardan kazanılması yolunu tercih etmiştir.

Bu dönemde İngiltere sıkça nota göndermekteydi Türkiye’ye. Yine İsmet Paşa şöyle ifade etmektedir:

“Cemiyeti Akvam Meclisi müzakereyi kat ettikten sonra 5 Teşrinievvel ve 9 Teşrinievvelde birer nota aldık. 5 Teşrinievvelde (Ekim) aldığımız nota Cenevre’de vuku bulan taahhudatı zikrederek kıtaatımızın Statüko hududu haricine çıkmasını tazammun ediyordu. Statüko hududu haricine çıkmak ifadesiyle İngilizlerin tezi şu idi: Bir defa Musul Vilâyetinin haricine çıkmak lâzımdır bir. İkincisi Hakkâri Vilâyeti dahilinde bizim tedibat yaptığımız Nasturî eşkiyasının bulunduğu mıntıka. Buradan da çıkmak lâzımdır. Musul Vilâyeti haricine çıkmak lâzımdır.”

İsmet İnönü’ye göre Türkiye’nin buna cevabı gecikmeden 10 Ekim 1924 tarihinde şu olmuştur:

“21 Eylül tarihli notadaki delâilini kamilen tahlil ve tenkit eyledikten sonra Teşrinievvelde bildirildiği gibi tarafımızdan yeni tahşidat ve faaliyet vukuunun aslı ve esası olmadığını ve 30 Eylülde tespit olunan hâli haazırın muhafaza olunduğunu ve bu zamanda mevcut olan hattın tecavüz edilmeyeceğini ve eşkiya ted’ibatı için cem edildiği, Cemiyeti Akvamca da malum olan kıtaatın kesafetini bir haftadan beri gerilere nakletmekte olduğumuzu tafsil ettik. Cemiyeti Akvamın verdiği bir kararı Türkiye  aleyhine olarak tefsir ve tadil etmesine imkânı hukukî olmadığını ilâve ederek eğer İngiltere lüzum görürse 30 Eylül tarihli Cemiyeti Akvam kararnamesinden anladığımızı yine Cemiyeti Akvamın tetkik ve hükmüne tevdi etmeye amade olduğumuzu beyan eyledik.”

Bunun dışında krizi tırmandıran asıl nokta 16 Temmuz 1925’te MC’nin sorunun çözümü için oluşturduğu komisyonun, söz konusu ahalinin (Musul) menfaati için ihtilaflı arazinin taksim edilmemesinde yarar olduğu Brüksel Hattı’nın güneyindeki yeri Irak’a bırakmayı uygun görmüş olması yönündeki kararı olmuştur Türkiye komisyonun kararını tanımadığını ilan etmiştir. Türkiye şimdiye kadar haklı olduğuna dair inancı tam olması nedeniyle MC’nin hakkaniyetle sorunu çözeceğine inanırken komisyon kararı sonrasında tavrını değiştirerek krizi tırmandırmıştır. Böylece kriz ikinci bir evreye girmiş bulunmaktadır.

Türkiye, ilk diplomatik girişimini yine MilletlerCemiyeti nezdinde yapmıştır. 23 Temmuz 1925’te yaptığı başvuruda Komisyonun Türkiye’nin tezlerini zayıflatmak için Arap-Türk idarecileri nezdinde bazı çalışmalar yaptığı ileri sürerek şâheser-i garabet olan bu raporu kabul etmeyeceklerini belirtmiştir.

Sonrasındaki gelişmelere paralel olarak İngiltere de Brüksel Hattını ihlal ederek Türk topraklarını bombalamıştır. Kriz bu evrede başlangıç seviyesinden daha gerilimli bir noktaya gelmiştir.  Doğal olarak, sonrasındaki gelişmelere paralel olarak taraflar özellikle de Türkiye kriz yönetim stratejisinde değişiklikler yapmıştır.

