Türkiye’nin Dış Politika Krizlerinde Devlet Dışı Aktör Tartışması
İncelemekte olduğumuz dış politika krizlerinde doğal olarak krizin taraflarından biri Türkiye’dir. Ancak krizin diğer tarafını belirlemek her zaman her krizde o denli kolay gözükmemektedir. İncelediğimiz 34 kriz içerisinde bazı krizlerde devlet dışı aktörlerin krizin tetiklenmesinde rol oynadığı, krizin konusunu oluşturduğu ve/ya doğrudan krizin tarafı olarak süreci etkilediği görülmektedir. Uluslararası sistemde hâlâ temel aktör devletler olmakla birlikte uluslararası örgütler, uluslararası veya çok uluslu şirketler, sivil toplum kuruluşları, çıkar-baskı kuruluşları, ulusal bağımsızlık hareketleri, terör örgütleri hatta kimi zaman bireyler “aktör” olarak görülmektedir.
Türk Dış Politikası Kriz İncelemeleri Grubu, Türkiye’nin dış politika krizlerinde devlet dışı aktörlerin etkili olduğu dokuz kriz örneği tespit etmiştir.[1]
Proje çerçevesindeki bulgulara göre, tarihsel olarak devlet dışı aktörlerin dış politika krizlerinde rol oynadığı örnekleri aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:
- 1926 Bozkurt-Lotus Krizi,
- 1929-1930 Küçük Ağrı Krizi,
- 1942 MV Struma Krizi,
- 1955 6-7 Eylül Krizi,
- 1989-1990 Batı Trakya krizi
- 1989 Bulgaristan Göç Krizi,
- 1991 Iraklı Sığınmacılar Krizi,
- 2010 Mavi Marmara Krizi,
- 2014 IŞİD Konsolosluk-Rehineler Krizi.
Bu krizlerden bazıları doğrudan devletler düzeyindeki ilişkileri ilgilendiren “dış politika krizi” içerisinde yer almasına karşın özellikle krizi tetikleyen ve/ya tırmanmasına yol açan eylemi gerçekleştiren “aktör”ler olarak devlet dışı aktörlerin dahil edildiği krizlerdendir. Örneğin 1926 Bozkurt-Lotus Krizi Ege Denizi’nde uluslararası sularda iki ticari geminin karıştığı bir deniz kazasının sonucunda yaşanmıştır. Kazanın gerçekleşmesinde devletlerin herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Teknik anlamda bu krizi “kaza krizi” olarak nitelemek gerekmektedir. Ancak kazanın yol açmış olduğu süreç devletlerin konuyla ilgilenmelerine neden olmuştur. Kaza sırasında yaşanan can kayıpları ve Türkiye’nin Fransız uyruklu kaptanı yargılayarak cezalandırması Türkiye ve Fransa’yı bir yargı uyuşmazlığının tarafı haline getirmiştir. Fransa’nın Türkiye’nin yargı yetkisini tanımaması adli kapitülasyonlar konusunda duyarlı olan Türkiye’nin durumu “kriz” olarak değerlendirmesine neden olmuştur. Bu olayda devlet dışı aktörlerin karıştığı bir deniz kazası devletler düzeyinde bir uyuşmazlığın, giderek krizin doğmasına yol açmıştır.
İkinci örnek olayda ise Türkiye sınırları içerisinde faaliyet gösteren ayrılıkçı-isyancı grupların başlatmış olduğu çatışmalardan sonra İran topraklarına kaçması söz konusudur. İsyan ve sınır ihlallerinin engellenmesinde karşılaşılan zorluklar Türkiye’yi İran ile ilişkilerinde yeni bir kararı uygulamaya yöneltmiştir. Sınır ihlallerini engellemek için Türkiye İran ile yeni bir sınır düzenleme anlaşmasını gerçekleştirmek için bir fiili durum yaratmak zorunda kalmıştır. Sıcak takip sonunda girmiş olduğu İran topraklarından geri çekilmeyerek sınır değişikliği teklifinde bulunmuştur. İsyancı grupların Türkiye’ye yönelik eylemleri Türkiye-İran ilişkilerinde sınır güvenliği ve sınır düzenlemesi açısından bir krizi doğurmuştur.
