1929-1930 KÜÇÜK AĞRI KRİZİ
Birinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sistemde güçler dengesi sistemi hâkimdir. Bu sistem içerisinde İngiltere ve Fransa sistemin yönlendiricisi durumdadır. Almanya Versay Antlaşması nedeniyle zayıflatılmış, ABD izolasyonist bir dış politika izlemeyi tercih ederek iç işlerine ağırlık vermiş, Sovyetler Birliği ise uluslararası güç olmak için çaba sarf etmektedir. Uluslararası ortamda savaş sonrası statükonun korunacağına ilişkin iyimser bir hava vardır. Milletler Cemiyeti (MC) kurularak barış ve ortak güvenliğin sisteme hâkim olmasına çalışılmıştır. Genel olarak uluslararası sitemin yapısına bakıldığında klasik güç dengesine dayanmaktadır. Sistem düzeyi açısından baskın aktör İngiltere’dir. 16 Mayıs 1916’da imzalanan Skyes-Picot Antlaşması ile Ortadoğu İngiltere ve Fransa arasında bölüştürülmüştür. 1. Dünya Savaşı sonrası dönemde Irak, Ürdün, Filistin ve Körfez ülkeleri İngiltere’nin, Lübnan ve Suriye Fransa’nın etkisi altındadır. Bölgedeki İngiliz ve Fransız etkisi Türkiye Ortadoğu’da aktif bir dış politika izlemesini büyük ölçüde engellemiştir.[1] Bu dönemde meydana gelen Kürt isyanları Türkiye’nin Ortadoğu ile olan politikalarını şekillendirici bir unsur olmuştur. 19. yüzyılda ortaya çıkan Kürt milliyetçilik hareketi Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile yükselişe geçmiştir.Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında merkezi sisteme entegre olamayan Kürtler, ülke ve bölgedeki otorite boşluğundan yararlanarak devlete karşı isyan başlatmışlardır.[2] 20. yüzyılda Türkiye sınır ve bölge güvenliğini korumak için İran, Irak ve Suriye ile güvenlik anlaşmaları ve protokolleri imzalamıştır.[3] Küçük Ağrı İsyanı’ndan sonra gerilen İran-Türkiye ilişkileri iki ülke arasındaki sınır sorununun çözümlenmesinden sonra gelişme göstermiş; 1937’de Sadabad Paktı’nın imzalanması ile iki ülke bölgesel güvenlik konusundaki ortak tutum takınmışlardır.[4] Diğer yandan, dönemin siyasi karar alma sürecinin dayanmış olduğu hukuksal zemini 1924 Anayasası belirlemektedir. Bu anayasaya göre dış politikaya ilişkin kararlar yürütme erkini tarafından alınmaktadır. Yürütme erkini elinde bulunduranlar tek parti yöneticileri olmalarından ötürü, bu dönemde yürütmenin yasama üzerinde etkisi söz konusudur.[5] Tek parti döneminde TBMM’nin dış politika konusundaki yetkileri savaş ilanı ve antlaşma yapma gibi yetkilerle sınırlıdır.[6] Kurtuluş Savaşı sonrası Atatürk’ün orduyu iç ve dış politikadan uzak tutmak istemesi sonucu bu dönemde ordunun dış politika üzerindeki etkisi teknik meseleler ile sınırlı kalmıştır.[7] Dış politika kararlarını alınması ve uygulanması sürecinde siyasal karar alıcıların tercihlerini kolaylaştıracak bilgi ve deneyim ise kamu bürokrasisi içerisinde bulunmaktadır. Hariciye Vekaleti (Dışişleri Bakanlığı) dış politikanın diplomatik, siyasi ve kimi zaman hukuki kısmını şekillendirirken, Milli Müdafaa Vekaleti (Savunma Bakanlığı), Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti (Genelkurmay Başkanlığı) dış politikanın güvenlikle olan kısmını destekleyen bilgi ve seçenekleri üreterek Hükümetin dış politikasının oluşumunda yardımcı olurlar. Daha alt seviyede olmakla birlikte kimi zaman hükümetin dış politika kararlarını verirken ihtiyaç duyduğu bilgiyi istihbarat ile ilgilenen Milli Amele Hizmet Teşkilatı (Milli İstihbarat Teşkilatı) sağlayabilmektedir.[8] 1924 Anayasası’nda cumhurbaşkanının yetkileri yabancı devletlere atanacak Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi temsilcilerini tayin etmek ve yabancı devletlerin siyasi temsilcilerini kabul etmek ile sınırlıdır. Ancak, tek parti döneminde cumhurbaşkanının dış politikada merkezi rolü olduğu görülmektedir.[9] Bu dönemde ebedi şef olarak kabul edilen Mustafa Kemal Atatürk’ün hem iç hem dış politika karar alma mekanizmalarında büyük etkisi söz konusudur. Cumhuriyetin dış politika çizgisinin ana hatlarını Başbakan İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’e danışarak belirlemektedir.[10] Dar bir kadro tarafından alınan kararlar, CHP Meclis Grubu’nda onaylandıktan sonra TBMM’ye getirilerek meşruluk kazandırılmaktadır.[11] Küçük Ağrı krizinin yaşandığı dönemde Türkiye’nin içişlerine bakıldığında Lozan’dan kalan sorunlar çözülmeye çalışıldığı, siyasi, anayasal, ekonomik ve sosyal reformlar ile modernleşme sürecinin hız kazandığı görülmektedir. Sosyal hayatın laikleştirilmesi tarikatlar ve İslamcılar arasında huzursuzluk yaratmış ve Nakşibendi tarikatı üyeleri Kemalist rejime karşı 1925 Kürt isyanını teşvik etmişlerdir.[12] Cumhurbaşkanı Atatürk’e muhalif bir kesim 1926 yılında suikast girişimi planlamış ancak başarılı olamamıştır. 1930’lara gelindiğine rejimin konsolidasyonun tam anlamıyla sağlanamadığı görülmektedir. Liberal ekonomi programını savunan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın geniş halk desteğini kazanması ve Menemen olayları toplumdaki artan gerilimin işaretleridir. Bu dönemde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın devlet üzerindeki etkisinin artmasına ve halk ile entegrasyonuna dönük mekanizmalar oluşturulmuştur. 1931 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası Büyük Kongresi toplanmış ve Altı Ok adı altına devletin ideolojisinin ilkeleri (Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik) belirlenmiştir. Halkevleri aracılığıyla bu ilkelerin topluma yayılması hedeflenmiştir.[13] 1927 yılında yapılan nüfus sayımında Türkiye’nin nüfusu 13.648.987’dir. Toplam nüfusun %75,78’I köyde, %22,22’si şehirde yaşamaktadır. Bu dönemde Türk ekonomisindeki en önemli kesim tarım kesimidir. 1923-1926 yılları arası dönemde tarımda önemli ölçüde büyüme sağlanmıştır.[14] Dönemin iç koşulları açısından Ali Fethi Beyin parti kurma çabaları, Atatürk’e yapılan sukasta ilişkin tartışmalara da yer verilebilir. 1930 Küçük Ağrı Krizi bu tartışmaların ortasında çıkmıştır. Şimdi de krize uyuşmazlık, çatışma, kriz öyküsü ve temel bilgiler açısından bakıldığında şöyle bir tabloyla karşılaşılmıştır. 