Musul krizi inşili çıkışlı bir seyir izlemiştir. Kriz boyunca iki defa yumuşama dönemi yaşanmıştır. İlk krizin tetiklenmesi sonrasında yumuşamaya yönelik bazı adımlar atılmıştır. Milletler Cemiyeti süreç içerisinde tarafların da başvurusuyla krizi yumuşatmaya yönelik bazı adımlar atmış ve olayın incelenmesi için komisyon oluşturmuştur. Krizi çıkarmalarına rağmen İngiliz makamlarının kendi iç istihbarat yazışmalarından anlaşıldığı kadarıyla tırmanmayı çok fazla arzulamadıkları görülmektedir. Krizin tırmanması temelde iki evrede gerçekleşirken yumuşamaya dair bazı adımlar atılmıştır. İlk kriz evresinin peşinden İngilizler 14 Ekim 1924’te notalarını geri alarak yumuşamaya katkı sağlamışlardır. Yumuşama emareleri olarak görülebilecek bu durum 14 Ekim 1924 Salı günü İngiltere’nin ültimatomunu geri almasıyla ve statükoya uyacaklarına dair açıklamalarıyla krizin ilk evresinde yumuşama evresine girilmesine neden olmuştur.

İngiltere’nin bu dönemde yumuşamaya yönelik bazı adımlar attığı görülmektedir. Her ne kadar kendi lehlerine karar çıkacağı konusunda emin olsalar da İngiltere Başbakanı Chamberlain 4 Aralık 1925’te Türk Büyükelçisi, Ahmed Ferit Beyi çağırmış. Kendileri gibi Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararlarına uymasını beklediğini dile getirmiş ve şayet Cemiyet Türkiye aleyhine karar verirse ikili görüşmeye hazır olduklarını ve Musul konusunda bazı tavizler verebileceklerini kendisine iletmiştir. Dolayısıyla her iki ülkenin de askeri bir çatışma içerisine girmeyi mevcut koşullarda çıkarları açısından riskli gördüğünü söylemek mümkündür.

İkinci evrede yumuşamaya asıl neden olan husus konunun Lahey Daimi Adâlet Divanı’na götürülmüş olmasıdır. Türkiye ilk etapta MC Komisyonu’nun kararını tanımadığını belirtmiş olmasına karşın, örgüt Komisyon kararı hususunda takipçi olup (İngiltere’nin de baskısıyla) konuyu Lahey Daimi Adalet Divanı’na taşımıştır. Türkiye siyasal nitelikteki bir meselenin hukuki yolalrdan çözüm bulunamayacağını ileri sürerek Cemiyet’in Divan’a başvurulması kararına karşı çıkmış ve Divan çalışmalarına üye göndermeyeceğimi belirtmiştir.

MC’nin Divan’a yönelttiği sorular usulle alakalı olmuş ve şu soruları yöneltmiştir.

1) MC Meclisinin Lozan Antlaşmasının 3. maddesi gereğince vereceği kararın hukuksal niteliği nedir? Hakem kararı mı, tavsiye mi, yoksa arabuluculuk mu?

2) Böyle bir karar için oybirliği gerekli mi, yoksa oyçokluğu yeter mi?

3) İlgili taraflar oylamaya katılabilir mi?

Divan ise 21 Kasım l 925’te şu karara vardı:

1) MC Misakının 15. maddesi MC Meclisi bağlayıcı karar alamaz demektedir, ama Lozan Antlaşması 3/2. maddesinde “kesin geleceği bu karara bağlı” ifadesi yer aldığı için bu durumda bağlayıcı karar alabilecektir.

2) Misakın 5/1 . maddesi uyarınca karar, oybirliğiyle alınacaktır.

3) Taraflar oylamaya katılabilir ama oybirliğinin saptanmasında bunların oyları göz önüne alınmaz.

Divan kararı sonrasında Türkiye’nin hukuki olarak başvuracağı başka merci kalmamış, siyaseten ve askeri güç olarak da İngiltere ile karşı karşı gelmeyi göze alamayacağı için tavır değişikliğine gitmiştir.  Türkiye başka çaresinin kalmadığına inanarak krizi tırmandırmanın kendisine fayda sağlamayacağını düşünerekten geri adım atmıştır. Bu durum Mustafa Kemal’in söylemlerinde net bir şekilde görülmüştür.  “Musul’u vermemekte ısrar edersek, muharebeye dahil oluruz” diyen Atatürk, bölgenin Misaki milliye dahil olup olmadığını soranlara cevabı şu olmuştur:

“Misaki milli şu hat, bu hat diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve heyet-i celile’nin isabeti hazarı-dır. Yoksa, haritası mevcut bir hudut yoktur.”

Krizin başlangıcı, tırmanması ve yumuşamasından sonra kriz hemen sonlanmamıştır.