1942 yılında gerçekleşen MV Struma Krizi ise dönemin dış politika karar alıcıları bakımından tek yanlı bir dış politika krizi olarak değerlendirilebilir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Romanya’nın Köstence Limanı’ndan hareket ederek İngiltere’nin kontrolündeki Filistin’e ulaşmaya çalışan Yahudi göçmen/sığınmacıların yaratmış olduğu bir kriz olarak insani krizler içerisinde yer almaktadır. Dönemin Türkiye karar alıcıları Struma gemisindeki yolcuların güvenli bir şekilde Filistin’e ulaşmalarını sağlamak amacıyla savaşan devletler nezdinde diplomatik girişimlerinden bir sonuç elde edememiştir. İngiltere sığınmacıların Filistin’e yerleştirilmelerine dair henüz bir karara varamadığı bir dönemde gemidekilerin istemlerini kabul etmemiş, güvenliklerini sağlayamayacağını bildirmiştir. Savaş dışı konumuyla Türkiye sığınmacıların kendi ülkesine yerleşmesini bölgesel güvenlik kaygılarını da dikkate alarak uygun görmemiş ve Struma gemisini geldiği limana geri dönmesi için Karadeniz’e karasularının dışına çıkartmıştır. Kısa bir süre sonra gemi kimliği tartışmalı bir denizaltı tarafından torpillenerek batırılmıştır. Struma gemisi ile gelen sığınmacıların Türkiye’den taleplerinin karşılanmasında pek çok kaygının etkili olduğu söylenebilir. Sığınmacılara insani kaygıları gözeterek yapılacak yardımın Türkiye’ye bir Yahudi sığınmacı akınını başlatabileceği endişesinin yanı sıra Türkiye’nin Balkan sınırlarında Almanlar ile komşu olmasının yarattığı güvenlik kaygısının da etkili olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki siyasasının İngiltere’nin tutumuna bağlı olarak geliştiği görülmektedir. İngiltere’nin sığınmacıları kabul edebileceğini bildirmesi durumunda Türkiye’nin sığınmacıların güvenli bir şekilde Ege Denizi’ne ulaşmasına yardımcı olacağı anlaşılmaktadır. Geminin Marmara Denizi’nde demirlediği süre içerisinde sığınmacıların insani ihtiyaçlarının sağlanmasına çalışılmış ve geminin motorları tamir edilerek çalışır duruma getirilmiştir. Ancak sığınmacıların karaya çıkmalarına izin verilmemiştir.[2]
Dördüncü dış politika krizi ise Türkiye sınırları içerisindeki bir olay sonucunda tetiklenmiştir. 1955 yılında Londra’da Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında Kıbrıs’ın kaderini saptamaya dönük görüşmeler sürerken İstanbul’da hükümetin Kıbrıs politikasını desteklemeye yönelik gösteriler kontrolden çıkarak azınlıklara yönelik saldırılara dönüşmüştür. Bu saldırılar sırasında azınlıklara ait ev ve işyerleri, ibadethaneler, mezarlıklar ağır şekilde tahrip edilmiş, can kaybı ve yaralanmalar söz konusu olmuştur. Tarihe “6-7 Eylül Olayları” olarak geçen İstanbul’daki azınlıklara yönelik saldırılar ulusal düzlemde bir yerel olay olarak kabul edilse de azınlıkların statüsü ve devletin yükümlülükleri bakımından Türkiye ile Yunanistan’ı karşı karşıya getirmiştir. Dönemin hükümetinin gösterilerin düzenlenmesindeki sorumluluğu ve saldırıları önleyememiş olması karar alıcıların gerek iç gerekse dış politikada bu krizin yarattığı travmayı hangi araç ve yöntemlerle telafi etmesi gerektiği konusunda ağır bir baskı altında bırakmıştır. Demokrat Parti hükümetinin Kıbrıs siyasasına destek için organize ettiği gösteriler amaçlanandan farklı olarak hükümeti hem içeride hem de dışarıda zor durumda bırakmıştır.
Beşinci ve altıncı krizler Yunanistan’da ve Bulgaristan’da yaşayan Müslüman/Türk azınlığın antlaşmalardan kaynaklanan statüsünün açıkça ihlal edildiği krizlerdir. Her iki krizde de azınlık mensupları tetikleyici davranışın [asimilasyon, haklardan yararlandırmama, temel hak ve özgürlüklerin ihlali, göçe zorlama gibi] doğrudan hedefi durumunda olmuş, krizin devletten devlete dönüştüğü aşamada ise krizin konusunu oluşturmuştur.
Yedinci krizde de insani boyutu gözlemlemek mümkündür. 1991 yılında Türkiye ile Irak arasında Iraklı Kürt sığınmacılar konusunda yaşana krizde Türkiye sığınmacıların can güvenliğinin sağlanması konusundaki beklentileri dolayısıyla Irak ile kriz yaşamıştır. Yeni bir Halepçe Katliamı’ndan kaygılanan Iraklı Kürtlerin Türkiye-Irak sınırını aşarak Türkiye’ye geçmesi ve Irak’ın Türkiye’den sığınmacıları geri vermesini talep etmesiyle bir kriz ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin Irak’ın talebini reddetmesi ve sığınmacılar için Irak sınırları içerisinde bir güvenli bölge oluşturulması fikrini desteklemesi krizin seyrini de değiştirmiştir. Süreç içerisinde sığınmacılar için oluşturulan güvenli bölgeler ve uçuşa yasak bölge uygulaması ile Iraklı sığınmacılar Irak’a geri dönmüş ve kriz atlatılmıştır. Iraklı sığınmacılar krizi tetikleyen sivil aktörler olmasına rağmen Türkiye – Irak arasındaki dış politika krizinde krizin nesnesi/konusunu oluşturmuştur.