1930 Küçük Ağrı krizine bakıldığında Ağrı isyanları ile kendini gösteren iç/sosyal çatışmadan dış politika krizine dönüşen bir süreç görülmektedir.1. Ağrı isyanı 16 Mayıs 1926 tarihinde İhsan Nuri ve Ermeni Zilan’ın önderliğinde başladı. İsyan Şeyh Sait isyanından kaçan Kürt liderler tarafından desteklendi. Kürt isyancılar Şeyh Sait isyanı sonrasında İran’ın Küçük Ağrı bölgesinde örgütlenerek tekrar Türkiye’de faaliyet göstermeye başlamışlardır.[15] Küçük Ağrı’nın İran tarafındaki bölümü az engebeli olması dolayısıyla isyancılar dağın İran kontrolünde olan bölgesinde hayvan ve eşyaları ile birlikte barınma olanağı bulmuşlardır.[16] 1926-1930 dönemlerinde gerçekleşen Ağrı isyanlarına karşı yapılan askeri harekâtlar 1926, 1927 ve 1930 olmak üzere üç döneme ayrılmaktadır. 16 Mayıs-17 Haziran 1926 tarihleri arasında 1. Ağrı harekâtı, 13-20 Eylül 1927 tarihleri arasında 2. Ağrı harekatı, 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında 3. Ağrı harekatı gerçekleşmiştir. İsyancı grupların Türkiye’ye yönelik eylemleri Türkiye-İran ilişkilerinde sınır güvenliği ve sınır düzenlemesi açısından bir kriz doğurmuştur.Ağrı isyanları esnasında isyancıların İran sınırından geçerek Türkiye’ye saldırmaları ve tekrar İran’a kaçmaları sonucu ikili ilişkilerde bu bir sınır güvenliği uyuşmazlığı yaratmıştır. Sınır hattı ile ilgili uyuşmazlığın kökenini Osmanlı dönemine kadar uzatmak mümkündür. [Osmanlı] Türkiye-İran sınırının ana hatları 1555 Amasya Anlaşması ile çizilmiş, 1939 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile büyük bir kısmı belirlenmiştir.[17] 1913 Protokolü ile Küçük Ağrı İran’a bırakılmıştır. 1913 Protokolü’nün Osmanlı Meclisi’nde onaylanmaması üzerine Cumhuriyet döneminde Türk hükümeti protokolün revize edilmesini talep etmiş, ancak bu talep İran tarafından reddedilmiştir.[18] 1930 Ağrı isyanı sürecinde Kürt isyancıların İran’ın Küçük Ağrı bölgesine sığınmaları sonucu Türkiye sınır kontrolü yapması için İran’a baskıda bulunmuştur. Sınır güvenliği ile ilgili netice alınmaması sonucu Türk askerleri 7-14 Eylül tarihlerinde gerçekleştirilen 3. Ağrı harekâtı esnasında sıcak takiple İran topraklarına girmiştir. Türkiye’nin İran topraklarında operasyon yapacağını belirtmesi İran açısından krizin ilk uyaranı olarak değerlendirilmiştir. 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında Türkiye’nin isyancıları yakalamak amacıyla İran topraklarına girmesi krizi tetikleyen bir unsur olmuştur. İran, operasyon esnasında Türkiye ile işbirliği yaparak krizi yumuşatmıştır. Krizin yumuşama döneminde sınır hattı ile ilgili müzakerelerin başladığı ve devam ettiği gözlemlenmektedir. 23 Ocak 1932 tarihinde imzalanan sınır antlaşması ile iki ülke arasında kriz yaratan durum ortadan kalkmıştır. Uyuşmazlık: Uyuşmazlık Ağrı isyanları sürecinde Türkiye ve İran’ın sınır güvenliği ve sınır düzenlemesi konusunda farklı tutum ve beklentilere sahip olmalarıyla şekillenmiştir. Ağrı isyanları sırasında İran hükümetinin sınırı yeterince kontrol edememesi sonucu isyancılar kolayca İran’a kaçmış, bu da askeri operasyonlardan kesin sonuç alınmasını zorlaştıran bir faktör olmuştur.[19] İsyancıların sınır geçişlerinin engellenmesi amacıyla Türkiye’nin sınır karakollarını sınıra daha yakın yerlere taşıması ise iki ülke arasındaki ilişkileri germiştir.[20] Mart 1927’de bir İran askerî ataşesinin açıklamaları Türkiye ve İran’ın farklı yaklaşımlarını ortaya koyar.
“…mesele şu ki, Kürtlere karşı operasyonlarda bizim de sınırın öteki tarafından kendileriyle işbirliği yapmamızı istemektedirler. Bu yolla İran Kürtlerinin Türkiye Kürtlerine yardım sağlamalarını engelleyeceklerini düşünmektedirler. Bizim Kürtler bize bir sıkıntı vermedikleri ve biz de bir mesele aramadığımız için bunu yapmaya hazır değiliz. Bundan dolayı bize kızgındırlar ve bizi isyankâr Türkiye Kürtlerine yardım etmekle suçlamaktadırlar”.[21]
13-20 Eylül 1927 tarihlerinde Türkiye’nin bölgedeki isyancılara karşı gerçekleştirdiği askeri harekâttan sonuç almak mümkün olmamış ve Ekim ayının başında İran sınırından geçen Kürt aşiret üyeleri Doğu Beyazıt’ta Türk subay ve erlerini İran’a kaçırmıştır. Bunun üzerine, Türkiye İran’a nota vererek kaçırılan Türk askerlerinin Türkiye’ye iade edilmesini ve Türkiye’den İran’a kaçan Kürtlerin kabul edilmemesini, aksi halde diplomatik ilişkilerin kesileceğini belirtir. Bunun üzerine, İran Dışişleri Bakanlığı, isyancıların Türkiye’ye saldırması konusunda İran’ın sorumlu olmadığının altını çizmiştir. İran, Türk askerlerini Türkiye’ye iade etmiş ancak sınırların daha sıkı kontrolü noktasında politika değişikliğine gitmemiştir. Bunun üzerine, Türkiye İran büyükelçisini geri çekmiştir.[22] Türkiye’nin sert tutumu karşısında İran ilişkileri yumuşatmak için Rıza Şah İran’ın Milletler Cemiyeti temsilcisi olan Furungi Han’ın Türkiye’ye gitmesini kararlaştırmıştır.[23] Türk yetkililer İran’ın sınır kontrollerini sıkılaştırması gerektiğini belirtmiş, bunun üzerine Furungi Han bunun İran açısından kolay olmadığını belirtmiş, aynı zamanda İran’ın Kürt politikasına ters düştüğünün altını çizmiştir.[24] Türk yetkililer 1913 Protokolü’nün Osmanlı’nın çökmekte olduğu bir dönemde İngiltere ve Rusya’nın baskısı ile kabul edildiğini,[25] Protokolün Osmanlı Meclisi tarafından onaylanmadığını ve Protokolde belirtilen sınır tespit komisyonunun faaliyet göstermediğini vurgulamışlardır.[26] Bunun üzerine Furungi Han İran’ın Türkiye’nin isyancılara karşı yaptığı harekâtlarda İran sınırını geçmesinden ötürü İran’ın rahatsızlık duyduğunu belirtmiştir.[27] Furungi Han’ın açıklamaları ikili ilişkilerde uyuşmazlığın sınır düzenlemesi ile birlikte sınır güvenliğini de kapsadığını göstermektedir. Görüşmeler sonucu somut adımlar atılmasa da güvenlik ve işbirliği konusunda taraflar uzlaşmacı bir tavır izlemişlerdir. Bu görüşmeler sonucunda Türkiye ile İran heyetleri arasında 15 Haziran 1928’de Tahran’da 1926 Antlaşmasına ek protokol imzalandı. Ek Protokolün 1. Maddesi “Bağıtlı taraflardan biri (…) bir veya birkaç devletin düşmanca bir eylemiyle karşılaşırsa, öteki taraf duruma çare bulmak için elinden gelen çabayı gösterecektir. Eğer bu çabaya karşın savaş bir oldubitti olursa, bağıtlı taraflar (…) durumu aralarında (…) yeniden incelemeyi yükümlenirler”.[28] Anlaşma ile ilgili Başbakan İnönü şu şekilde bir açıklama yapmıştır:
“Komşumuz İran’la imzaladığımız protokol her iki memleket münasebetlerinde esasen hüküm süren dostluğun ve iki komşu arasında iktisadî inkişaf ve işbirliği arzularının samimiyetine delildir. İki memleketin temasları ve ulaştırma vasıtaları arttıkça iyi geçinme ve birbirine emniyet etme esaslarının her iki taraf için hayırlı semereleri daha iyi toplanacaktır”.[29]
İkili ilişkilerde meydana gelen iyileşme sınır konularında işbirliği zeminini hazırlamıştır. 1929’da iki ülkeden uzmanların katıldığı karma sınır komisyonu kurulmuştur. Bu çerçevede komisyona isyancıların sınırı geçmesini önleme ve Bulakbaşı, Kotur ve Siro-Sarteks bölgelerine gidip sınırın yeniden düzenlendirilmesi için inceleme yapma görevleri verilmiştir. Komisyon faaliyetleri çerçevesinde Türk ve İran sınır görevlilerinin yılda iki kez toplanması kararlaştırılmıştır.Ancak, komisyon 20 Haziran-12 Temmuz 1930’da çıkan Ağrı isyanı sebebiyle dağılmak zorunda kalır.[30] Komisyonun dağılması sonucu sınır düzenlemesi ve sınır kontrolü konularında işbirliği sekteye uğramış, bu konulardaki uyuşmazlık hali ise devam etmiştir. Çatışma: Bu konulardaki uyuşmazlığın zaman içinde çatışmaya dönüştüğünü görmekteyiz. Bundan sonraki süreçte gelişmeler şu şekilde cereyan etmiştir.20 Haziran-12 Temmuz 1930’da çıkan Zilan Ayaklanması uyuşmazlığın çatışmaya dönüşmesinin zeminini hazırlamıştır. İran’ın sınırında yeterli önlem almaması sonucu isyancılar Türkiye-İran sınırında rahatça faaliyet göstermiştir.[31] Bu dönemde iki ülke arasındaki sözsel görüş ayrılıkları, yerini eylemsel meydan okumalara bırakmıştır. İsyan’dan kısa bir süre sonra, Türk basınında İran’ın isyancılara silah ve erzak yardımı yapıldığına ilişkin haber yapılmaya başlanmış[32] ve Türkiye notalar aracılığı ile İran’a baskısını arttırmıştır. Diğer bir ifade ile, Türkiye basın aracılığı ve diplomatik yollar ile İran’a baskıyı arttırmış, sorunu eylemsel boyuta taşımıştır. Ancak çatışma döneminde de iki ülke arasında işbirliğine yönelik girişimler de gözlemlenmektedir. 5 Temmuz 1930 tarihinde Akşam gazetesinde yayınlanan bir haberde Türkiye’nin sınır güvenliği ile ilgili İran’ın büyük sorumluğu olduğu, İran hükümetinin isyancılara erzak ve silah yardımı yaptığı belirtilmiştir.[33] Türkiye konu ile ilgili İran’ı nota ile uyarmıştır.[34] Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey “…Eşkiyanın tamamile tenkili için her tedbir alınmıştır. Tenkil haberini anbean bekleyebilirsiniz…”[35] açıklamasını yaparak bu konuda Türkiye’nin kararlılığını ifade etmiştir. Diğer yandan İran’a verilen nota ile ilgili olarak 8 Temmuz tarihinde İran Maslahatgüzarı Mehmet Sait Han ise aşağıdaki şekilde konuşmuştur:
“…Bu mesele ile ilgili henüz hükümetimden hiçbir cevap almadım. … Bu iş hakkında Tahranda hariciye nazırımız ile Türkiye sefiri Memduh Şevket bey arasında müzakerat cereyan etmektedir. İran hükümeti Türkiye sefiri ile birlikte vaziyeti tetkik etmektedirler. Biz Türkiye’nin dahili asayişini ihlal edecek bu kabil hareketleri müdafaa ve teşvik değil tevbih ederiz. Tahran’da asilerin İran’dan geldikleri hakkındaki malumat tetkik edilmektedir. Ancak tetkikat nedicesinde hüküm vermek kabil olabilecektir. Yalnız şunu söyliyeyim ki ben şahsen Türkiye aleyhine bir hareketin İran’da yer bulacağına kat’iyen ihtimal vermem. Bizim iyi komşuluk münasebatımız hiçbir şeye benzemez”.[36]
İran Maslahatgüzarı Mehmet Sait Han’ın bu açıklamalarına rağmen Türkiye’de Temmuz ayı boyunca İran’ın isyancılara yardım yaptığına dair haberler çıkmaya devam etmektedir. [37] İran hükümeti ise 22 Temmuz 1930 tarihinde Türkiye’ye verdiği notada İran topraklarında Türkiye aleyhinde hareketlere izin verilmeyeceği ve bununla ilgili güvenlik önlemleri alınacağını belirtilmiş, ancak sınır kontrolünün kolay olmadığının da altını çizmiştir.[38] Türkiye’nin 27 Temmuz 1930 tarihinde İran’a gönderdiği ikinci notada iki ülke arasındaki sınır güvenliği ile ilgili sorunun çözümü ile ilgili iki talep sunulmuştur. İlk talep, isyancıların barındığı Küçük Ağrı Dağı’nın tamamen Türkiye’ye bırakılması ve bunun karşılığında Türkiye’nin başka bir toprağının İran’a verilmesidir. İkinci talep ise Türkiye’ye İran topraklarına geçen isyancılara karşı sıcak takip hakkı tanınmasıdır. İran Türkiye’nin taleplerini kabul etmeyerek görüş ayrılığı ve çatışmayı devam ettirmiş ancak isyancılara karşı kendi topraklarında önlem almaya başlayarak kısmen uzlaşmacı bir tavır takınmıştır.[39] Bu süreçte Başbakan İsmet İnönü’nün sınır güvenliği sağlanmadan Türkiye-İran ilişkilerinin normalleşmeyeceğini belirtmesi Türkiye’nin kararlı tutumunu yansıtmaktadır.[40] Türkiye, 29 Temmuz’da Tahran Büyükelçisi Memduh Şevket Esendal’ı geri çağırarak sert tutumuyla bilinen Hüsrev Gerede’yi Tahran Büyükelçisi olarak atamıştır. Cumhurbaşkanı Atatürk, Gerede’ye “Hüsrev pasaportun cebinde, fakat dönmeni değil, orada kalmanı, hudut meselesinin halliyle sulh ve dostluk siyasetimizde muvaffak olmanı isterim” demiştir. Başbakan İsmet İnönü ise “Hüsrev, senin durumun tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’nun inhitat [çökme, gerileme] devirlerinde filolarını Çanakkale Boğazı’na dayayarak sefaret tercümanlarını Babıâli’ye göndererek sadrazama arzularını dikte ettiren devletlerin sefirlerine benzemektedir. Bir farkla ki, devletimiz yurt içinde asayişin ihlaline ve hudutlarında bir Makedonya teşekkülüne mani olmak meşrû hak ve azmiyle seni göndermektedir. Binaenaleyh, sen İran Hükümeti’yle seferber olmuş bir ordumuz arkanda harekete hazır bir halde konuşacaksın. Bu ciddi vaziyetin icabına göre davranmak lazımdır” diyerek Türkiye açısından sınır güvenliği meselesinin ciddiyetini ifade etmiştir.[41] Atatürk ve İnönü’nün açıklamaları sınır meselesinin çözümünde Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında farklı bir değerlendirmenin olduğunu göstermektedir. Benzer farklılığın İran’ın “dost” veya “düşman” olarak algılanması bakımından da gözlenmektedir. Başbakan İnönü’nün sınır güvenliği ile İran’ın yaklaşımı arasında bir koşutluk gördüğü anlaşılmaktadır. 