Kriz sonrası evre,yani bitişi zamana yayılmıştır. Türkiye zaman zaman, Cemiyeti Akvam Sekreterine, verdikleri teminata rağmen İngilizlerin statükoya uymadıklarını ve saldırılar gerçekleştirdiklerini iletmiştir. Mesele Cemiyet’e havale edilmesinden sonraki süreç Türkiye açısından hayal kırıklıklarıyla dolu bir süreç olmuştur. Türkiye ilerleyen zamanlarda Cemiyet’in kararının İngiltere lehine sonuçlanacağını tahmin etmesiyle bölgede zaman zaman olaylar çıkarsa da büyük ölçüde sonucun açıklanmasını beklemiştir.

Krizin sonuçlanması Türkiye açısından yenilgi olarak görülmektedir. Daha sonra yapılan resmi Türkiye – Irak sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Antlaşmasıyla Türkiye bazı kazanımlar elde etmiştir ama başlangıçta “Musul bizimdir” denerek yola çıkıldığında böyle görünmemektedir. Sonuç Türkiye’nin arzu ettiği şekilde olmasa da tahkimden dolayı İngiltere ve Türkiye resmi antlaşmayla krizi nihayete erdirmiştir.

5 Haziran 1926 yılında yapılan Türkiye – Irak Sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Antlaşmasıyla 1924 yılında başlayan kriz nihayete ermiştir. Türkiye bölgedeki haklarından asla vazgeçmemiş ve niçin burası Türkiye’ye ait olması gerektiği konusundaki iddialarını her düzeyde sürdürmüştür. Varılan anlaşma neticesinde Irak Hükümeti 25 yıl süreyle, belirlenen gelirlerin % 10’unu Türkiye’ye vermekle yükümlü tutulmuştur. Türkiye kriz yönetim sürecinde çıkarlarını maksimize eden bir sonuç elde ettiği söylenememektedir. Meselenin Lozan’da çözülememesi ve sınırlı bir süre içinde çözüm bulunması gerektiği konusundaki maddelerden ötürü krizinde sonuçlandığı şekliyle beklediği çözümü bulamamıştır. Sonrasında bu sonuç iç siyasette muhalefet tarafından önemli bir koz olarak kullanılmıştır.Böylelikle kriz sonrası statü de anlaşarak yeni statü belirleme olarak belirlenmiştir. Kriz sonrası evrede Batı’yla iyi geçinme ilkesi gereğince İngiltere ile ilişkilerinde türkiye Musul’u pek gündeme getirmemeyi tercih etmiştir.

Musul sorununda kriz yönetim süreciyse şu şekilde analizedilmektedir. Musul’un kime ait olduğu konusu Lozan’dan beri iki ülke arasında sürekli gündemde kalmıştır. Doğrudan sınır değişikliğini, ülkesel sınırları ilgilendirdiği için taraflar ittifak ettikleri tam bir antlaşma yapana kadar konuyla ilgili hem yerel hem de uluslararası alanlarda konuyu gündemde tutmuş ve gelişmeleri yakından takip etmişlerdir. Dolayısıyla konu aniden ortaya çıkan değil aksine gelişen kriz özelliği taşımaktadır. Kriz, karar alıcının gündeminden tamamen çıkmamış buna karşın zaman zaman ülkedeki diğer gelişmelerin seyrine göre gündemdeki yeri ve önceliği değişmiş arka planda kalmıştır. Bunda 1930’ların ortasına değin Lozan Barış Antlaşması ile çözümü ertelenmiş Irak sınırı/Musul sorunu ve yerleşikler sorununun Türkiye’nin aleyhine sayılacak şekilde çözümlenmiş olmasının da etkisi vardır. Bu dönemde yeni yönetim henüz iç muhalefetle uğraşmakla meşgul olduğu için böyle bir mesele için İngilizlerle karşı karşıya gelmek istememiştir.  Bu konuda karar alıcılar çok net bir şekilde beyanatlarda bulunmuşlardır.

Türk karar alıcılar bakımından düşünüldüğünde karar alma sürecinde rakibin uluslararası yapılardaki siyasi üstünlüğü ve İngilizlerin taleplerine karşı direnebilme potansiyelinin düşük ihtimalli olmasına rağmen, atılan adımlarda olabildiğince rakipten  tavizler koparmaya yönelik stratejiler izlenmiştir. Türkiye, yer yer başvurduğu askeri şiddeti, nihai anlamda sonuç almak ve krizin seyrini değiştirmek için değil masada elini güçlendirmek için tercih etmiştir. Zira İngilizlerin Türklere karşı bölgede orantısız bir gücü bulunmaktaydı. Türkiye’nin bu stratejisi bölgedeki yerel aşiretleri ve Türk unsurlarını da harekete geçirilmesi ve desteklenmesiyle takviye edilmiştir.