2010 yılında gerçekleşen Mavi Marmara Krizi’nde ise sürecin Türkiye’deki bir sivil toplum kuruluşunun (İHH) girişimi etkili olmuştur. İsrail’in Gazze’de uygulamakta olduğu ablukayı aşmak için planlanan uluslararası yardım faaliyeti İsrail’in tepkisini çekmiş ve Türkiye’den bu yardım faaliyetinin durdurulması konusunda katkıda bulunması talep edilmiştir. Türkiye’nin İHH’nin faaliyetini meşru kabul etmesi ve engellememesi Türkiye – İsrail arasındaki ilişkilerin seyri açısından bir uyuşmazlık-çatışma zincirinin oluştuğunu göstermiştir. Gazze’ye Yardım Filosu’nun Mayıs sonunda Akdeniz’e açılması İsrail açısından krizi tetikleyen eylem olarak kabul edilmiş ve İsrail filonun ablukayı delmesini engellemek için askeri operasyon düzenlemesine yol açmıştır. İsrail’in Mavi Marmara gemisine/filoya askeri operasyon düzenlemesi sırasında yaşanan arbede sırasında 9-10 aktivistin öldürülmesi ve çok sayıda aktivistin yaralanması Türkiye’nin sert tepki göstermesine neden olmuştur. Bu ise olayı Türkiye-İsrail arasında bir dış politika krizine dönüştürmüştür.
2014 yılında yaşanan IŞİD Konsolosluk-Rehineler Krizi ise Türkiye’nin dış politika krizleri içerisinde farklı bir örnektir. Bu olayda Musul’daki Türkiye Başkonsolosluğu çalışanları ve konsoloslukta bulunanlar IŞİD militanları tarafından rehin alınmıştır. Devlet dışı aktör olarak IŞİD’in Türk temsilcileri ve çalışanları rehin alması Türkiye açısından bir kriz yönetim sürecini işletmeyi gerektirmiştir. Ancak kamuoyu önünde durum “kriz” olarak yansıtılmamıştır. Bu örnekte krizin doğrudan muhatapları bakımından devlet – devlet dışı aktörden söz etmek gerekmektedir. Dolayısıyla resmi tanıma ve diplomatik ilişkilerin söz konusu olmadığı aktörler arası ilişkilerde söz konusu krizin hangi araç ve yöntemler kullanılarak çözümleneceği büyük sorun yaratmıştır.
[1]Türk Dış Politikası Kriz İncelemeleri Grubu (TFPC)’nin hazırlamış olduğu projede Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze Türkiye açısından kriz niteliği gösteren 34 örnekten 9’unda devlet dışı aktörlerin rol oynadığı saptanmıştır. TFPC, Türkiye’nin dış politika krizlerinden 1926 Lotus-Bozkurt, 1929-30 Küçük Ağrı, 1942 Struma, 1955 6-7 Eylül, 1989-1990 Batı Trakya , 1989 Bulgaristan Göç, 1991 Iraklı Sığınmacılar, 2010 Mavi Marmara ve 2014 IŞİD Rehine krizlerinde devlet dışı aktörlerin krizi tetikleyen aktör, krizin muhatabı, krizin konusu ya da muhatap bulunamaması şeklinde etkili oldukları sonucuna ulaşmıştır. Ayrıca, devlet dışı aktörlerin etkili olduğu bazı krizlerde krizi tetikleyen ya da krizden etkilenenler devlet dışı aktörler olmasına rağmen muhatabı devletler olan örnekler bulunmaktadır. Nitekim 1926 Lotus-BozkurtKrizi’nde krizin muhatabı Fransa iken; 1955 6-7 Eylül Olayları’nda ise Yunanistan’dır. TFPC’nin tespit ettiği kriz örneklerinde hem krize neden olayın niteliği hem de krizin karşı tarafı farklı olabilmektedir.
[2] Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz.; Çağrı Erhan, “İkinci Dünya Savası Yıllarında YahudilerinTürkiye’ye Kabulü Meselesi”, Prof. Dr. Haluk Ülman’a Armağan, Ankara: Ankara Üniversitesi, 2013, ss. 125-148.
Tahir Kodal, “Türk Arsiv Belgelerine Göre II. Dünya Savası (1939-1945) Yıllarında Türkiye Üzerinden Filistin’e Yahudi Göçü”, Atatürk Üniversitesi Atatürk Dergisi, C:5, No:3, (2007),
[table id=2 /]