30 Temmuz 1930 tarihinde İran’a verilen notada isyancıların İran sınırından gelmesi durumunun devam etmesi halinde Türkiye’nin meşru savunma çerçevesinde İran topraklarına girebileceği belirtilmektedir.[42] Türkiye’nin notası İran açısından bu konunun tırmanabileceğine dair işaret olarak algılanmıştır. Türkiye’nin artan tepkisi karşısında İran isyancılara karşı önlemlerini arttırmıştır. 8 Ağustos 1930 tarihinde İran askeri kendi topraklarında isyancılara yardıma gelen Celalileri geri püskürtmüştür.[43] Bu arada Türk topraklarında İran sınırının yanı sıra Irak ve Suriye sınır bölgelerinde de Kürt toplulukların hareketliliklerine ilişkin haberlerin gazetelerde dillendirildiği görülmektedir. Gazete haberlerinde yaklaşan kış şartlarında isyancılara yönetlik bir harekatın hazırlıklarının sürdüğüne dair haberlere de yer verilmiştir.[44] 14 Ağustos’ta ise Türk birlikleri isyancıları yakalamak için İran’da sıcak takip düzenlemiştir.[45] 17 Ağustos’ta İran kendi topraklarında faaliyet gösteren isyancılara karşı harekât düzenlemiştir. Bu amaçla sınırına asker sevk etmiştir.[46] 20 Ağustos’ta İran isyancılara karşı Türkiye’nin ortak harekât teklifini tekrar reddetmiştir. Ancak iki ülkenin de kendi topraklarında isyancılarla mücadele etmesi gerektiğini vurgulamıştır.[47] 24 Ağustos’ta İran’a gönderilen notada İran topraklarını da kapsayacak bir askeri harekâtın Türkiye açısından meşru müdafaa kapsamında değerlendirildiği belirtilmiştir. Bu süreçte İran’ın kendi topraklarında isyancılara karşı harekatı devam etmektedir.[48] Türkiye bölgedeki isyancılara karşı 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında 3. Ağrı harekatını gerçekleştirmiştir. Operasyonda Türk askerleri Türk-İran sınırında bulunan Aybey Dağları ve Küçük Ağrı Dağı’na girerek isyancıların İran içlerine kaçmaları önlemiştir.[49] İsyancılar Türk-İran sınırında çember altına alınmış ve etkisiz hale getirilmiştir.[50] İran kendi topraklarında yapılan operasyon esnasında Türk ordusu ile işbirliği yapmış, Kürt isyancıları gözaltına almış ve isyancıların sığındığı Maku şehrinde sıkıyönetim ilan etmiştir.[51] Çatışma – kriz sürecinde Türkiye’nin 30 Temmuz 1930 tarihindeki notası ile İran topraklarına girebileceğini belirtmesi kriz için zemin hazırlayan bir açıklama olmuştur. 24 Ağustos’ta İran’ın iki ülkenin kendi topraklarında isyancılarla mücadele etmesi gerektiğini vurgulaması, yani Türkiye ile kendi topraklarında operasyon yapmayı reddetmesi Türkiye’nin İran topraklarına girmesinin kriz yaratacağının sinyallerini vermektedir. Türkiye 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında İran topraklarında operasyon yaparak krizi tetiklemiştir. Ancak, İran Türkiye’nin artan tepkisi karşısında krizi tırmandırmayarak, yumuşatma yolunu seçmiştir. Tenkil harekatı sonucunda isyancı grupların tasfiye edilmesi ve Türkiye-İran sınırının istikrarlı hale gelmesi de sınırın yeniden düzenlenmesi için zemin oluşturmuştur. Nitekim Türkiye’nin İran’daki Büyükelçisi Hüsrev Gerede anılarında sınır meselesinin ancak Kürt isyanları çözüldükten sonra çözülebileceğini belirmektedir. Gerede’ye göre “…hudut üzerinde eşkıya bulunurken ve hududun [etrafında] baskınlar olurken iki taraf komisyonlarının çalışmalarına imkani maddi yoktur. Esasen Ağrıdağ tedibatı sırf askeri bir harekettir….”.[52] Kriz Sonrası Sınır Düzenleme Müzakereleri 1931 yılında sınır ile ilgili görüşmeler tekrar başlamıştır. Mayıs 1931 tarihinde Büyükelçi Hüsrev Gerede, askeri ataşe Kurmay Binbaşı Neşet Kiper ve Furungi Han başkanlığındaki İran heyeti arasında sınır konusunda görüşmeler başlamıştır. Ekim 1931 tarihinde Hüsrev Gerede Ankara’ya gelmiş, Tahran Maslahatgüzarı Tahir Numan Bey’in Türkiye-İran sınırda stratejik önemi olan bir tepenin hangi tarafa bırakılacağı hususunda anlaşmazlık yaşandığını bildirmesi üzerine Cumhurbaşkanı Atatürk ile görüşmüştür.[53] Sınır ile ilgili uyuşmazlığının devam etmesi üzerine Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ten aldığı tavsiye doğrultusunda Rıza Şah’ın konu ile ilgili hakem olmasını önerir.Rıza Sah’ında sınır müzakerelerinin aksamasından rahatsız olduğu ve bu konudaki görüş ayrılıklarının kesin olarak giderilmesi gerektiğini düşündüğü anlaşılmaktadır. Nitekim Rıza Şah, İran’lı General Arfa’ya “Beni anlamıyorsunuz. Önemli olan şu veya bu tepe değil; Türkiye ile olan sınır problemimizin bir an önce ve ilelebet çözümlenmesidir. İki ülke arasında geçmişten gelen ve daima düşmanlarımızın işine yarayan uyuşmazlıklar son bulmalı ve Türkiye ile İran arasında karşılıklı çıkarlarımıza dayalı samimi bir dostluk kurulmalı. Eğer biz birleşir ve ittifak edersek kimseden korkmam” diyerek tepenin Türk tarafına verilmesini kabul etmiştir.[54] Rıza Şah’ın sınırdaki tepenin Türkiye’ye verilmesini kabul etmesi ile 23 Ocak 1932 tarihinde Türkiye ile İran arasında bir sınır düzenleme anlaşması imzalanmıştır.Antlaşmanın birinci maddesine göre Aras Nehri ile Karasu ırmağının birleştiği yerden başlayarak Boralan Gölü’ne kadar Karasu’nun talvegini takip ettikten sonra Küçük Ağrı Dağı’nı, Tendürük Dağını, Kâzım Paşa’yı, Başkala’yı, Şemdinan’ı, Gelişin Dağı Türkiye’ye bırakılır. Ovacık, Çaldıran, Somay, Terguvar, Merguvar, Süldüz, Lâheycan, Şehri Viran, Mukri, Serdeşt, Bane, Makû, Karaayni, Kotur, Selmas ve Bajirge İran’a bırakılır.[55]
“Birinci maddede belirtilen sınır çizgisini arazi üzerinde işaret etmek üzere bir çizim komisyonu kurulacaktır. Bu komisyon, ikisi Türkiye Hükümeti, ikisi de İran hükümeti tarafından atanacak dört temsilciden oluşacaktır. Çizim Komisyonu, 1932 Haziranı içinde toplanacak ve çalışmalarına iş bu anlaşmadaki tanımları en yakından izlemeye gayret edecektir. Komisyonun masrafları Türkiye ile İran arasında eşit bölünecektir. Akit Devletler, komisyonun görevini yapabilmesi için gerekli ikamet, işçi, malzemeye (kazıklar, sınır taşları) ilişkin bütün hususlarda, gerek doğrudan doğruya, gerek mahallî memurlar vasıtasıyla Komisyona yardım etmeği üstlenirler.