Dönemin karar alıcıları bakımından değerlendirildiğinde İngiltere’nin Musul’daki manda yönetimini sonlandırırken yapmış olduğu tercih Türkiye açısından açık bir şekilde temel değer, önceliklere olduğu kadar saygınlığa yönelik ağır bir tehdit olarak görülmüştür.

Türkiye Lozan Konferansları sırasında (11 Kasım 1922– 24 Temmuz 1923) Musul’un statüsü konusundaki uyuşmazlığı İngiltere ile yürütmekte olduğu diplomatik-siyasi müzakereler sonucunda anlaşarak halledebileceğine inanırken – ki çözümün ertelenmesinde bu inanç vardır- diplomatik, hukuki ve siyasi müzakerelerde istediği sonuca ulaşamayacağını fark etmiştir. Dolayısıyla kararlılığını göstermek amacıyla gerektiğinde askeri yöntemleri de uygulayabileceğinin işaretlerini vermekten kaçınmamıştır. Nitekim vermiş oldukları notlar ve gerçekleştirmiş oldukları askeri saldırılarla bu düşüncesini uygulamaya geçirmiştir.

Musul krizinin statüsü konusundaki uyuşmazlık İngilizlerin Mondros mütareke dönemindeki bir maddeye dayandırdığı işgalle başlamaktadır. Meselenin konuşulmaya başlandığı Lozan konferansından meselenin çözüldüğü 5 Haziran 1926 yılında yapılan Türkiye – Irak sınırı ve İyi Komşuluk İlişkileri Antlaşmasına kadarki süreçte Türkiye bölgedeki haklarından asla vazgeçmemiş ve niçin burası Türkiye’ye ait olması gerektiği konusundaki iddialarını her düzeyde sürdürmüştür. Bununla birlikte Türkiye kriz olarak adlandırılan süre içerisinde duruma göre farklı zamanlarda farklı tepkiler vermiştir.

Bu açıdan bakıldığında iki ülke arasında karar alıcıların kriz yönetimi bakımından yoğunlaştıkları evre 29 Eylül 1924 – 5 Haziran 1926 arasındadır. Bu evrede tarafların diplomatik-siyasi ve hukuki girişimlerinin yanı sıra Türkiye’nin zaman zaman askeri güce başvurduğu görülmüştür. Bu dönem kriz yönetimi açısında bu şekildedir, uyuşmazlık Mondros Mütarekesine dayandırılarak Osmanlı devletinden Musul’u kendilerine bırakmalarını istemeleri ve Musul’u 15 Kasım 1918 tarihinde işgal etmeleriyle başlamıştır.

Musul’a çatışma – kriz ilişkisi açısından bakıldığında tekrarlayan çatışma; ortaya çıkış şekline göre bakıldığındaysa gelişen kriz özelliği göstermektedir. Türkiye ve İngiltere arasında bu konuda yürütülen müzakerelerde başarı veya uzlaşı sağlanabilmiş olsaydı uyuşmazlığın çatışmaya, çatışmanın “kriz”e dönüşmesi engellenebilirdi. Dolayısıyla Türkiye’deki karar alıcılar İngiltere’nin süreç içerisinde Musul’un Türkiye’ye ait olmadığı görüşünde ısrar edeceğini ön görmüştür  ve  buna karşı stratejiler geliştirmiştir. Krizi tetikleyen aktörün başından beri İngiltere (devlet) olmuştur. Yani krizler boyunca tetikleyici eylem dışarıda olmuştur. Krizde taraf aktör sayısı iki taraflı olmuştur. Başka herhangi bir devlet müdahil olmamıştır.

Kriz çıkaran tarafın niyetine, eylemin İngiltere tarafından gerçekleştirilmiş olduğu düşünüldüğünde,  İngiltere’nin o dönemdeki ulusal, bölgesel ve uluslararası koşullar açısından Türkiye ile doğrudan bir kriz yaratma arzusunda olmadığını söylemek mümkündür. İngiliz karar alıcılar henüz savaştan çıktıkları ve ekonomik olarak ciddi sıkıntılarla boğuştukları için üstelik savaşta ölen İngiliz askerlerinin ailelerinin yoğun bir hoşnutsuzluğu karşısında böyle bir şeyi tercih etmek istemeyeceklerdir. Fakat bu dönemde İngilizler bölgedeki zenginliğin farkında oldukları için bu konuda geri adım atmayı arzulamadıkları görülmektedir.