Sözü geçen devletler, bundan başka komisyonca konulacak nirengi noktalarını, hudut işaretlerini, kazıkları ve sınır taşlarını muhafaza ettirmeyi de taahhüt ederler. Sınır taşları birinden öbürü görülebilecek biçimde yerleştirilecek ve üzerine numara konulacaktır. Bunların yerleri ile numaraları bir harita üzerinde gösterilecektir. Hududun çizilmesine ait kesin tutanak ve buna ekli haritalarla belgeler ikişer asıl nüsha olarak düzenlenecektir”.[56]
Bu anlaşma ile iki taraf sınır civarındaki kabile ve aşiretlerin sürekli olarak sınırın diğer tarafına geçmelerini teşvik etmemeyi taahhüt etmişlerdir. Aynı zamanda, taraflardan birinin kendi sınırlarında isyancılara karşı askeri harekette bulunması amacıyla, diğer tarafın isyancıların kendi sınırından geçmesini engellemek için sınırlarını kapatmasına rağmen isyancıların sınırı geçmesi durumunda, diğer hükümetin isyancıları takip etmesini kararlaştırmışlardır.[57] Sınır antlaşması 18 Haziran 1932’de TBMM’nin onayına sunulmuştur. Antlaşmanın onay gerekçesi şu şekildedir:
“Bu itilâfname komşu devletle aramızda yegâne muallâk mesele olarak kalan hudut işini kati şekilde halleylemektedir. Şimdiye kadar Türkiye – İran hududunda bazı mıntakalar münaziünfih olmak dolayısıyla sükûnet ve asayişin tamamen takriri kabil olamıyordu. Bundan maada son senelerde tahaddüs eden şakavet hâdiseleri, Ağrı Dağı mıntıkasında bazı arazinin bize verilmesi ve buna mukabil İran’a arzî tevziatta bulunulması sureti ile hududun tashihini icap ettirmekte olduğundan bu meselenin halli İran Hükûmetine teklif edilmiştir. Talebimiz hüsnü telâkki edilerek Tahranda müzakerata başlanmış ve neticede bu gün [30 Nisan] Meclisi Âlinin huzuruna arzedilen bu itilâfnamenin aktine muvaffakiyet hâsıl olmuştur. İtilâfname mucibince, Büyük erkânıharbiyemizce hududumuz dahilinde bulunması arzu edilen arazi bize verilmekte, buna mukabil İran’a bir kısım arazi terkedilmektedir. Her veçhile menafiimize muvafık olan ve komşu İran devleti ile hars ve İktisat vadisinde de teşriki mesai suretiyle münasebatımızın daha ziyade takviyesine hizmet edecek olan bu itilâfname ile Türkiye ve İran hudut muhafaza karakollarının Borolan Gölü membaları sularıyla mezkûr gölün muhitinde kâin çayırlardan ve Salep, Kozlu ve Yukarı Yarımkaya membaları sularından müştereken istifade edeceklerine dair olarak tarafeyn arasında teati edilen ve itilâfnamenin cüzü mütemmimini teşkil eden mektup ahkâmının bir an evvel tasdiki Türkiye Büyük Millet Meclisinin yüksek reyine muallâktır”.[58]
Küçük Ağrı krizi inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. Uyuşmazlık döneminde sınırın düzenlenmesi ile ilgili toplanan komisyon İran’ın uyuşmazlığı ortadan kaldırmaya yönelik bazı adımlar attığını göstermektedir. Ancak, İran’ın isyancılara karşı sınır güvenliği ile ilgili gerekli önlemleri almaması ya da alamaması uyuşmazlığı devam ettirmiştir. Türkiye’nin basın ve notalar aracılığıyla baskıyı arttırması uyuşmazlığı çatışmaya dönüştürmüştür. Ancak, çatışma döneminde de İran’ın kendi topraklarında isyancılara karşı önlemler alarak Türkiye ile işbirliği zeminini oluşturmuştur. Ancak, Türkiye’nin ortak operasyon teklifini reddetmesi iki ülkenin sınır meselesi ile ilgili farklı tutumlarını devam ettirdiklerini göstermektedir. 7-14 Eylül tarihlerinde Türkiye’nin İran topraklarında sürdürdüğü operasyon ile krizi tetiklemiş, böylece İran kendi topraklarında isyancılara karşı Türkiye ile işbirliği yapmak zorunda kalmıştır. Krizin bu bağlamda görece kısa bir sürede gerçekleştiği söylenebilir. Çünkü krizin tırmanmasından hemen sonra İran’ın Türkiye ile müzakereleri kabul etmesi ile yumuşama evresine girilmiştir. İran hem 3. Ağrı harekâtı esnasında hem de akabinde sınır düzenlenmesi ile ilgili işbirliği yaparak krizin sonlanmasına yönelik adımlar atılmasını kolaylaştırmıştır. Sonuç olarak, güvenlik endişesi nedeniyle Türk askerinin Küçük Ağrı bölgesine sıcak takip sonucunda girmesiyle başlayan kriz 23 Ocak 1932’de toprak takası neticesinde Küçük Ağrı’nın Türkiye’ye bırakılması ile sona erer. Bu noktada krizin analizi açısından bakıldığında Türkiye’nin Küçük Ağrı’ya yönelik süreci ülkesindeki Kürt isyancıların tasfiyesi ile bağlantılandırarak ele aldığı, “kriz”in seyrini tasarlamış olduğu söylenebilir. Dolayısıyla aslinda Türkiye’nin İran açısından krizi tetikleyen eylemi Türkiye açısından değerlendirildiğinde savunmaya dönük bir “fiili durum yaratma”dır. Türkiye kriz yönetim sürecinde daha önce kabul ettiremediği sınır düzenlemesine yönelik sitemini kriz sonrasında İran’a kabul ettirerek başarılı bir kriz yönetim süreci gerçekleştirmiştir. Krize ilişkin sonuç bu açıdan bakıldığında Türkiye açısından üstünlük sağlayıcı olarak değerlendirilebilir. Ancak bundan kasıt İran’ın yenilmesi veya Türkiye’nin yenmesi değildir. Elde edilen sonuç her iki ülke karar alıcılarının müzakerelerine dayandığı ve ortaya bir “mağdur” çıkartmamış olduğu için başarılıdır. Bu kalıcı, uyuşmazlık-sorun çözücü süreç müzakere yoluyla bir antlaşma yapılarak elde edilmiştir. Gerçekleştirilen sınır düzenlenmesi ile ilgili anlaşma Cumhuriyet dönemi açısından değerlendirildiğinde iki ülke arasında kalıcı yeni bir statü meydana getirmiştir. Elde edilen çözüm şekli iki ülke arasında barışçıl işbirliği sürecini desteklemiş ve bölgesel istikrar ve güvenlik açısından yeni ittifakların oluşturulmasının da önünü açmıştır. Nitekim kriz sonrası evrede ilişkilerin gittikçe iyileştiği görülmektedir. Haziran 1934’te İran Devlet Başkanı Rıza Pehlevi ilk yurtdışı seyahatini Türkiye’de gerçekleşmiştir. Ziyaret esnasına Şah, Türkiye’nin batılılaşma politikasını takdir etmiştir. Şah’ın ziyareti esnasında Tahran Büyükelçisi Hüsrev Gerede’nin görevden alınarak daha uzlaşmacı bir tutum benimseyen Atina Büyükelçisi Mehmet Enis Akaygen’in getirilmesi Türkiye’nin İran’a karşı tutumunu yumuşattığının somut bir göstergesidir. Yine, Milletler Cemiyeti Konseyi adayı olan İran’ın Türkiye’nin adaylığı söz konusu olduğunda çekilmesi İran’ın Türkiye ile uluslararası arenada işbirliği içinde olduğunu gösterir.[59] Diğer yandan sınır antlaşmasına ilişkin demarkasyon çalışmaları ilerleyen süreçte de devam etmiştir. 27 Mayıs 1937’de İran Dışişleri Bakanı İnayetullah Samiy ile Türk büyükelçisi Enis Akaygen arasında 1932 Anlaşması’nı düzenleyen ek bir anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre Küçük Ağrı Dağı dahil Ağrı Dağı tümüyle Türkiye’ye bırakılmıştır. Van’ın Kotur bölgesindeki arazi ise İran’a bırakılır. Bu tarihten sonra sınır üzerinde işaretleme çalışmaları devam eder. Söz konusu anlaşma 17 Haziran 1938 tarihinde TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girmiştir.[60] 25 Haziran 1938’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Tahran’da Sadabad Paktı kurulmuştur. Paktın kurulmasının en önemli nedenlerinden biri sınırlar arası hareket eden bölgedeki Kürt aşiretlere karşı ülkelerin sınır güvenliği noktasında işbirliği yapma niyetleridir. Paktın 7. Maddesinde belirtildiği üzere “Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler ve örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir.” [61] Kriz Yönetim Süreci Küçük Ağrı krizinin yönetim süreci şu şekilde analiz edilebilir. Türkiye-İran sınırının düzenlenmesi ile ilgili 1913 İstanbul Protokolü’nün imzalanmasından beri kalıcı uzlaşı sağlanamamış olması Küçük Ağrı krizine zemin hazırlamıştır. 1926 yılında başlayan Ağrı isyanları ile sınır güvenliği ve sınır düzenlemesi konuları Türkiye’nin ana gündem maddesi olmuştur. Bu iki konu ile ilgili uzlaşmazlığı ortadan kaldırmak amacıyla Türkiye İran nezdinde siyasi, diplomatik bir dizi girişimde bulunmuştur. 1926-1930 yılları arasında sınır düzenlenmesi ile ilgili komisyon kurulsa da isyanlar sebebiyle netice vermemiştir. Yine, bu dönemde Türkiye İran’a isyancılara karşı sınırını daha iyi kontrol etmesi noktasında notalar aracılığıyla diplomatik baskı uygulamıştır. Türkiye ise kararlı tutumunda devam etmiş, çatışmayı kesin olarak sonlandıracak bir fiili durum yaratmaya odaklanmıştır. Bu siyasasının izlerini de gerek basın gerekse diplomatik yazışmaları aracılığı ile karşı tarafa iletmiştir. İnandırıcılık ve kararlılık açısından Ağrı bölgesinde kendi sınırları içerisinde başlatmış olduğu askeri harekâtın İran sınır bölgesini de kapsayacak şekilde genişletilmiş olması İran’ın da sürece müdahil olmasını gerektirmiş ve İran Türkiye’nin bu girişimini benimsemek veya karşı çıkmak konusunda bir stratejik tercihe zorlanmıştır. Karar alıcılar açısından bakıldığında İran karar alıcılarının vereceği karar Türkiye ile bir savaşa sürüklenme riskini içerisinde barındırdığı için riskli bir karardır. Her iki ülke karar alıcılarının temel kaygısının iki ülke arasında istenmeyen bir savaşı önlemek doğrultusunda örtüşmüş olması krizin daha fazla tırmanmasını önlemiştir. Küçük Ağrı krizi, çatışma – kriz ilişkisi açısından bakıldığında tekrarlanmayan çatışma içerisinde ortaya çıkmıştır. Bölgedeki isyanların yol açmış olduğu sınır güvenliği konusu Osmanlı-İran ilişkilerinde de dillendirilmiş ve bu uyuşmazlığı çözmek için samimi girişimler yapılmış olmasına karşın uyuşmazlık bütünüyle ortadan kaldırılamamıştır. Uyuşmazlığın tarihi arka planında bir düşmanca/hasmane yaklaşımın bulunmaması söz konusu uyuşmazlığa karar alıcıların temel değer ve öncelikler açısından sınırlı bir önem atfetmiş olduklarını göstermektedir. Sınır düzenlemesi gerçekleştirildiğinde her iki ülkenin birbirlerini dost olarak görmelerinin önünde bir engel kalmayacaktır. Dolayısıyla algısal düzlemde taraflar arasındaki dostane ilişkileri zedeleyen bir konu olarak değerlendirilmiştir. Krizin tetiklenmesi açısından ele alındığında ise Türkiye’nin diplomatik ve siyasi girişimlerinin sonuç vermemesi durumunda filli durum yaratmasıyla, yani zamana yayılarak, gerçekleştiği için gelişen kriz özelliği göstermektedir. Krizi tetikleyen aktör Türkiye (devlet) olmuştur. Kriz sürecinde tetikleyici eylem içeride isyancı Kürt grupların Türkiye sınırları içerisindeki faaliyetleri olsa da sınır ihlalleri ve isyancı grupların İran topraklarına geçişi, geçişin engellen[e]memesi iki ülkeyi bir dış politika krizinde karşı karşıya getirmiştir. Krizde taraf aktör sayısıikidir; kriz sürecinde herhangi bir devlet / örgüt müdahil olmamıştır. Zaman zaman Sovyetler Birliği ve İngiltere’nin bölgedeki gelişmelere yaklaşımı dikkate alınmış olsa da taraflar aralarındaki “kriz” halini kendi inisiyatifleri çerçevesinde sonlandırabilme başarısını gösterebilmişlerdir. Kriz çıkaran tarafın niyetine bakıldığında, eylemin Türkiye tarafından gerçekleştirilmiş olduğu düşünüldüğünde, Türkiye’nin İran ile doğrudan bir kriz yaratma niyetinde olmadığını söylemek mümkündür.Operasyon öncesi Türk karar alıcıların açıklamalarında görüldüğü üzere Türkiye’nin İran topraklarına girmesi isyancılara karşı “meşru müdafaa” olarak nitelenmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin İran topraklarına girmesi isyancılar tarafından tetiklenen güvenlik endişesi neticesinde olmuştur. Kaldı ki bu yaklaşımı Türkiye’nin dış politikasında izlemiş olduğu statüko yanlısı siyasasına da uygundur. Türkiye kuvvet kullanarak bir sınır değişikliği arayan revizyonist bir dış politika hedefine sahip olmamıştır. Nitekim kriz yönetim sürecinde karar alıcıların söylemleri birbirlerine doğrudan bir tehdit teşkil etme amacı gütmediklerini de göstermektedir. Türkiye’nin İran topraklarında fiili durum yaratmadaki temel amacı İran’ın toprak bütünlüğünü ihlal etmek değil, tam tersi isyancıların kendi toprak bütünlüğünü ihlal etmesinin önüne geçmektir. Doğal olarak sınır güvenliğini ihlal eden uygulamaların iki ülke arasındaki ilişkileri yıpratmasının önüne geçmek temel hedef olmuştur. Sınır sorunun çözümünde ise her iki ülke siyasal karar alıcılarının aynı ortak kararda birleştikleri görülür. Karar alma birimlerinde yer alan aykırı ve/ya şüpheci aktörlerin ikna edilmesinde bu liderler önemli bir yerdedir. Doğrudan diğer ülke karar alıcısını muhatap alan samimi ve hakkaniyeti arzulayan çözüm arayışlarında diplomatik jestlerin de süreci