Krizi genel niteliğine/kategorisine göre değerlendirdiğimizde Türkiye krize algısal güvenlik ve meşruiyet perspektifinden yaklaşmıştır; içerik açısından bakıldığında ise askeri, güvenlik, diplomatik, siyasi, hukuksal ve ekonomik alanlarını kapsamaktadır. Musul Türkiye açısından stratejik öneme sahip olduğunda askeri ve güvenlik içeriği olmuştur. Meseleyi İngilizlerle tek başında halledemeyeceği için siyasi, hukuki ve diplomatik yolları denemiştir. Tüm bunlarla birlikte bölgenin ciddi bir ekonomik getiri bulunmaktadır.

Krizin tetikleyicileri sözlü eylem, siyasi ve şiddet içermeyen diğer olarak tasnif edilebilmektedir.Kriz yaratan olaya ilk tepki siyasi ve şiddet içermeyen askeri eylemleri kapsayan çoklu tepki şeklinde olmuştur. Kriz tetikleyicisinin şekliyse meşruluk sorgulanması isyan ve ayaklanma, sabotaj eylemleri, protesto, yıkıcı faaliyet yıpratma şeklinde kendini göstermiştir.

Krize söz konusu olan tehdidin ciddiyeti baskı, siyasive toprak bütünlüğü olarak gözlemlenmiştir. Özellikle Musul’un misak-i milli sınırları içerisinde zikredilmesi ve bunun dışında İngilizlerin Hakkâri’nin meşruiyetinin sorgulanmasıyla toprak bütünlüğü meselesi krizin tehdidi konusunda karar alıcıyı zorlamıştır. Kriz boyunca farklı zamanlarda farklı stratejiler izlenmiştir fakat buna rağmen ağırlıklı olarak Türkiye’nin kriz yönetim stratejisi kapasite testi, karşı tarafın yanlış hesap yapmasını önlemek için kararlılık ve azim gösterme ve sınırlı tırmandırma şeklinde kendini göstermiştir. Üstelik karşısında dönemin en güçlü ülkesi İngiltere olduğu için de Türkiye’nin kriz yönetim tekniği müzakere, yargı-tahkim ve şiddet içermeyen çözümler şeklinde görülmüştür.

İngiltere’nin kriz yönetim stratejisi biraz farklı olmuştur. Çünkü karşındaki kendinden daha güçlü veya dengi bir devlet değildir. Dolayısıyla kontrollü baskı, şantaj ve yıpratma stratejilerine başvurmuştur. İngiltere başlangıçta şantaj uygularken, Türkiye’nin kararlılığı sonrasında kontrollü baskı stratejisini tercih etmiştir. İngiltere, Türkiye’nin kendi istemini yerine getirmeyi reddederse bir şekilde acı çekeceği ve ciddi zarara uğrayacağı algısını bir çok defa oluşturmak istemiştir. Bunlar çoğunlukla da diplomatların çağrılıp konu hakkında aba altın sopa göstermeyle kendini göstermiştir. Alexander George’un ifadesiyle söylersek İngiltere, krizi Musul özelinde bir sorun olarak ele almayıp sanki bir Türk-İngiliz genel sorunu olarak ele alarak krizden maksimum fayda sağlamayı amaçlamıştır. İngiltere sonuç olarak maksimum faydayı sağlamıştır ama bunu şantaj stratejisiyle yapamayacağını anladıktan sonra değişik bir strateji (diplomasi) izlemeye başlamıştır.

İngiltere kriz yönetim tekniği olarak ağırlıklı olarak askeri olmayan baskı ve şiddet içermeyen çözümü kullanmıştır. Bunun dışında yer yer şiddet içeren çözüme da başvurmuştur.Kriz boyunca şiddetin seviyesi psikolojik stres ve baskı yaratma düzeyinde kalmıştır.

Kriz boyunca üçüncü aktör olarak herhangi bir devlet müdahil olmamıştır, sadece uluslararası örgüt olarak Milletler Cemiyeti olaya müdahil olmuştur. MC’nin davranışı da arabuluculuk, hakemlik – tahkim görevi şeklinde görülmüştür. Cemiyet’te İngiliz hâkimiyeti olduğundan tahkim için başvurulan konularda Türkiye aleyhine kararlar alınmıştır.