şekillendirdiği kolaylıkla söylenebilir. Her iki ülke karar alıcıları birdiğerinin saygınlığını önplana çıkartacak seçenekleri önererek müzakere zemininde karşılıklı güveni sağlamaya çalışmışlardır. Örneğin Cumhurbaşkanı Atatürk sınır görüşmelerinde barış ve dostluk vurgusu yapmış, sorunun çözümünde Rıza Şah’ın hakem olmasını önermiştir. Rıza Şah ise Türkiye’nin istemi doğrultusunda bir karar vererek diplomatik jeste karşılık vermiştir. Krizi genel niteliğine/kategorisine göre değerlendirdiğimizde Türkiye’nin İran topraklarına girmesi ile ortaya çıktığı için tasarlanmış/kurgulanmış kriz niteliğindedir. İçerik açısından bakıldığında askeri, güvenlik, diplomatik, siyasi ve hukuksal niteliğe sahiptir. Küçük Ağrı’nın Türkiye açısından olduğu kadar İran’ın güvenlik kaygılarında stratejik öneme sahip olduğu dikkate alınır ise kriz bir anlamda askeri ve güvenlik içeriğine sahiptir. Meseleyi çözmek için Türkiye diplomatik ve siyasi yolları denemiştir. Kriz, Türkiye ve İran’ın ülkesel sınırı hukuksal yollardan yeniden düzenlenmesi ile sonra ermiştir. İran-Türkiye ilişkisi bakımından değerlendirildiğinde krizin tetikleyicisi Türkiye’dir. Türkiye açısından ise krize kaynaklık eden uyuşmazlık ve çatışma süreci İran’ı muhatap haline getirmektedir. Türkiye’nin İran topraklarına girmesi ve askeri varlığını korurken sınır değişikliği talebini yinelemesi ile durum iki ülke arasında bir dış politika krizine dönüşmüştür. Ancak, bu durum krizin İran açısından tetiklenmesi olarak kabul edilse de hızlıca müzakere sürecine girilmiş olması kriz halinin yumuşamaya evrilmesini kolaylaştırmıştır. Kriz kendi içinde yatay veya dikey bir tırmanma sürecine girmemiştir. Krizin tetikleyicisi isyancıların Türkiye topraklarında doğrudan şiddet kullanması ve istikrarsızlığa yol açmaları olmuştur. Bu gelişmeler ülke sınırları içerisinde kaldığı sürece bir dış politika uyuşmazlığı veya krize dönüşmemiştir. Ancak isyancı grupların İran topraklarına sızması ve yeniden Türkiye’de saldırılar gerçekleştirmeleri krizin niteliğini değiştirmiştir. Kriz sürecini ortaya çıkartan istikrarsızlıklara ilk tepki ülkesel sınırlar içerisinde kamu otoritesi ve güvenliğini sağlamaya yönelik önlemlerle şekillenmiş olsa da iki ülke arasındaki sınırlarla ilgili bir nitelik kazanması sonucunda Türkiye-İran ilişkilerinde duruma ilk tepki siyasi ve şiddet içermeyen askeri eylemleri kapsayan çoklu tepki şeklinde olmuştur. Türkiye bakımından krizin tetikleyicisinin şekliyse ülke içinde isyan ve ayaklanma şeklinde kendini göstermiştir. Krize konu olan tehdidin ciddiyeti toprak bütünlüğü olarak gözlemlenmiştir. Kriz boyunca diplomatik ve siyasi mekanizmaları kullanmış, ancak krizin sonlanmasında belirleyici olan uyguladığı fiili durum stratejisi olmuştur. İran ise Türkiye’nin diplomatik ve siyasi mekanizmaları kullandığı dönemde zaman kazanma stratejisi izlemiş, Türkiye’nin İran topraklarına sıcak takip ile girmesinden sonra krizi yumuşatmayı tercih etmiştir. Krizi sonlandırma amaçlı iki taraf müzakere yöntemini kullanmıştır. Kriz boyunca şiddetin seviyesi Türkiye açısından isyancı gruplarla yaşanan küçük çatışma düzeyinde kalmıştır. İran askerleriyle herhangi bir sıcak çatışma haline girilmemiştir.
[1] Veysel Ayhan, “Eksen Kayması mı? Sistemik Etkiler mi?: Türkiye-Ortadoğu İlişkilerine Teorik Bir Bakış,” ORSAM, Cilt 2, Sayı 19-20, 2010, ss. 29-30.
[2]Mehmet Köçer, “Ağrı İsyanı (1926-1930)”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, s. 383.
[3]Baskın Oran, “Doğuda Dış Politika: Kürt Sorunu”, Baskın Oran (der.) Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1: 1919-1980, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s. 252.
[4]Atay Akdevelioğlu ve Ömer Kürkçüoğlu, “Ortadoğu’yla İlişkiler”, Oran, Türk Dış Politikası…, s. 357.
[5]Mümtaz Soysal, Dış Politika ve Parlamento (Yasama-Yürütme Karşılaştırmalı), Ankara: Sevinç Yay., 1964, s.104
[6]Ramazan Gözen “Türk Dış Politikasinda Karar Alma Mekanizması, Turgut Özal ve Körfez Krizi”, Yeni Türkiye, (Türk Siyaseti Özel Sayısı), Sayi:9, Yil:2,1996, s.286-302.
[7]Mithat Baydur, “Üniformalı Demokrasi”, Yeni Türkiye, Sayı 17, Yıl 3, 1997 s. 1261-1275; Müge Aknur, “TSK’nın Dış Politika Üzerindeki Etkisi”, Cüneyt Yenigün ve Ertan Efegil (der) Türkiye’nin Değişen Dış Politikası, Ankara: Nobel Yay., 2010, ss. 127-149.
[8]Bu Konuda bkz,; Erdal İlter, Milli İstihbarat Teşkilatı Tarihçesi, Ankara: MİT Yay., 2002.
[9]Sükrü Karatepe, Tek Parti Dönemi, Istanbul, Agaç Yay., 1993, s.106; Gencay Saylan, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Devlet Yapisinin Evrimi”,Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt:2, İstanbul: İletisim Yay.,1996, s.390.
[10]İlhan Uzgel, “TDP’nin Oluşturulması”, Oran, Türk Dış Politikası…, s. 74.
[11]Cemil Koçak, “Siyasal Tarih 1923-1950”, Sina Aksin (der.), Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980, Istanbul: Cem Yayinevi, 1992, s.171.
[12]Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, 14. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 2003, s. 299.
[13]Neşe G. YeşilKaya, “Halkevleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, İstanbul: İletişim, 2001, s.113.
[14]Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi…, s. 285.
[15]Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, Cilt 1, İstanbul: Kaynak Yay. , 1992 s. 313.
[16]Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları…, s. 230.
[17]Bülent Şener, “Ağrı İsyanı (1926-1930) ve Türkiye-İran Krizi (1930):Türk Dış Politikası Tarihinde Bir Zorlayıcı Diplomasi Uygulaması”, History Studies, Cilt. 4, Sayı 4, 2012, s. 406.
[18]Şener, “Ağrı İsyanı…”, ss.386- 406.
[19]Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, Cilt 2, İstanbul: Kaynak Yay., s. 91.
[20]Efdal As, XVI. YY. dan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Kadar Türk-İran Sınır Sorunları ve Çözümü, Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 46, 2010, s. 250.
[21]Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan, İstanbul: Doz Yay, 1992, s. 190.
[22]Gökhan Çetinsaya, “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri (1926-1938)”,Avrasya Dosyası, Cilt 5, Sayı 3. 1999, s. 157; Ahmet Özgiray, “İngiliz Belgeleri Işığında Türk−İran Siyasi İlişkileri (1920-1938)”, Berna Türkdoğan (der), Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 2000, ss. 298-299.
[23]Çetinsaya, “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri…”, s.156.
[24]Çetinsaya, “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri…”, s.159.
[25]As, “XVI. YY. dan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Kadar Türk-İran Sınır Sorunları ve Çözümü…”, s. 250.
[26]Akdevelioğlu ve Kürçüoğlu, “Ortadoğu’yla İlişkiler”,…,s. 360.
[27]As, “XVI. YY. dan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Kadar Türk-İran Sınır Sorunları ve Çözümü…”, ss. 239-240.
[28]Soysal, Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları…,ss. 278-280.
[29]Aptülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Ankara: TTK Yay., 1991, ss. 192- 193.
[30]Çetinsaya, “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri…”,s. 162; Şener, “Ağrı İsyanı…”, s. 395.
[31]Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları,Cilt 2, ss. 47 – 68.
[32]“İran’la Münasebetimiz Gerginleşti”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 1930, S.1.
[33]“İran Haydutlara Silah ve Zahire Veriyor”,Akşam, 5 Temmuz 1930, S. 1.
[34]“İran Hükümetine Bir Nota Verdik”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 1930, S. 1.
[35]“İran Hükümetine Nota Verdik”,Akşam, 6 Temmuz 1930, S. 1.
[36]“Şark Hududundaki Hadise”,Akşam, 8 Temmuz 1930, S.2.
[37]“Asilere İran’dan Yardım Devam Ediyor”, Akşam, 17 Temmuz 1930, S. 1; “İran Eşkıya Yatağı Halini Aldı”,Akşam, 19 Temmuz 1930, S. 1
[38]“Komşu Devlet Şakilere Karşı Tedbir Almıştır”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 1930, S. 2.
[39]“İran da Şakilere Karşı Ciddi Tedbir Aldı”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 1930, s. 1; Şener, “Ağrı İsyanı…”, s. 398.
[40]Şimşir, İngiliz BelgeleriyleTürkiye’de Kürt Sorunu…, ss. 205 – 206.
[41]Akdevelioğlu ve Kürçüoğlu, “Ortadoğu’yla İlişkiler”,…,s. 363; Hüsrev Gerede, Siyasi Hatıralarım I: İran 1930-1934, İstanbul: Vakit Yay., 1952, ss.17-20.
[42]“İran’a Şiddetli Bir Nota Verdik”, Akşam, 30 Temmuz 1930, S.1.
[43]“Haço Muhasara Edildi”, Cumhuriyet, 11 Ağustos 1930, S. 1.
[44]Bu Konuda Bkz,; “Şarktaki Hadiselere Kat’i Bir Netice Verilecek”, Akşam, 12 Ağustos 1930, s. 1.
[45]Şimşir, İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de Kürt Sorunu…, ss. 211-212.
[46]“İran Toprağına İltica Eden Asilerin Tedibi”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 1930, s. 1.
[47]“Hüsrev B. Tahran’a gitmek üzeredir”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 1930, s. 4 Ayrıca bkz. Derk Kinnane, The Kurds and Kurdistan, London: Oxford University Press 1964, s. 30.
[48]“Şifahi Notamız İran’a Tebliğ Edildi”,Cumhuriyet, 24 Ağustos 1930, s. 3.
[49]“Tenkil Harekatı”, Cumhuriyet, 10 Eylül 1930, s. 3; Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, Cilt 2, ss. 121-128.
[50]Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, Cilt 2, s. 128.
[51]Gerede, Siyasi Hatıratım…,s. 69; Kemal Süphandağ, Ağrı Direnişi ve Haydaranlılar, İstanbul: Fırat Yay., 2001, s. 191.
[52]Gerede, Siyasi Hatıralarım…, s.24.
[53]Gerede, Siyasi Hatıralarım…,s.201.
[54]Çetinsaya, “Atatürk Dönemi Türkiye-İran İlişkileri…”, s. 167. Bu ifadeye Dışişleri Bakanı Aras’da TBMM’de yapmış olduğu açıklamada yer vermektedir. Bkz.; TBMM Zabıt Ceridesi, 18.06.1932, 65. Oturum, Cilt 1, s. 163.
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d04/c009/tbmm04009065.pdf[10.02.2016]
[55]Nihat Erim, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzeydoğu ve Doğu Sınırları”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 9, Sayı 1-2, 1952, s. 21.
[56]Reha Parla, Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti’nin Uluslararası Temelleri, Lefkoşa: Tezel Ofset, 1985, s. 182.
[57]Erim, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzeydoğu ve Doğu Sınırları…”, s. 21.
[58]T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 65. İnikat, Cilt 9,18.6.1932
http://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d04/c009/tbmm04009065.pdf
[59]Melek Fırat, “Balkan Antantı”, Oran, Türk Dış Politikası…, s. 352.
[60]Akdevelioğlu ve Kürçüoğlu, “Ortadoğu’yla İlişkiler…”, s. 363; As, “XVI. YY. dan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Kadar Türk-İran Sınır Sorunları …”,s. 250.
[61]Akdevelioğlu ve Kürçüoğlu, “Ortadoğu’yla İlişkiler…”,ss. 367-8.
2010 Mavi Marmara Krizi
tarafından AYŞE KÜÇÜK | 11/06/2023 | Ana Sayfa - 2010 Mavi Marmara Krizi | 0 Yorum
Ana Sayfa – 2015 Süleyman Şah Türbesi Krizi
tarafından admin | 10/28/2023 | Ana Sayfa - 2015 Süleyman Şah Türbesi Krizi | 0 Yorum
Ana Sayfa – 1974-1980 NOTAM-FIR Krizi
tarafından admin | 09/16/2023 | Ana Sayfa - 1974-1980 NOTAM-FIR Krizi | 0 Yorum
Ana Sayfa – 2015 SU-24 Rus Uçağının Düşürülmesi Krizi
tarafından admin | 09/14/2023 | TÜRK DIŞ POLİTİKASI KRİZLERİ LİSTESİ, Ana Sayfa -2015 SU-24 Rus Uçağının Düşürülmesi Krizi | 0 Yorum
Ana Sayfa – 2015 Irak/Başika Krizi
tarafından admin | 09/14/2023 | TDP KRİZLERİ, Ana Sayfa - 2015-2016 Irak Başika Krizi | 0 Yorum
Ana Sayfa – 2003 DOĞU AKDENİZ DENİZ YETKİ ALANLARI KRİZİ
tarafından admin | 09/14/2023 | TÜRK DIŞ POLİTİKASI KRİZLERİ LİSTESİ, Ana Sayfa - 2003 Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Krizi | 0 Yorum
Anasayfa-1935 Bulgaristan Krizi
tarafından admin | 07/17/2023 | Ana Sayfa - 1935 Bulgaristan Krizi | 0 Yorum
Ana Sayfa – 1957 Suriye Krizi
tarafından admin | 12/24/2015 | TDP KRİZLERİ, Ana Sayfa - 1957 Suriye Krizi | 0 Yorum
Ana Sayfa Haşhaş Ekimi Krizi
tarafından admin | 12/24/2015 | TDP KRİZLERİ, Ana Sayfa - 1968-1974 Haşhaş Krizi | 0 Yorum
Ana Sayfa – 1974 Kıbrıs Krizi
tarafından admin | 12/04/2015 | TDP KRİZLERİ, Ana Sayfa - 1974 Kıbrıs Krizi | 0 Yorum